Çankaya - Falih Rıfkı ATAY [2]

{Her makale için belli bir boyut kısıtlaması olduğundan, geri kalanını ayrı yayınlamak zorunda kaldımç Bu ikinci kısımdır.}

Eline düşen subayları Adapazarı'ndaki kendi Divan-ı Harbine verdi. İstanbul kuvvetlerinden artanlar harp gemilerine sığınarak kaçabildiler. Subaylar Ankara'ya gönderilerek fesat sanıkları darağaçlarına çekildiler. Sonra Düzce'ye girerek isyancılardan ele geçenleri astı. Mustafa Kemal bütün Millet Meclisi adına kendine Ali Fuad aracılığı ile teşekkür etti. Ethem hem Salihli cephesini idare etmek, hem gerektiğinde içeriye kuvvet gönderebilmek için Eskişehir'e yerleşti.

Düzce-Bolu bölgesi temizlenmiştir, ama, Yozgat ve çevresi ayaklanması tehlikeli bir hâl almıştır. Oraya da Ethem'i göndermek şart. Ethem, kuvvetlerinden bir kısmını Salihli cephesine gönderir. Sözde Yunan ordusu saldırmak üzeredir de onu geri çevirecek. Ankara bu kuvvet yollanışını duyunca telâşa düşer. Şimdi Ethem'in gururuna bakınız: ''Ben kuvvetlerimin hepsini cepheye göndermediğimi Ankara'dan gizlemiştim. Bundan maksadım da Ankara merkezini dua edici hâlinden çıkarıp onlara Yozgat isyanını söndürme vazifesini gördürmek ve Ankara'yı faaliyete alıştırmaktı. Maalesef Ankara'nın kuvetlice bir eşkıya çetesini bile tedip etmekten âciz olduğunu anlamıştım.''

Ethem ısrarlı çağrıları üzerine Ankara'ya gitti. İstasyonda kendisini karşılıyanlar arasında bulunan Mustafa Kemal Paşa, Ethem'i otomobiline aldı. Doğruca ziraat mektebine gittiler. Bu okul hem Genelkurmay Başkanlığı, hem Millî Savunma Bakanlığı idi. İlk gecesini de orada geçirdi.

Şimdi şu acı hâle bakınız. Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Paşa (Çakmak) ve İsmet Bey (İnönü) çeteci başçavuşla karşı karşıya oturmuşlardır. Ethem'in büyük kardeşi Tevfik de beraber. Duruşta davranışta l i d e r Ethem. Yalnız kuvvet değil, akıl da onda.

İsmet Bey durum üzerine bir açıklama yaptı. Ethem:

- Buraya gelişim bence önemsiz sizce önemli. Yozgat isyanı hakkında bilgi edinmek, Yunan cephesi ile mi Yozgat'la mı uğraşmak daha gerekli olduğuna karar vermektir, dedi.

Ethem'in anlattığına göre, Mustafa Kemal Paşa hiç ses çıkarmamakta. Fevzi Paşaya İsmet Bey'e, ya Ethem'e hak vermektedir. Ama Fevzi Paşa'ya göre bir Yunan saldırısı henüz beklenemez. İsmet Bey'e göre isyan bastırılmadan ne Ethem, ne de kuvvetleri cepheye dönmemelidir.

Şimdi başçavuşun Anafartalar kahramanı ile iki komutana yaptığı çıkışmaya bakınız:

- Sivas'ta Heyet-i Temsiliye ve Ankara'da Meclis kurulduğundan beri bir yıldan fazla zaman geçmiştir. Bu müddet içinde Anadolu'da neden esaslıca bir harekette bulunulmamış olduğuna şaşırıyorum. Niçin merkezinizi kuvvetlendirmediniz? Cephe için de hiçbir esaslı gayret görmedik. Sonunda bizi cepheden gerilere gelip size düşen vazifeleri yapmaya mecbur ettiniz.

Sonra kendisi Yozgat'a giderse içlerinden birinin cephe işlerini üstüne almasını şart koştu. Mustafa Kemal Paşa Yozgat hareketi devam ettiği kadar Fevzi Paşa'nın cephe işleri ile uğraşması uygun olacağını söyledi: ''Şikâyetlerinizde haksız değilsiniz, ama milletvekillerinden birtakımının nasıl fesatlıklar çevirdiklerini, birtakımının da İstanbul hükûmeti tarafını tuttuklarını bilmiyorsunuz. Çoktan beri çıkarmaya çalıştığımız İhanet-i Vataniyye Kanunu'nu Meclisten geçirinceye kadar göbeğimiz çatladı. Karşı taraf da çalışmalarımızı felce uğratmak için her şeyi yapıyor. Son fetvaları ve fesatları ile az çok edindiğimiz kuvvetleri dağıtmışlardır. Faaliyetlerimiz bu yüzden sekteye uğramıştır. Onun için sizi cepheden çağırmak zorunda kaldık," dedi.

Ethem kuvvetlerini topladığı günlerde Ankara'da Mustafa Kemal düşmanlarının iyice telkinleri altında kalmıştır. Lider Ethem'di. Kuvvet onda idi. Kendilerini Mustafa Kemal'den kurtarmıya bakmalı idi. Mecliste alkışlarla ayakta karşılanan Ethem'in kurumu yamandı.

İsyan bölgesinde Zile'ye giden bir birliğimiz çarpışmada bozulmuştu. Yalnız Cemil Cahid kendi bölgesinde isyanın genişlemesini önliyebilmişti.

Ethem Yozgat'a varınca şehri hemen temizlemiş, Harp Divanı'nı kurmuş, on iki kişi de asılmıştır. Harp Divanı Başkanı ağabeyisi Tevfik'ti. Divan, Yozgat mutasarrıfını hapse atmıştı. Sözde soruşturmalara göre ayaklanmadan asıl suçlu Ankara Valisi Yahya Galip'ti. Vali suç yeri Yozgat'a gelmeli idi. Hastalığını bahane etti. Gene Harp Divanı'na göre valiyi göndermiyen Mustafa Kemal'di. Çünkü soruşturma sonunda onun da hesap vermesi gerekecekti. Mustafa Kemal, Ethem'in milletvekili kardeşi Reşid'i Bursa'dan getirterek ve Yozgat'la telgraf başında görüştürerek, Yahya Galip olayının güçlükle önüne geçti.

Ethem o günlerde Ankara'ya gelerek Mustafa Kemal'i Meclis önünde asacağını söylemişti. İşiten ve haber verenlerden biri de Yozgat Milletvekili Süleyman Sırrı idi. Mustafa Kemal, Reşid Bey aracılığı ile, Yunan Taarruzu da başladığı için, Ethem ve kuvvetlerinin Konya üstünden cepheye gitmelerini sağlamak istemiştir. Ethem'in kardeşine son cevabı şu idi:

- Benden niçin müsamaha istiyorsunuz? En son defa vicdanım razı olmıyarak vali hakkındaki kararımı iptal ediyorum. Konya'dan geçerek gitmeğe ise lüzum görmüyorum.

Ethem kuvvetleri Türk köylerini yağma ederek Ankara'ya gelmişler, talan eşyasını açıkça Ankara pazarında satmışlardır. Mustafa Kemal Paşa, bir ihtiyat tedbiri olarak, o sırada Afyon'a gitmiştir.

Mustafa Kemal, kısa bir müddet için daha Ethem'den faydalanmakla beraber artık ondan kurtulmayı, gerilla devrinden çıkarak Millet Meclisi ordularını kurmayı tasarlamaktadır.

Ankara'yı içinden yıkamıyacaklarını görünce İngilizler Yunanlıları taarruza geçirmişlerdi. Yunanlılar bütün dayanışları çöktürerek ilerlemekte idiler. Bursa kolayca düşmüştü. Ethem, Demirci üzerinden hareketine devam eden düşman kolu üzerine karşı saldırıda bulunacaktı. Kütahya çevresindeki hapishanelerde birçok mahkûm olduğunu öğrenerek bunlarla, kendi deyimi ile, bir ''kaatiller taburu'' da kurdu. Çetesine yol vermiyen, Simav'daki isyancılarla vuruşarak ova batısındaki Yunanlılara hücum etti. Simav ayaklanışı Yunan kışkırtması eseri idi. Ethem'in Yunanlılara karşı tek kazancı, bu akın sırasındaki Demirci savaşıdır. Mustafa Kemal, Afyon'dan çektiği bir telgrafta o çevrelerde Yunanlılara karşı koyabilecek kuvvet bulamadığını, umutlarının Ethem'in denenmiş savaşçılarında olduğunu bildirmekte idi. Demirci'yi geri aldığı için kendisini tebrik eden Mustafa Kemal, hemen Ankara'ya dönmek zorunda kaldığını da yazmıştı. Mecliste bozguncu takımının fesatlarını durdurmak lâzımdı.

Meclis

24 Nisan 1920'den beri Mustafa Kemal Paşa Meclis ve Hükûmet Başkanı idi. 18 Haziranda Meclis Misak-ı Milli'ye yemin etmiş, 22 Nisanda Paris Barış Konferansı'na çağrılan İstanbul hükûmeti 25 Haziranda Damat Ferit heyetini görevlendirmişti. Ankara'yı içten yıkma denemesi suya düştüğünü gören İngilizler 25 Haziranda Mudanya ve Bandırma'ya asker çıkarmışlar ve aynı gün Yunanlıları taarruza geçirmişlerdi. İstanbul nasıl olsa Paris diktalarına boyun eğecekti. Şimdi Ankara'yı da İstanbul hükûmetine uymaktan başka çare olmadığına inandırmak için Yunanlılar ilerlemeli, Meclis bozguncularına fırsat verilmeli idi. Sevres Antlaşması 10 Ağustosta Osmanlı delegeleri Rıza Tevfik ile Hadi Paşa tarafından imzalanmıştır. Yunan taarruzu sırasında Kuvay-ı Milliye'nin Ayvalık'ta beş-altı yüz, Soma bölgesinde yedi yüz, Akhisar bölgesinde dört-beş yüz, güneydeki 57 nci tümende beş bin kadar silâhlı, sonra Demirci Efe, Yörük Ali çeteleri kalmıştı. Bu, barış baskısı yapmak için en elverişli zamandı. Türk cephesi gerçekten de bozguna uğratılarak iki hafta içinde Bursa, Akşehir, Nazilli hattına kadar gelen Yunanlılar, 9 Ağustosta Uşak bölgesini de ele geçirmişlerdi.

İttihat - ve - Terakki'nin çatısı açık numune mektebine biraz çeki düzen verilerek yerleşen Meclis, yazdığım gibi, 115 memur ve emekli ile 61 hoca, 51 asker, 26 çiftçi, 37 tüccar, 49 avukat, 51 hekim, 8 şeyh, 6 gazeteci, 5 ağa, 5 aşiret reisi, 2 mühendisten kurulu idi. Meclisteki eski İttihatçılardan çoğu Mustafa Kemal'e hep eski gözle bakmışlar, onun yerine Enver'i getirmeyi düşünmüşlerdir.

Mustafa Kemal'in başında Enver de bir derttir. İstanbul'dan kaçtığı vakit kendi yerine Mustafa Kemal'i Harbiye Nazırlığı için salık veren Enver, şimdi Anadolu'daki millî kurtuluş savaşının lideri olmak hırsındadır. Mustafa Kemal'i, hâlâ, başkumandan iken emri altındaki ordu kumandanı gibi görmektedir.

Bir yandan İstanbul hükûmeti ve İngilizler Anadolu hareketine İttihatçı damgası vurmakta, Mustafa Kemal ve arkadaşları da bu tehlikeli istinattan kurtulmıya çalışmaktadır. Enver yalnız İttihatçılığın değil, girdikten çıkıncaya kadar, bütün harp sorumluluklarının sembolüdür.

Enver, Berlin'den Makova'ya oradan Bakû'ye gelmiştir. Şark ve İslâm kongresine katılmıştır. Trabzon'daki partizanları ile haberleşmektedir. Kahvelerde Enver Paşa gelecek, sözleri dönüp durmaktadır. Kâzım Karabekir, Albay Sabit'i Enver'in içeri girmesini önlemek görevi ile Trabzon'a gönderir. Ardahan Milletvekili Hilmi Salim Sabit'e gider:

- Sen kime dayanarak Enver Paşa'ya karşı cephe açmışsın?

Salim Sabit, göğsünü göstererek:

- Kendime!

- Azizim biz Mecliste kırk üstünde İttihatçıyız. İstediğimiz vakit Mustafa Kemal'i alaşağı eder, Enver'i onun yerine geçirebiliriz.

İttihatçıların fikri, Mustafa Kemal yetersizdir, bu irade böyle devam edemez, yolunda idi.

Mustafa Kemal, Enver'e şu tekliflerde bulunmuştu: Ankara'ya gelmemelidir. Harpten sonra da bir müddet memleket iktidarını rahat bırakmalıdır.

Enver, 1920'de Mustafa Kemal'e bir mektup yollamıştı: "Bir Hristiyan Kızıl Ordunun yardımı kötü sonuçlar doğurur. Ben Dağıstan ve Kafkasya Müslümanlarından kuvvet toplıyarak ilkbaharda size yardıma geleceğim. O zamana kadar dayanın. Güçlükler içinde imişsiniz. Ruslardan medet ummayın. Masrafları kısmaya bakın!" Bu bir çeşit direktif vermekti. Ama 4 Ekim 1920'de amcası Halil Paşa'ya yazdığı mektupta içini açmıştır: "Yapılacak iş Osmanlı saltanatını federasyon olarak yaşatmaktır. İngilizler elbet razı olmazlar buna! Onun için bir kuvvetle ilkbaharda Anadolu'ya geçeceğim. Eğer Ruslar Müslüman asker toplamıya izin vermezlerse gizli gireceğim."

Halil Paşa, Makova'da dış bakanlığında Karahan'a yazdığını, kuvvet verilmesi güç olduğu, Anadolu'ya geçerseniz seçimle iktidarı alabileceğini söylemesi üzerine Trabzon'a geçmesine izin verileceği cevabını aldığını bildirir.

Enver, Anadolu durumunun kendisinin oraya gitmesini gerektirdiğini, Rusların ilkbaharda kendisine kuvvet verip vermiyeceğini anlamasını tekrar Halil Paşa'ya yazmıştır.

Karahan, kuvvet vermeyi reddetti ve üstelik:

- Bu Anadolu'da ikiliğe sebep olacak ve ancak İngilizleri sevindirecektir, dedi.

İki hafta sonra Enver, amcasına yeni bir mektup göndermiş, bunda İslâm İhtilal Cemiyeti'nin kendi elinde olduğunu, Şükrü'ye (eski yaveri, Yenibahçeli) direktif vererek memleket içinde doğrudan doğruya kendine bağlı arkadaşlarla bir teşkilât kurmasını ve silâhlamasını bildirdiğini yazmıştır. Halil Paşa, Enver'e Anadolu'ya geçmemek öğüdü vermiştir.

Enver'in tasarladığı, Arap liderleri ile anlaşarak Misak-ı Millî disiplini altındaki Anadolu kurtuluş savaşını, Irak-Suriye-Filistin ve Türkiye arası bir federasyon yönüne çevirmekti. Kanatları yumurta akı ve patatesle korunan tek uçaklı ve tanksız Türk ordusunun karşısına İngilizleri ve Fransızları da almış olacaktık. Enver'in bu davranışı Sakarya zaferine kadar sürdü. Sonra Orta-Asya sergüzeştine atılarak Kızıl Ordu ile çarpışırken ölmüştür.

İttihatçılar da Ankara'ya haber vermeden Ruslarla yaklaşmak istemişlerdir. Fikirleri şu idi: Biz bu işi kendimiz başaramayız. Rus devrimine yanaşmalıyız. Müslüman dünyasında komünist devrimini örnek edinecek bir sosyalist ihtilâl yapmalıyız. Tarihe Yeşil Ordu diye geçen kuruluş bu düşüncenin eseridir. Yeşil Ordu Cemiyeti umumî kâtibi Hakkı Behiç, ki bir ara Maliye Bakanı idi: "Biz cemiyeti gizli kurmuştuk. Türkistan'da, İran'da, Azerbaycan'da birçok kuruluşların bulunduğunu haber almıştık. Hepsini birbiri ile bağlamak istedik," demişti. Bu İslâmlar arası geniş bir el birliği plânı idi. Batı emperyalizmine karşı büyük Doğu devrimi ile daha sıkı bir yakınlık sağlanacaktı. Sonra da eğer gene Rusya ile sınırdaş olursak (henüz değildik) bundan doğabilecek tehlikeleri önlemekti. Anadolu halkının da morali yükselecekti.

Mustafa Kemal: "Faydalı olur," diye hareketi başlangıçta tuttu. Güvendiği arkadaşlarından birkaçını da teşkilât içine soktu. Daha sonra Çerkez Ethem Yeşil Ordu'nun başlıca dayanağı sayılmıştır. Eskişehir'de Arif Oruç adındaki adamının başında bulunduğu gazete iyice solculuk karakteri almıştır. Durum tehlike gösterince Mustafa Kemal, Yeşil Ordu Cemiyetini, hayli güçlükle dağıtmak zorunda kalmıştır.

Mecliste daha azılı ve açık komünist takımı da Mustafa Kemal'e karşı idi. Bolşevikler daha ilk günlerde Meclise el atmışlardı. Lenin, emperyalizmle savaşan millî hareketleri tutmalıyız, emperyalistlerin çekildiği yere biz yerleşiriz, diyordu. İhtilâlci Moskova'nın ilk burjuva devlet olarak Ankara'yı tanıyışının mantığı budur. Daha 1919'da parçalanmış Türkiye'ye Bolşevikliğin ilk doyumluğu gibi bakan Çeçerin 13 Eylülde Türk "köylü ve işçilere çağrı" bildirisinde şöyle diyordu:

- Ülkemiz sömürücü paşaların elinde. Sizi ne asker yöneticileriniz, ne de demokrasi partileri bundan kurtaramaz. Bütün dünya emekçileri kendilerine baskı yapanlara karşı birleşmelidirler. Bu bakımdan Rusya hükûmeti umut eder ki siz Türk köylüleri ve işçileri bize kardeş elinizi uzatasınız.

O tarihte Moskova'daki Türk komünistlerinin başı Mustafa Suphi idi. Daha 1918'de partiyi kurmuş, Stalin'in güvenini kazanarak "Yeni Dünya" gazetesini çıkarmıştı. Bolşevikler Azerbaycan'ı alınca o da parti merkezini Bakû'ya götürmüş, oradan vatanlarına dönecek Türk esirlerine komünist eğitimi vermiştir. Onun çabası ile 14 Temmuz 1920'de Ankara'da üçüncü enternasyonalin merkezi kurulmuştur. Türk komünistleri daha ilk "Doğu Milletleri Birinci Kongresi"nde Mustafa Kemal'i karşılarına almışlardır. Kongre başkanı şöyle demişti:

- Başında Mustafa Kemal'in bulunduğu hareketin bir komünist hareketi olmadığını bir an bile unutmuyoruz. Bu hareketin amacı İngiliz efendilerine masadan ayaklarını çekmelerini dilemektir. Sonra da Türk ağalarının ayaklarını masa üstüne koymalarına izin vermektir. Biz Türkiye'de gerçek bir halk ihtilâli çıkıncaya kadar beklemek zorundayız.

Ankara, Rusya ile anlaşmak zorunda idi. Silâhı ondan, parayı ondan bekliyorduk. Kafkasya'daki İngilizler iki komşuyu birbirinden ayırıyordu. 1919 Mayısından 23 Nisan 1920'ye kadar iç savaşlarla uğraşan Rusya ile ilişki kuramamıştık. İlk defa Enver'in amcası eski ordu komutanı Halil Paşa para ve silâh istemek için Rusya'ya gönderilmiştir. Erzurum'dan geçtiği sırada Kâzım Karabekir, bize Rus yardımı sağlayın, demiş ve Taşnaklar yüzünden bütün kuvveti doğuda tutup batıya asker yollayamamaktan yakınmıştı. Ruslar 1920 Nisanında Azerbaycan'a girmişlerse de Ermenistan ve Gürcistan henüz Menşevikler elinde idi.

23 Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisi kurulduktan sonra Başkan Mustafa Kemal Paşa 29 Nisanda Moskova'ya ilk telgrafını çekmişti. Meclis Rusya ile daha yakınlaşmak ve bir antlaşma yapmak üzere bir heyet yollamıya karar verdi. Bekir Sami heyeti Paris'te Osmanlı delegelerine ağır barış şartları dikta edildiği sırada hareket etti. Trabzon'dan deniz yolu ile Rusya'ya geçerek 19 Temmuz 1920'de Moskova'ya vardı. Bu arada doğudaki kuvvetimiz yirmi iki bini bulmuştu. Karabekir 1920 Haziranında Sarıkamış-Kars yönünde harekete geçerek, İngilizlerin bizden alıp Ermeni ve Gürcülere verdiği toprakları geri almak, Paris konferansında Ermeni heyetine yapılan vaitlerden ve İngiliz desteğinden faydalanmıya kalkışan Ermenistan tehlikesini durdurmak istiyordu. Mustafa Kemal Moskova'ya "Emperyalist hükûmetlere karşı Rusya ile işbirliğine Türkiye'nin hazır olduğunu, Ruslar Menşevik Gürcistan'a karşı harekete geçerse Türkiye'nin de emperyalist Ermenistan'a yürüyeceğini, Azerbaycan'da Sovyet yönetimin kurulmasını kabul ettiğini" yazmış ve para yardımı istemişti. Çeçerin ise Ermenistan, Kürdistan, Lazistan, Batum ve Trakya bölgesinde bir referandumdan söz etmesi Ankara'yı kuşkulandırmış, Kâzım Karabekir'e bekleme direktifi verilmiştir. Moskova'da 22 Temmuz - 24 Ağustos arasında hazırlanan dostluk anlaşması, Dışişleri Bakanı yoldaş Çicerin Van, Bitlis ve Muş illerinin Ermenistan'a verilmesine bağlayınca, geri kalmıştır. Rusya o sırada Menşevik Ermenistan'la bir anlaşma yaparak Nahçıvan bölgesini ona bırakmıştı. 11 Eylül 1920'de bizim heyet Moskova'dan Kafkasya'ya inmişti. Bir milyon altın ruble, silâh ve cephane yardımını denizden motörlerle alıyorduk.

Heyetten Türkiye'ye gelen Yusuf Kemal (Tengirşek) Moskova'da iken Lenin'in kulağına:

- Ermenilerle anlaşma yapmakla yanıldık. Biz düzeltmiye çalışacağız. Bir yapmazsak siz düzeltirsiniz, demiş olduğunu anlattı.

24 Eylül 1920'de Ermeniler Sevres Antlaşmasındaki büyük Ermenistan vaitlerine ve Yunan saldırısına ve Çicerin'in Türk heyetine söylediklerine güvenerek ve dayanarak taarruza geçti. 30 Eylülde Sarıkamış'ı aldık. Ruslar ve Gürcüler anlaşmalı olduklarından ordu Kars'a yürümeği sakıncalı gördü. Fakat Mustafa Kemal ancak Kars ile bir çözüm yoluna gidilebileceği kanısında olduğundan vekiller heyeti 11 Ekimde harekete devam etmek kararını verdi. Kars'ı aldık. Gümrü Antlaşmasını yaptık. Ermenistan'ın Bolşevikliği de sağlanmış olduğu için Lenin, Mustafa Kemal'e dostça ve tutarca bir telgraf çekti. Menşevik Gürcistan elindeki Ardahan, Artvin, Ahıska ve Batum'u almıştık. Sovyetlerle anlaşma sonunda Batum ve Ahıska Gürcülere bırakılmıştır.

Bu zaferle Ankara'nın itibarı kadar Rus sevgisi de artmıştı. Bir hayli milletvekili rejimin hâlâ komünistlikte ayarlanmamasından şikâyetçi idiler. "Ne bekliyoruz? Niçin komünizmle halka yeni bir ruh aşılamıyoruz? Hangi mal, hangi servet kaldı ki korkalım?" diyorlardı.

Belediye bahçesinde masa masa açıkça propaganda yapılmakta idi. Kalpak üstünde kırmızı renk ve boyunlarda kırmızı kravat moda olmuştu.

- Sen de mi komünistsin?

- Rusya'dan başka nerde umut var. Sevres Antlaşmasını okudum. Bizi çorak steplere atmışlar. Burada bile serbest değiliz. Yokluğumuz fermanı çıkmıştır. 20.000.000 Yunanistan kurulma yolunda. Bu hâlde iken başımdaki çuhanın rengini neden sorarsın?

Meclis içinde ve dışında Tokat Milletvekili Nazım, Bursa Milletvekili Şeyh Servet ve Afyon Milletvekili Şükrü alabildiklerine çalışmakta idiler. Meclisteki teşkilâtlanma Sovyet elçisinin eseri idi. Büyükelçi Medivani Ankara'ya kadınlı erkekli iki yüz kişi ve telsiz cihazları gelmişti. Daha önce Kars'ta bir iki gün yerine bir ay kalıp propagandaya koyulmuştu. Ankara'da Kurşunlu Cami yanında biri geniş birkaç ev tutmuştu. At sırtında kırlarda gezintiye çıkar, şehrin içinden kalabalıkla ve gürültü ile geçerdi. Direktifçi bir hâli vardı. El altından Meclisteki partizanlarını çoğaltmış, kırmızı çuhalı kalpak sayısı artmıştı. Yeşil Ordu ve Ethem'i iyice avcu içine aldığı anlaşılmakta, Arif Oruç'un "Yeni Dünya"sı Ankara'da satılmakta idi. Meclistekiler artık işi açığa vurmuşlardı. Bir gün Tokat Milletvekili Nazım Hacıbayram yakınlarında yeni açtıkları kulübe birçok kimseleri çağırdı. Kapıda karşılayıcı Şeyh Servet'ti. "Mecliste bir grup yapalım. Memleketin buna ihtiyacı var. Komünistlik İslâm esaslarına uygundur. Ebubekir komünisttir. Müslüman olduktan sonra bütün varını yoksullara dağıttı idi," diyordu.

Anadolu'da teşkilâtlarını yapmak için Rusya'dan dört yüz bin altın almak için Mustafa Suphi ile haberleştiler. Moskova ise bu işleri Radek'in kontrolü altında ancak Mustafa Suphi'ye emanet edebilecekti. Mustafa Suphi arkadaşları ile Trabzon'a geldi. İç duruma o kadar güveniyordu ki Ankara'ya:

- Üçüncü Enternasyonalin Türkiye ile işbirliği yapması için çalışacağız. Fakat bu sırada sosyal devrim esaslarını hazırlamak üzere propaganda yapacağız. Eğer menfi davranırsanız yardımdan mahrum olursunuz, diyordu.

Çerkez Ethem onlarla idi: "Yurdun Kafkastır, uludur oymağın" diye başlıyan bir marşı bile vardı.

İş çığrından çıkmak üzere idi. Mustafa Suphi ve on yedi arkadaşı Yahya Kaptan'la adamları tarafından bir takaya bindirilerek denize atılmışlardır. Meclis komünistleri vatana hiyanet suçu ile İstiklâl Mahkemesi'ne verilmişlerdir. Mecliste partizanları üçte bire çıkmışken dokunulmazlığının kaldırılması görüşmesinde yapayalnız kalmışlardı.

Mecliste altmış yaşındaki Isparta Milletvekili Mehmet Nadir Bey de İtalyan casusluğu ile yargılanmıştır. "Niçin casusluk yaptın?" sorusuna şu cevabı vermişti: "Yunan ordusu ilerliyordu. Çetelere güvenmiyorduk. Bir araya geldik. Kurtuluşu İtalyanlara sığınmakta bulduk."

Mecliste Mustafa Kemal'den kuşkulanan en tehlikeli ve azgın grup muhafazakâr takımı idi. Mütareke yıllarında Osmanlıca irtica dediğimiz gericilik İstanbul'da da, Anadolu'da da alıp yürümüştü. İttihatçılar şer'iye mahkemelerini Şeyhülislâmlık dairesinden adliye dairesine taşımayı devrimsi bir hareket saymışlardı. Yukarda yazdığım üzere bu taşınma bile geri alınmıştı. İstanbul Maarif Nazırı okuma kitaplarından "Türk" kelimelerinin kaldırılarak yerine "Osmanlı" sözü konmasını emretmişti. Ankara'da Maarif Vekilliği resim dersini çizgi dersine çevirmiş, alabildiğine yeni medrese açmıştı. Anadolu'da Tanzimat'tan da öncesini hatırlatan bir hava vardı. Şair Akif, sarıklı hocalardan çoğu, Trabzon Milletvekili Ali Şükrü bu grupta idiler. Ali Şükrü, bir deniz kurmayı olduğu hâlde en azılı olanlardan biri idi. 26 yaşında Meclise gelmişti. Cür'etli ve atılgandı. Bir sağlık kanunu tartışmasında: "Kadınlarımızdan ne ister bunlar? Yüzlerini açtırmıyacağız!" diye haykırmıştı. İstiklâl Marşı'nı yazan şair Akif Mecliste bir defa ağzını açmıştı: Neden sivil gazete "Hâkimiyet-i Milliye"ye ödenek verilmiş de Şeriatçı Sebilürreşad dergisine verilmemiştir, kavgasında bu yardımı esirgiyenlere "Dalkavuklar!" diye bağırmak için!

Sıhhiye komisyonunda o vakitler Anadolu'yu saran frengi illetini önleme tedbirleri arasında evlenecek kadınların daha önce muayene edilmesi için kanun hazırlanmıştı. Gericiler hemen, bir bakire kadın hekime gösterilemez, diye ayaklanıverdiler. Bir hoca, evlenecek olanı ebe kadın görür, hekime gördüklerini söyler, lâzımsa, hekim ilaç verir, diye teklif etti. Komisyon sözcüsü Dr. Emin Bey dayattığı ve tartışma sırasında bir hocaya tokat attığı için az daha linç edilecekti.

1920 Nisan 20'sinde İkinci Mahmud'un Rumlardan taklit ettiği fes için dışarıya milyonlarca lira verildiğini ileri sürerek kalpağın başlık olarak seçilmesini ileri süren bir teklif yüzünden kıyamet koptu:

- Hayır, hayır.

- Fes Türkün ruhuna yerleşmiştir.

- Fas ve Tunus İslâmları fes giyer.

- İslâm dünyası için fes alâmet-i farikadır, hücumları arasında teklif reddedilmiş,

- Yaşasın fes!

- Yaşasın kalpak! çığlıkları arasında Meclis birbirine girmiştir.

Men-i müskirat adlı içki yasağı kanunu deniz kurmayı Ali Şükrü'nün teklifi üzerine bir şeriat kanunu olarak çıkmıştır. Maliye Vekili boş hazinenin bu yüzden yirmi milyon lira daha kaybedeceğini boş yere anlatmaya çalıştı:

- Ağır vergi koyalım, diyordu.

Hatta kiliselerde dinleri gereği Hristiyanların şarap bulundurma hakkı bile tanınmamıştır. Bir hoca:

- Kiliseleri meyhaneye çevirip Müslümanları soyarlar, diyordu.

Başkanlık eden Hoca Vehbi, Hadd-i Şeri denen dayak cezasını da teklif etti. İlk defası için 80 değnek vurulacaktı. Bir milletvekili:

- Yahu dört kadeh içene dört kere seksen sopa! Nasıl dayanır buna insan! diye haykırdı.

Gericiler için Meclis de hükûmet de geçici idi. İlk fırsatta Osmanlı meşrutî saltanat sistemine dönülecekti. Mustafa Kemal'in gelecekte yeni bir rejim kurma korkusunda gerici olmıyanlar da onlarla birlikti. Kâzım Karabekir tanıdıklarına:

- İdare tek ele doğru gitmektedir, diye şikâyet ediyordu.

Kuvvetler birliği üzerine yapılan ilk anayasa tartışmaları ağır olmuştu. Bir hukukçu Mustafa Kemal'e:

- Sizin kurmak istediğiniz sistem hiçbir hukuk kitabında yoktur, demesi üzerine Mustafa Kemal:

- Uygulanıp denemeden geçen işler prensip ve kaide hâlîne gelirler. Ben yapayım, siz kitaba yazarsınız, cevabını vermişti.

22 Haziran 1920'deki Yunan saldırısı sonunda Burhaniye-İvrindi-Soma-Akhisar, Salihli-Nazilli cephesindeki çok zayıf millî cephemizin iki günde çökmesi ve iki hafta içinde Yunanlılar Nazilli-Akşehir-Bursa hattına kadar ilerlemesi ve üçüncü bir saldırı ile Uşak ve Doğu Trakya bölgesi de düşman eline geçmesi üzerine Mecliste muhalefet alabildiğine azıttı. Mustafa Kemal'in cepheden Ankara'ya koşması bu yüzdendir. Hamdullah Suphi (Tanrıöver) gibi yakın arkadaşları ile bile sert tartışmalar zorunda kaldı.

Artık nizamlı ordu devrine girmenin ve Ethem çetesini de ordu içine almanın sırası gelmişti. Mecliste ordu fikrini tutmıyanlar çoktu. Milis kuvvetleri ile savaşa devam etmek daha uygun olacağını ileri sürenler arasında komutanlar bile olduğu bilinen bir şeydi.

Mantıklı bir düzen millî kurtuluş savaşını doğu ve batı cephelerine ayırmak, ikisini bir başkomutanlığın emri altına vermekti. Mustafa Kemal:

- Bu doğrudur ama bir geri çekilişte yenilen ben olursam başka sermayemiz kalmaz, diyordu.

İstanbul, Ankara'yı yıkmak için Yunan saldırısına bel bağlamıştır. Adliye Nazırı Ali Rüştü Efendinin, gazete muhabirinin:

- Hükûmet Yunan ordusu tarafından yapılan hareketleri protesto etmek niyetinde midir? sorusuna:

- Hükûmetimiz Mustafa Kemal taraftarlarını resmen mahkûm etmiş ve hilâfetle vatana hain olduklarını ilân etmiştir. Vazifesi asilere lâyık oldukları cezayı vermekti. Kendi programımız içinde bulunan bir hareketi nasıl protesto ederiz? cevabını verdiğini yazmıştım.

Nazır:

- Bazı haberlere göre Mustafa Kemal taraftarları arasında anlaşmazlık baş göstermiştir, sorusuna da:

- Bu söylentilere dair henüz bir resmî havadis almadık. Fakat doğru olduğu fikrindeyim. Halk barış ve sükûnet istemektedir, cevabını vermişti.

Gerilla Devrinin Sonu

Ordu devrine geçmezden önce gerilla devri özelliklerinin bir özetini yapalım: Bir zamanlar Topal Osman Karadeniz kıyılarının destan kahramanı idi. Pontus Rum Krallığını kurmak için silâhlanan çeteler, Türk köylerine ölüm, talan ve ateş saldıkları zaman, karşılarına o ve onun gibi yiğitler çıktı. Yunan istilâsının ilk aylarında Türk halk edebiyatı Demirci Efe'nin şöhreti ile çalkalanmıştır. Atlı çetelerinin başında yıldırım hızı isyandan isyana koşan ve hepsini olduğu yerde bastıran Çerkez Ethem, bir gün Millet Meclisinde göründüğü vakit bütün milletvekilleri onu ayağa kalkarak selâmladılar ve alkışladılar.

Yalnız Anadolu için değil, İstanbul hükûmeti ve düşman için de bu bir çeteler devri idi. Başta Anzavur olmak üzere, memleketin hemen her köşesinde halifeci şefler saf halk yığınlarını kışkırtmakta, Konya'da olduğu gibi, fırsat elverince hükûmete bile el koymakta idiler.

Halifenin fetvalarına göre Topal Osman'lar, Demirci Efe'ler ve Çerkez Ethem'ler asi, Anzavur'lar kahraman, Anadolu hocalarının fetvalarına göre de Mustafa Kemal ve Büyük Millet Meclisine karış koyanlar asi, onları vuranlar kahramandı.

Eğer devlet otoritesinin bu çözülüp dağılışı Ortaçağ'ın sonlarına doğru olsaydı, çete reislerinden her biri yeni beylikler kuracaklar, ya Anadolu'yu aralarında bölüşecekler, yahut içlerinden biri rakiplerini yenip yeni bir devlet banisi (kurucusu) olacaktı.

Hâlbuki başlarında komutanları ile doğu cephesinde kuvvetlerimiz, şurada burada fırkalarımız ve alaylarımız da vardı. Çeteler sözde, fakat onlar geçrekten Büyük Millet Meclisi hükûmetinin emrinde idiler. Ayrıca niçin daha önceden nizamlı ordu millî dayatış hareketlerine hâkim olmamıştır? Niçin, nizamlı ordu millî dayatış hareketlerine hâkim olabilmek için Kuvay-ı Milliye çetelerini vurmak lâzım gelmiştir?

İçlerinden yalnız Topal Osman kuvveti Mustafa Kemal'in muhafız kıt'ası olarak İzmir zaferinden biraz sonraya kadar ayakta kalmıştır. Zaferin ilk günleri İzmir'e vardığım vakit Topal Osman'ı Buca'da görmüştüm. Söz arasında:

- Ah Mustafa Kemal Paşa o kadını bana verse de karşı koymak nedir, ona göstersem... diyordu.

Bahsettiği kadın Halide Edip Hanımdı. Karşı koymak dediği şey de, Halide Edip Hanımın her türlü şiddet hareketlerini önlemek için Başkomutan ve cephe kumandanından daimî dileklerde bulunması idi.

Bir defasında da: "Mustafa Kemal Paşa'dan bir şey isterim. İstanbul'a gidince çadırlarımı Fener'de kurayım," diyordu. Fener, Rum Patrikhanesi'nin bulunduğu semtin adıdır. Daha sonra İstanbul'a gelip Beyoğlu caddesinde dolaştığı zaman da, çarşaflı, peçesi açık bir kadın görmüş:

- Biz bu karıları böyle görmek için mi dövüştük? diye mırıldanmıştı.

Karadeniz kıyılarının bu destan kahramanı, sonuna kadar Mustafa Kemal'e bağlı kalan, çetesinin adamlarına Çankaya'da ve köşkle şehir arasındaki yolda nöbet bekleten Topal Osman da, en sonunda, nizamlı ordunun kıt'a komutanlarından İsmail Hakkı Tekçe tarafından ve Mustafa Kemal'in emriyle Çankaya sırtlarında vurulmuştur.

Sonra, uzun yıllar, bu hikâyeleri Atatürk'ten, İnönü'den, rahmetli General İzzeddin Çalışlar'dan, Başkomutanlık ve Garp Cephesi Karargâhında bulunanlardan merakla dinleyip notlar almıştım.

Kuvay-ı Milliye çetelerinin başında kahramanlar da, haydutlar da, sahtekârlar da bulunmuştur. Kahramanlardan pek çoğunun adı unutulmuştur. Bunlar görevlerini bitirince yuvalarına çekilmişler, zaferden sonra da ne edebiyattan, ne devletten hizmetlerinin ödenmesini istememişlerdir.

Bazıları sadece kahramandır. Bazıları, kahraman-haydut karışımıdır. Bununla beraber 1920-1921 yılı arasındaki yer yer ayaklanmalar, bu çete kuvvetleriyle bastırılmıştır. Bir defa yirmiden fazla yerde çıkan isyanlardan birinin ucu Ankara sırtlarına dayanmıştı. Başka isyanların, İstanbul hükûmetinin de, Büyük Millet Meclisi hükûmetinin de emri geçmiyen, nüfuzu olmıyan büyük doğu bölgeleri dışında olduğunu unutmayınız.

Bir çete reisi kimdir? Bazen bu Ethem gibi bir çavuştan ibaret. Ethem, kuvvetlerini kendisi toplamıştır. Silâhlarını kendi bulmuştur. Bu kuvvetleri besliyecek parayı kendi sağlamıştır. Astığı astık, kestiği kestiktir. Ethem'e kanundan, mahkemeden, meşruluktan bahis açılamaz. Bir isyan bastırmıştır. Dönüşte kendi adamları Ankara çarşısında sırmalı kuşaklar satar. Her uğradığı yerde, çarşılar talandan geçer. Ambardan devlet malı tütünleri alıp mektepli bir subayın komutasında neferleriyle Ankara'ya satılmaya gönderir. Maliye Vekili, devlet malıdır, der. Sattırmamak ister. Ethem: "Seni gelip asarım," diye telgraf çeker. Sonra İsmet Bey'i cephede görünce:

- Senin hatırın için gelip de asmadım, der.

Bir başka öfkesinde Ankara valisini asmaya kalkar. Etrafına topladıklarına Mustafa Kemal'i, Meclis önünde sallandıracağını söyliyerek övünür. Hatta, başucunda yalnız onu fazla ve fuzulî gördüğü için, istasyondaki evine giderek hasta yatağında Mustafa Kemal'i öldürmek ister. Fakat binanın etrafı Mustafa Kemal'in muhafızları tarafından sarılıp kendisi için de kurtulmak imkânı kalmadığını anlayınca, yanındakine Çerkezçe bir şeyler söyliyerek vazgeçer.

Bir köyde birini öldürmüştür. Cinayete köylülerden birkaçını da katmıştır. Bu suçlular artık onun kulu kölesidirler. Çetesinin sadık erleridirler. Herhangi bir alay veya tümende bulunan bir subay komutanı tarafından cezalandırılacağını anladığı vakit, gidip onun kuvvetlerine girer. Ethem'den bu kaçaklardan hiçbirini geri almak mümkün olmamıştır.

Ordu kurulsa ve çeteler kalksa, Mustafa Kemal askerî kuvvetlerin başına geçecektir. Millet Meclisindeki birçok hasımları bunu istemez. Bazıları da, samimî olarak, ancak gerilla yapılabileceği fikrindedirler. Hepsi çete şeflerini tutarlar. Elde bir bahane daha vardır: Millet Birinci Dünya Harbinden bitkin çıkmıştır. Ordu yapmak, seferberlik yapmak demektir. Vergi almak, bütçe yapmak demektir. Bunları başarabilir miyiz? Hayır! Ordu aleyhindeki propaganda İstanbul'da ve batı illerinde o kadar kök salmıştır ki subaylardan bile millî kuvvetlerde görev almayı tercih edenler çoktu. Birtakımı da ordunun eğitim ve disiplin sıkıntısından uzakta kalmak isterdi.

Bundan başka iç isyanlarda ordu kuvvetleri bir türlü başarı gösterememişti. Bazı isyan bölgelerine giden birlikler ellerinde halife fetvalarını tutanların tekbirleriyle karşılanmışlar, güler yüzle misafir edilmişler ve geceleyen baskın yapan asiler bu birliklerin silâhlarını alıp dağıtmışlardır. Hâlbuki yaşlı, tecrübeli ve gönüllü çeteciler, her türlü fesada karşı koymuşlardır.

Ama bu çeteler de, bir yandan, asker ve para toplamışlar, keyfi cezalandırmalar, yağmalar yüzünden itibarlarını kaybetmişler, bir yandan da düşmanın nizamlı ordusuna karşı hiçbir başarı kazanamadıkları için, ordu kurmak ihtiyacını sonunda iyice hissettirmişlerdir.

Bir gün kardeşiyle seferlerinin birinden dönen Ethem:

- Bir düzine adam astık, demişti.

- Tabiî muhakeme ettiniz, diye sorulunca, birbirlerine bakıştılar. Dış görünüşü kurtarmak için ezbere bir ilâm düzdürülmüş, o sırada düzme de olsa ölümleri bir ilâma bağlamak, soyma, vurma da olsa alınan paralar için kuru senet verdirilmek bile büyük bir ilerleme sayılmıştır.

Kahramanlıkları gibi, çetelerin zulümleri de dillerde destandı. Çete şeflerinden biri, Topal Osman bir gün bir kaymakama kızmış, eline kazmayı vermiş:

- Burada bir çukur kaz! diye emretmiş, derinlik kıvamını bulunca:

- Gir içine! demiş ve kaymakamı kendi eliyle kazdığı mezara gömmüştü.

Bir defasında bir çete reisinin, içindekilerle beraber yaktırdığı evden, bir ananın dışarı attığı çocuğu soğukkanlılıkla kucaklayıp tekrar aleve doğru fırlattığı görülmüştür. Gemi ocağına kömür yerine sürülenlerin hikâyesi uzun müddet tüylerimizi ürpertmişti.

Ah bu vatan, bu vatan, ne güç şartlar içinde, dosta karşı ve düşmana karşı, ne uzun, ne çetin sabır ve çile işkencesinden sonra kurtarılmıştır. O zamanları görmemiş olanlar, vicdanın unutulmasını emrettiği bu hikâyeleri, Mustafa Kemal ile onun medeniyetçi fikir arkadaşlarını iyi tanımamız için yazıyorum.

Biraz da İstanbul havasına dönelim:

Beyoğlu'nda İngiliz karargâhına uğrıyalım, Yüzbaşı Armstrong'la bir defa daha görüşelim. Armstrong der ki:

''Londra'da iken Türkiye'deki yanılmalarımızın sebebini anlamak istedim. Fakat boşuna uğraştım. Londra'da sanılıyordu ki Türkiye'ye ait kararlar İstanbul'da verilmektedir, İstanbul'da ise bunun aksi sanılmakta idi. Asıl mesele harp ruhunun sönmüş olmasında idi. Hiçbir sınıfta kuvvet kullanmak hevesi yoktu. 'Kızıl bayrak' tahrikleriyle çalkalanan İngiliz adalarının yanı başında İrlanda ateş içinde idi. Hükûmet dış politika ile uğraşmaya vakit bulamıyordu. Yakınşark'a önem verilmiyordu. Yeni bir Türkiye'nin doğduğu, müttefikler karşısında dayanabilecek bir kuvvet meydana geldiği anlaşılmıyordu. Şark işlerini bilmeyen Lloyd George'u güden duygu ve düşünce, Gladston'kârî Türk düşmanlığı idi. Yunanistan büyümeli ve İngiltere ile yeni büyük Yunanistan'ın menfaatleri birleştirilmeliydi. Lloyd George'un bilgisi, eski Yunanistan'ın şairleri ve filozofları olmuş olmasından ibaretti. Bir defa Clemenceau demişti ki: 'Lloyd George'un okumak bildiğini biliyorum, fakat okuduğundan şüphe ediyorum.' Venizelos'un sihrine kapılan Lloyd George'a göre Yunanistan, Avrupa ve Anadolu'da eski şan ve şerefine kavuşacak, Boğazlar'ı Avrupa'ya açık tutacak, Akdeniz'de İngiltere ile beraber yürüyecekti. Yunanistan oyun bozanlığa kalkarsa, İngiltere donanması onu uslandırmaya yeterdi. Lloyd George'un aldandığı nokta, Yunanlıların kendilerine verilen görevi başarabilecek güçte olmadığı idi.

''Birbiri arkasından gelen üç ağır çarpma, Lloyd George'u uyandırmalıydı. Biri, bir maymun ısırması ile ölen Kral Aleksandır'ın yerine Yunanlılar Kral Kostantin'i getirmiş, Venizelos'u düşürmüşlerdi. Fransızlar Yunanlılara yardım etmekten vazgeçerek Türk milliyetçileri tarafını tutmuşlardı. Bolşevikler Vrangel ordusunu yenerek güneydeki son ihtilâl düşmanı kuvvetleri denize döktüklerinden beri, Mustafa Kemal Lenin Rusyasında yeni bir yardımcı bulmuştu.

''Durumun gerçeği anlaşılmadan Sevres Antlaşmasının uygulanmasına geçilmiştir. Birçok komisyonlara ben de katılmıştım. Her taraftan iyi iş aramaya gelen küçük büyük rütbede subaylar, Türkiye'nin, Kitchner devrindeki Mısır gibi, yeni feldmareşaller yetiştirecek bir yeni fırsat yeri olacağı fikrinde idiler. Türkiye'de işler Sir Charles Harrington'un reisliği altında yürütülecekti. Komisyonlarda generaller, albaylar ve subaylar doluydu. Kitaplar, haritalar, diyagramlar çizilip duruyordu. Hepsi boş, hepsi lüzumsuzdu. Sevres Antlaşması kuvvet kullanılmadan uygulanamazdı. Müttefikler ise kuvvet kullanamaz hâlde idiler. Yunanlılar Türklerle başa çıkamıyacaklardır. İngiltere yalnız İngiltere'yi düşünmek zorunda idi.

''İstanbul, bu şehri dünyanın hiçbir tarafı ile temas ettirmiyen bir Yunan duvarı ile çevrili idi. Her tarafta Yunanlılar vardı. Bunlar Karadeniz'den Marmara'ya, Marmara'dan Çanakkale'ye ve Akdeniz'e kadar bütün kıyıları tutmuşlardı. Gelibolu yarımadası ile Trakya da onların elinde idi.

''Mustafa Kemal artık bir İstanbul hükûmeti kalmamış olduğunu ilân etmesine rağmen Sevres Antlaşmasının uygulanma hazırlıkları devam etti.

''Bir gün Dolmabahçe Sarayı'na yakın olan Beşiktaş iskelesinden bir kayığa binerek Üsküdar'a gidiyordum. Sular henüz sisli idi.Güneş doğmamıştı. Boğaz'ın kıyılarına beyaz köşkler, saraylar, camiler ve duvarlı bahçeler sıralanmıştır. Birçoğu haraptı.

''Üsküdar'a giderken akıntı bizi Yunan zırhlısı Averof ile hemşiresi Kılkış'ın yanından geçirdi. Bir nöbetçi baktı. Ben bu gemilerin burada emniyetle durabilmelerine şaşıyordum. Müttefiklerin tarafsız bölge ilân ettikleri yerde idiler. Hasım tarafından hiçbirinin gemisi burada duramazdı. Yunanlılar Osmanlı başkentini üs diye kullanmakta, buradan Karadeniz ve Marmara kıyılarına akın ederek Türk köylerini ateşe tutmakta idiler. Türklerin de bu gemileri batırmaya girişmediklerine şaşıyordum. Küçük bir çabayla batırılmaları mümkündü.

''Üsküdar eski bir tuhaf yerdir. Caddeleri, Beyoğlu sokakları gibi dik ve dolambaçlı. Evlerinin damlarına yağan yağmur geçenlerin başlarına dökülür. Üsküdar iptidaî, mutaassıp, garip ve henüz on yedinci asırda yaşayan bir yer. Mesafece Avrupa'nın biraz ötesinde iken asrımızdan üç asır geriydi.

''Üsküdar mutasarrıfı şişman, tembel ve yetersiz bir adam. Benimle Türkçe konuşmaktan utanarak Fransızca söylemek isterdi.

''Padişahla birlikte kalanlar böyle işe yaramaz adamlar, iyi Türklerin çoğu Mustafa Kemal ile beraber.''

Sizleri İngiliz karargâhının havası içine sokmaktan maksadım belli. İtilâf devletleri Yunanlıları yalnız bizim illerimizi alıp kendi vatanına katmak değil, kendi davalarını da yürütmek için Anadolu'ya çıkarmışlardır.

Ahval öyle gelişiyor ki İtilâf devletleri Türkiye'ye karşı uygulanacak politikada artık beraber değildirler. İtalya karmakarışıktır. Zati Yunanlıların Anadolu'ya yerleşmesini de kıskanmıştır. Fransa Suriye'deki toprak kazançlarını yeter görmektedir.

Mustafa Kemal, Misak-ı Millî andı ile Türk davasını öz Türk vatanı sınırları içine aldığı ve İrredantizm yapmadığı için, Osmanlı saltanatı mirasçılarının Anadolu hareketinden bir korkusu yoktur.

Artık Yunanlılar, kendi ordulariyle Anadolu'ya boyun eğdirmek zorundadırlar. Mustafa Kemal de Yunan ordusunu yenerse, Türkiye'yi kurtarmış olacaktır.

Bu küçük bir ordu değildir. Ve elbette iyi komutanların yönetimindeki nizamlı bir ordunun savaşları ile yenilebilir. Kuvay-ı Milliye devri görevini bitirmiştir. Büyük Millet Meclisi hükûmetinin ve ordusunun devri gelmiştir.

Nitekim millî çeteleri kolaylıkla sürüp dilediği bölgeleri işgal eden Yunan ordusu, Büyük Millet Meclisi ordusu ile Birinci ve İkinci İnönü harplerinde duraklıyacak, Sakarya harbinde duracak ve geri dönecek, Afyon ve Dumlupınar harplerinde ise mahvolacaktır.

ORDU DEVRİ

Ordu

İstanbul hükûmetinin Ankara'yı içinden yıkmak için son başarılarından biri Konya'da Delibaş isyanını çıkarmaktır. Beş yüz kadar asker kaçağı toplıyan Delibaş, önce Çumra'yı, sonra Konya'yı bastı. Beyşehri ve Akşehir ilçelerinden de ayaklanma haberleri geldi. Bu son isyanlar fedakârca harekete geçen komutanlarımızca bastırılmıştır.

Batı cephesi kurularak çetelerin de ordu içine alınacağı haberleri Ethem ve kardeşleri ile Meclisteki partizanları harekete geçirmiştir. Mecliste:

- Ordudan fayda yok. Hepimiz Kuvay-ı Milliye olalım, yollu propaganda aldı, yürüdü.

Bu günlerde bir yenilgi Mustafa Kemal'in işine yaramıştır. Gediz'deki Yunan tümeninin ordu ile bağsız kaldığını ileri sürerek bir taarruz yapılmasını istiyen Ethem ve kardeşlerini destekleyen batı cephesi komutanı Ali Fuad Paşa (Cebesoy) Ankara'ya bir teklif yaptı. Genelkurmay bu teklifi doğru bulmadı ve reddetti. Taarruz buna rağmen iki tümenimiz ve Ethem kuvvetleri ile birlikte yapılmıştır ve yenilmişizdir. Yunanlılar bir karşılık olarak Yenişehir ve İnegöl'ü işgal ettiler. Suçlu orduya göre Ethem, Ethem'e göre ordu idi. Bu taarruzun yapılması için Meclisteki bütün gerilla partizanları da seferber olmuşlardı.

Gerilla devrinin en fırtınalı günlerini geçiriyorduk. Mustafa Kemal Paşa batı cephesini ikiye ayırarak Albay İsmet'le Albay Refet'in komutası altına vermişti. Genelkurmay Başkanlığı Albay İsmet'in üstünde idi. Refet'i can düşmanı bilen ve Konya'da kendine karşı hazırlık yaptığını öğrenen Ethem iyice huylanmıştı.

Albay İsmet'in komutası altındaki birliklere ilk emri şu idi:

1- Komutanlar ihtiyaçları olan parayı cepheden istiyeceklerdir. Hiçbir sebeple ve hiçbir ihtiyaç için halktan para istemiyeceklerdir.

2- Komutanlar ihtiyaçları olan askeri cepheden istiyecekler ve kendileri memleket içinden ne asker toplıyacaklar ne askere gelmiyenleri kovuşturacaklardır.

3- Komutanlar halktan hiç kimseyi tutuklamıyacak ve yargılamıyacaklardır. Şikâyetlerini cepheye bildireceklerdir. Cephe komutanından başka hiç kimsenin idam hükümlerini oylamaya ve uygulatmıya yetkisi yoktur.

Bu bildiri doğrudan doğruya Ethem gibi, Demirci Efe gibi çete başlarını amaç edinmekte idi. İlk önce Ethem, Mustafa Kemal Paşa'ya bir telgraf çekerek bundan böyle raporlarını Meclis Başkanlığına vereceğini ve yalnız ondan emir alacağını bildirmiştir. Mustafa Kemal Paşa ordu ile çeteler arasında bir çatışma için hazırlanılmasını emretti. Asıl isteği ise bu çatışmayı önlemek ve çetelerin ordu ile kaynaşmasını sağlamaktı. Bunun için son dakikaya kadar çalıştı.

Ama işler kötü gitmekte idi. Herhangi bir birlikte bir subay veya er suç işlerse hemen Ethem kuvvetlerine katılıyordu. Onlar da hiçbir suçluyu birliğine geri göndermiyorlardı. Ethem kuvvetleri herhangi bir depoya veya cephaneliğe istedikleri zaman gidip istediklerini alıyorlardı. Anadolu içinde suçlu saydıkları vatandaşları kendi adamları ile kovuşturuyorlardı. Ordu karargâhı ile Ethem kuvvetleri karargâhı aynı kasabada bulundukları vakit birbirlerine karşı güvenlik tedbirleri alıyorlardı. Bir defa Eskişehir'de uzun bir konuşmadan sonra Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Bey aynı vagonda kalmışlar, İsmet Bey üniforması ile asker karyolasına uzanmış ve uyandığı vakit Mustafa Kemal Paşa'nın sabaha kadar uyanık beklediğini görmüştü. Mustafa Kemal Paşa:

- Şimdi sen çalışmaya başla, ben Ankara'ya döneceğim, demişti.

Mecliste çok kimseler eğer çeteler ortadan kalkarsa, ordusu ile baş başa kalan Mustafa Kemal'le baş edilemiyeceği fikrinde idiler. Cephe komutanlığından pek kuşkulanan Ethem'in kendi anlattığı şu olay o günlerdeki havayı pek iyi kavratmaktadır: "15 kadar muhafızımla ve doktorumla trene binerek Kütahya'dan Eskişehir'e gittim. Maksadım cephe komutanı ile karşı karşıya anlaşmazlıkları görüşmekti. Bundan sonra da Ankara'ya gidip Mustafa Kemal Paşa ile konuşacaktım. Pek uygunsuz giden işlerin bir yola girip giremiyeceğini anlamak istiyordum. Akşamdan önce Eskişehir'e vardım. Kendi yerimde dinlenirken Kuvay-ı Seyyare'de Yüzbaşı İsmail Hakkı Efendi çıkageldi. İzinli olarak Eskişehir'de bulunuyormuş. Kendisine şu emri verdim:

- Git bak. İsmet Bey karargâhında ise kendisini gör. Görüşmeye geleceğimi haber ver.

Yüzbaşı gitti, bir saat sonra geldi. Güneş batmıştı. Bana şu cevabı getirdi:

- Karargâh komutanını gördüm. Ordu komutanının işi varmış. Bu akşam kimseyi almayınız, diye emir vermiş. Yarın gelirlerse görebilirler, dedi komutan.

Bu cevap beni büyük hayrete düşürdü. Düşünceye daldığımı gören ve henüz ayakta duran yüzbaşının şu sözleri ile uyandım:

- Efendim, Kuvay-ı Seyyaremizin ordudaki 'irtibat zabiti' ile dün konuşmuştum. Onun söylediğine göre İsmet Bey bugünlerde hastaneden çıkmış Kuvay-ı Seyyare subaylarına rasladığı zaman onlara hakaret etmek için bahane arıyormuş. Ben de karargâh subayından nezaketsizce bir muamele gördüm.

Bu sözler, acısı altında inlediğim hastalığın gerdiği sinirlerim üzerinde öyle bir kırbaç tesiri yaptı ki, hiçbir taraftan ciddîlik ve samimîlik eseri görmediğim bu ortaklık hayatına bir son vermeliyim, bu artık kaçırılmıyacak bir fırsattır, yeter ki İsmet Bey'le buluşayım, hele beni hafife aldığını göreyim, diye düşündüm ve içimden böyle bir hâl karşısında ne yapacağıma da karar vermiştim. Oturduğum yatağımdan fırladım. Arkadaşlarıma:

- Arkamdan gelin! dedim.

Hep birlikte sokağa fırladık. Karargâh oturduğum eve uzak değildi. Yürürken en güvendiğim arkadaşlardan ikisine bazı direktifler verdim. Karargâh kapısına yaklaştık. Çifte nöbet bekliyen askerler emir almış olacaklar ki:

- Yasaktır efendim, nöbetçi subayına haber verelim, dediler.

Birisi zili çalmak istedi ise de önlendi. Nöbetçilerin yanına arkadaşlarımdan dördünü bırakarak ötekilerle Nizamiye kapısından içeri daldım. Bu atakla İsmet Bey karargâhının kapısı bizim elimize geçmiş demekti. Hızla İsmet Bey'in bulunduğu ikinci kata çıktık. Yaver ve kurmaylar odasının kapısına bakan merdivenin başına iki nöbetçi diktikten sonra kendimi koridorun sonundaki komutanlık odasının kapısında buldum. Onların kapısını vurmakla açıp içeri girmekliğim bir oldu. Arkadaşlarımı koridorda bıraktım.

İsmet Bey koltukta idi. Karşısında ayakta levazım subayı duruyor, yüksek sesle kendisine bir şeyler söylüyordu. En son işittiğim kelimeler 'Kuvay-ı Seyyare' idi. İsmet Bey beni görünce şaşırmış hâlde ayağa kalkarak kısa bir duraklama geçirdi. Sonra gergin adımlarla bana doğru geldi. Yüzündeki şaşkınlık gülümsemeye çevrilmişti. Ellerimi tutarak, nabzımı yoklıyarak, kollarımı okşayarak:

- Ne vakit teşrif ettiniz? Sizi ateşli ve sıkıntılı buldum. Rahatsızlığınız nasıl? diye beni masaya doğru çekti. Karşı karşıya oturduk. İsmet Bey'e:

- Beyefendi izin veriniz de levazım reisiniz bizi yalnız bıraksınlar, dedim.

İsmet Bey'in işareti üzerine reis elindeki kâğıtları masanın üzerine bırakarak çıktı. Ben hemen şunları söyledim:

- Samimîlikten eser kalmıyan aramızdaki münasebetlere son vermiye geldim. Şu günlerde aleyhimdeki maskeli ve maskesiz hareketlerden maksat nedir? Eğer bana ve Kuvay-ı Seyyare'ye ihtiyaç kalmamışsa açıkça söyleyin, hemen dağıtayım. Görüyorsunuz ki hastayım. Kafaca vücutça dinlenmiye ihtiyacım var. Ben sizinle açık görüşüyorum ve böyle cevap vermenizi istiyorum.

İsmet Bey:

- Allah şu fesatçıların cezasını versin, dedi. Samimî söylüyorum ki ben sizi Fuad Paşa'dan daha çok seviyorum. Emin olunuz, memleket müdafaasında size ve kuvvetlerinize lüzum kalmadığı inancında değilim. Fakat görüyorum ki bire bin katan nifakçılar sizi hakkımda şüpheye düşürmüşler. Bütün bu anlaşmazlıkların eskisi gibi ortadan kalkmasını istiyorum. Ben sizin gibi arkadaşların fedakârlığına güvenerek ordu komutanlığını alıp geldim. Önce şunu söyleyim ki sizi hizmetlerinize uygun düşecek bir askerî üniforma içinde görmek istiyorum. Rütbenin derecesini siz tayin ediniz. Karar vermek ve emrini almak benim vazifemdir. Refet Bey meselesine gelince İstiklâl Mahkemesi'ne verdiğiniz dosyayı geri aldırınız. Bu yargılamanın bırakılmasını rica ederim. Refet Bey sizi daima takdir etmiştir. Size istediğiniz yerde tarziye verecektir.

İsmet Bey kulaklarını avcunun içine almış, gözlerini gözlerime dikerek vereceğim cevabı bekliyordu. İltifatına teşekkür ettim. Rütbe meraklısı olmadığımı söyledim. 'Sırası düşünce zararlı gördüğün bazı vatandaşların, hatta bazı akrabamın idam kararlarını imza ettim. Rütbe alırsam küçülürüm. Ben bu lütfa kuvvetlerinle çalışan subayları lâyık görürüm,' dedim. Refet Bey'e gelince o mahkemede beraat etmesine imkân olmıyan bir sanık olduğu için Dahiliye Vekili olması bile doğru değilken nasıl olurmuş da Güney Cephesi Komutanlığına gönderilirmiş? Yarın Ankara'ya gideceğim. Dönüşte tekrar bu meseleyi görüşmek isterim. Karargâh komutanımızı da uyarmanızı rica ederim. Bu akşam size karşı biraz nezaketsizce hareket etmekliğime o sebep olmuştur."

Ethem: "İsmet Bey'in konuşması tasarladığımı yapmaktan beni vazgeçirdi" diyor. Bu tasarladığının ne olduğunu derinleştirmeye hacet yok. Bir müddet sonra Ethem'in nasıl bir ruh hâli içinde olduğunu Mustafa Kemal Paşa ile Ankara'dan Eskişehir'e geldiği zaman daha iyi anlıyacağız.

Ethem, ertesi gün Ankara'ya gitti. Ankara'da bütün nifakçılar etrafını sarmışlar, Ethem'i alabildiğine kışkırtmışlardı. "Nasıl, sen Mustafa Kemal'e güvenme, dediğimiz vakit bize inanmamıştın. Senin için ne düşündüklerini görüyorsun!" diyorlardı. Mustafa Kemal'i ise üzgün bulmuştu. Mustafa Kemal: "Siz Kütahya'dan ayrıldıktan sonra kardeşiniz Tevfik Bey'le cephe komutanı arasında anlaşmazlık artmıştır. Acele Kütahya'ya dönmelisiniz," diyordu. Tevfik Bey Kuvay-ı Seyyare bölgesine gönderilen kaymakam İbrahim Bey'i komutası altındaki süvari kuvveti ile birlikte geri göndermişti. Sözde İbrahim Bey Kuvay-ı Seyyare aleyhine bildiriler dağıtmıştı. Tevfik Bey: "Bize şerefsizlik isnat eden sizin gibi bir komutanı bundan sonra tanıyamam, sizinle münasebetlerimi kesiyorum," diyordu.

Tevfik, Ankara'dan Ethem'e de bir telgraf çekerek, gel işi düzelt, yoksa ben bu şartlarla bu görevde kalmam, bundan böyle de fesatlık yapanların karargâhıma yollanmasını emrettim, hepsini muhakemesiz ve kayıtsız şartsız idam edeceğim, diyordu.

Cephe komutanının Kuvay-ı Seyyare'ye karşı tutumu meydanda idi. Ethem bu telgrafı aldığı gece Nazilli'den Demirci Efe kendisini telgraf başına çağırdı. Efe diyordu ki: "Bundan iki buçuk ay önce Konya isyanı üzerine oraya gönderilmiştim. Miralay Refet Bey'le çalıştıktan sonra Nazilli'ye döndüm. Dinlenmeye ihtiyacım olduğundan kendim köyümde kaldım. Kuvvetlerimi cepheye göndermiştim. Konya'dan döndüğümde apaçık görüyorum ki şahsıma karşı entrikalar çevrilmektedir. Yanımdakiler bile bile aleyhime kışkırtılmaktadır. Refet Bey'den dün bir telgraf aldım. Askerî birliklerden birine komuta etmek üzere Konya'ya gel, diyor. Benim bulunduğum yer cepheye Konya'dan daha yakın. Sonra ordu birliğine benim komutan olmaklığım ne demek? Ben bunda bir samimîlik görmüyorum. Bilmem siz ne dersiniz?" Ethem şu cevabı verdi: "Refet Bey'in istediğini yapıp yapmamak senin bileceğin şey. Onu benden daha iyi tanıman lâzım. Yakın vakte kadar sizinle beraber bulunmuştur. İhtiyatlı bulun. Ben de bu meseleyi Meclis yolu ile halletmek için Ankara'ya gelmiştim. Fakat Mecliste bir şaşkınlık var. Bu uygunsuzluklara tam bir son vermeden Kütahya'ya dönmek zorundayım. Sür'atle dönüşüm Kuvay-ı Seyyare ile cephe arasında bir fenalığa meydan vermemek içindir. Refet Bey'i geri aldırmak yolu ile meseleyi halletmek isteyen mebuslar var. Refet Bey İstiklâl Mahkemesi'nde sanıktır. Yörük Ali ile aranız nasıldır? Birkaç gün önce bir mektubunu almıştım. Cevap veremedim. Cevabımda bize sadık kalmasını tavsiye edeceğim."

Her şey yoluna konacağı söylendiği için Kütahya'ya gitti. İsmet Bey Eskişehir'de olmadığından onunla görüşemedi.

İngilizler Anadolu'ya asker yollamak ve Yunanlılara yardım niyetinde değil idiler. Venizelos Yunanistan'ın kendi ordusu ile İzmir ve hinterlandını ele geçirmeyi başaracağını söylemişti. Ülke dışındaki Yunan zenginlerinden de büyük yardım görmüştü.

Yunan taarruzu yalnız işgal bölgesini genişletmekten ve kuvvetleri yayıp dağıtmaktan başka sonuç vermeyince İngilizler bir barış taarruzuna geçtiler. Padişah ekim başlarında Damat Ferit'i çekerek yerine ihtiyar vezir Tevfik Paşa'yı getirdi. İzzet ve Salih paşalar da kabinede idiler. Yeni hükûmet Serves Antlaşmasını hafifletme ve İngilizlerle anlaşma umudu belirdiğini bildirerek Ankara'yı yumuşatmaya kalkıştı. Uzaktan haberleşme ile sonuç almayınca İzzet ve Salih paşalar bazı önemli şahsiyetlerle birlikte Mustafa Kemal Paşa ile buluşmak istediler. Mustafa Kemal kendilerini Bilecik'te bulacağını yazdı.

Ethem tehlikesi de o aralık durmalı ve Kuvay-ı Seyyare'nin başı boş bırakılmamalı idi. Mustafa Kemal Kütahya'da Ethem'e şu telgrafı çekti: "İstanbul'dan Ankara'ya gelmek üzere yola çıktıklarını bildiren İzzet Paşa heyetinin karşılanması için Meclis tarafından bir heyet gönderilmesini ve bu heyet arasında sizinle benim de bulunmaklığımızı arkadaşlar uygun bulduklarından rahatsızlığınıza rağmen hususî trenle Ankara'ya dönmenizi bekliyorum."

Atatürk'e göre Ethem ve Tevfik kardeşler isyan etmeğe karar vermişlerdi. Cephede Tevfik Bey fırsat aramakta idi. Ankara'da kardeşi milletvekili Reşid Bey ve Ethem takımı hareketlerini buna göre ayarlıyorlardı. Önce cephe komutanını itibardan ve makamından düşürmek, orduya hâkim olmak, ondan sonra Meclis havasını lehlerine çevirerek başarıyı tamamlamak lâzımdı. Mustafa Kemal cephede ve Ankara'da her türlü tedbirleri aldırdıktan sonra Ethem'i davet etmişti. Sonuna kadar kendilerini yola getirmeye çalışacak, olmazsa son kararını verecekti. Ankara'ya gelen Ethem'i ve kardeşi ile bazı şahsiyetleri yanına alarak önce Eskişehir'e gitmek ve orada İsmet Bey'le buluşarak görüşme açmak istiyordu. Ethem hastalığını ileri sürerek beraber gidemiyeceğini bildirmesi üzerine Dr. Adnan'ı (Adıvar) yoklamıya gönderdi. O da rahatsızlığının doğru olduğunu söyledi ise de Mustafa Kemal ısrar etti. Beraber trene bindiler. Gidenler arasında Kâzım Paşa (Özalp) ve Celâl Bayar'dan başka Ethem'in güvendiği Hacı Şükrü de vardı. Mustafa Kemal diyor ki: "Henüz ben uykuda iken tren Eskişehir'e vardı. Daha önce İsmet Bey'in Bilecik'te bulunduğunu öğrenmiştik. Eskişehir'de uyandığım zaman trenin niçin durduğunu sordum. Yaverlerim arkadaşların kahvaltı yapmak üzere istasyon karşısındaki lokantaya gittiklerini ve gelmek üzere olduklarını söylediler. Çabuk gelmeleri için haber yollattım. Birkaç dakika sonra, hazırız, dediler. Bütün arkadaşların gelip gelmediklerini sordum. Herkes hazırdı ama, Ethem ve bir arkadaşı yoktu. Ethem Bey olmaksızın Bilecik'e gitmemizde bir fayda yoktu. Daha önce ve hususî görüşmemiz lüzumlu olduğundan ben de bir iki istasyon ileri giderek buluştuk."

Hikâyeyi burada bırakarak Ethem'in anlattığını dinliyelim: "Ankara'da trenden inince Meclis yakınındaki otelde Hacı Şükrü Bey'in yatağına uzandım. Biraz sonra kabine ve Meclis üyelerinden bazıları yoklamıya geldiler. Biraz sonra Mustafa Kemal Paşa ile Dr. Adnan Bey de geldi. Adnan Bey beni muayene etti. Ateşimin yüksek olduğunu ve dinlenmem lâzım geldiğini söyledi. Mustafa Kemal Paşa ayakta söylenenleri dinliyordu. Bir ara Adnan Bey'e şöyle dediğini işittim: 'Üç dört saat sonra, karşılama heyeti ile biz de hareket etmek zorundayız. O zamana kadar ateşi düşürecek çareler bulunuz. Trende yataklı ve hususî bir yerin Ethem Bey için hazırlanmasını temin ediniz. Gelen heyet her hâlde Ethem Bey'i de aramızda görmelidir.' Mustafa Kemal Paşa bunları söyledikten sonra ayrılıp gitti. Bu defa paşanın yüzünde bir anormallik gözüme çarpar gibi oldu. Acaba gelen heyete çok mu önem vermekte idi? Yoksa bana karşı içinde kurduklarının bir belirtisi mi idi? Bunları düşünecek hâlde değildim. Adnan Bey'in verdiği ilaç da ateşimi biraz sonra düşürmüştü. Mustafa Kemal Paşa gittikten sonra gelen mebuslar beni uyarıyorlardı. Şahsıma karşı bir şey tasarlandığında şüphe etmek istemiyor gibi idiler. Vakti gelince istasyona giderek Mustafa Kemal Paşa ile buluştuk ve Eskişehir'e doğru hareket ettik. (Ethem burada beraber giden heyettekilerin adlarını saymaktadır. Yalnız Kâzım Paşa'nın adı eksik.) Mustafa Kemal Paşa'nın elli kişilik sivil bir müfrezesi, benim ise on beş kişi kadar adamım ve yaverim vardı. Bunlar ayrı ayrı kompartımanlarda idiler. Mustafa ayakta durarak sağlığımı soruyor, sonra ayrılıp gidiyordu. Yüzünde bana karşı güler yüzlülüğün samimî olmadığını gösterir bazı belirtiler görüyorsam da derinliğine varamıyordum. Dik bakışlı gözlerinde sözlerinin zayıflığını okuyordum. Tren güneş doğarken Eskişehir istasyonuna geldi. Trenin burada su gibi ihtiyaçları için bir müddet duracağını tahmin ediyordum. Bilecik'e yetişmek için aceleye lüzum yoktu. Bu sırada trenden inmiş olan yaverim dönüp geldi. Ordudan iki subayın benimle hususî görüşmek istediklerini söyledi. 'Tren burada iki üç saat kadar kalacak, daha iyi dinlenebilmek için şehirdeki makamınıza gitmeniz uygun olmaz mı? Aynı zamanda sizi görmek istiyen subayların ne söylemek istediklerini de öğrenirsiniz!' dedi. Trenden yanımda gelenlerle birlikte indim. Şehirdeki yerime geldim. Kendi subayım beni görmeye gelenlerin birliklerini ve adlarını haber verdi. Beni neden görmek istediklerini sordum. Şu cevabı verdi: 'Efendim Ankara'ya gittiğiniz günden beri ordu birlikleri arasında tertipli değişiklikler var. Dün gece hususî trenle İnönü'nden hücum taburunu Eskişehir'e getirdiler. Aynı zamanda başka bir piyade alayı da Kütahya yolu üzerindeki Porsuk Nehri köprüsüne yakın bir yerde yerleştirilmiştir. Çok gizli tutulmak istenen bir faaliyet var. İsmet Bey iki günden beri Bilecik tarafında. Ne olduğu bilinmiyen bu hâller karşısında Eskişehir halkı da telâşlı ve heyecanlı. Bazı vefalı ordu subaylarından sızan haberlere göre bu tertiplerin hepsi sizin içindir. Bu iki subay da bu maksatla sizi görmeye ve uyarmıya gelmişler. Bana biraz açıldılar. Söyledikleri benim anlattıklarıma uygun. Kendilerini getireyim, siz de görüşün.' İki subayla konuştum. Aldığım bilgilere göre şu kanaati edindim: Ustaca tertiplenen bu tren yolculuğunda herhangi bir noktada çalımına getirebilirlerse, ben ve lüzum olursa az olan adamlarım ortadan kaldırılacaktık. Yolda buna imkân bulunmazsa Bilecik istasyonuna vardığımızda seçme bir müfreze ben ve yanımdakileri çevirecek, diri olarak teslim olmazsam ölü olarak ele geçirileceğim. Eskişehir'e getirilen taburun vazifesi halkta ayaklanma olursa onu bastırmak, Porsuk köprüsü yakınlarında dikilen piyade alayının vazifesi de Kuvay-ı Seyyare Eskişehir üstüne yürürse onu önlemektir. Ben bu bilgileri edindikten sonra işi talihe bırakmayı uygun bulmadım. Hemen güvendiğim arkadaşlarımdan birini odama çağırdım. Şu direktifi verdim: Dikkati çekmiyerek açık göz bir arkadaşı silâhsız olarak istasyona gönder. Vazifesi bizi getiren treni gözaltında bulundurmak. Mustafa Kemal Paşa ile dışardan gelip buluşanları sıkı bir kontrol altında tutmak. Dikkati çekecek küçük bir hâl oldu mu, hemen bana haber yetiştirmek. İkinci bir arkadaşa da şu emri verdim: Kuvay-ı Seyyare'den olup da izinli olarak burada bulunan veya tedavi için gelip de iyileşen güvenilir adamlardan beş altı kişiyi silâhlandırıp buraya getirecek. Bunlar size katılacaklar ve hemen harekete hazır bulunacaksınız. İki arkadaşı salona çıkıp yolladıktan sonra odama döndüm. Kararım şu idi: İstasyona sür'atle dönmek, Mustafa Kemal'le lâzım geldiği gibi görüşmek ve kendisini kapana sıkıştırmak."

O sırada heyetten birkaç kişi geliyor. Merak etmişler. Hatır sormuşlar ama, kaygılı ve düşünceli imişler. Neden Ethem trenden indi ve şehre niçin geldi, diye! Aralarından biri salona giren iki silâhlıyı görür. "Gözleri velfecri okuyor," der. Ethem bu adamdan emindi, teklif etsem hemen bana katılacaktı, diyor. Hacı Şükrü olmalı idi.

Heyetten başka biri Mustafa Kemal'den selâm getirdiğini ve kendisini beklediğini söyler. Ethem istemeksizin bu gelene soğuk davranmıştı. Etrafta gördüklerinden şüphelenen bu kimse heyetten olanlara:

- Paşanın bir siparişi var. Ben hemen gideyim, siz de gelirsiniz, dedi ve gitti.

Ethem de ziyaretçilere:

- Siz de buyrun, ben arkanızdan geliyorum, dedi.

Ve hemen salona çıktı. Bekliyen adamlarına:

- Kaç kişisiniz? diye sordu.

- Silâhlı olarak 17 kişiyiz, cevabını verdiler.

"Haydi düşelim yola, diyerek evden çıktık. İstasyona doğru biraz yürümüştük ki karşıdan birinin koşarak geldiğini gördük. Yaklaşınca tanıdım. Gözcülük vazifesi verdiğim arkadaşımızdı. Nefes nefese idi. Sormaya vakit bırakmadan söyledi:

- Tren hareket etti.

- Heyet yetişti mi?

- Hayır efendim, istasyona geldilerse de binemediler.

Kontrole gelen ve bir ısmarlama bahane eden tam vaktinde haber ulaştırmış olmalı idi.''

Belli ki Ethem büyük bir şaşkınlık içinde idi. İstasyonda treni ve Mustafa Kemal'i bulsaydı ne yapacaktı? Mustafa Kemal'in de hazırlıklı olduğuna şüphe yoktu.

Ethem'in kendi ağzı ile de anlattığı ikinci hesaplaşma atılışıdır bu. Birincisini Mustafa Kemal'den dinlemiştim. O da bir istasyonda, fakat ayrı şartlar altında geçmiştir. Mustafa Kemal henüz Ankara istasyonundaki evde idi. Rahatsız olduğu için odasında yattığı sırada Ethem ve kardeşinin gelmek üzere olduğunu haber vermişler. Ethem'in Mustafa Kemal'i başlarından atmak istiyenlerce iyiden iyiye doldurulduğu günlerde idi. Mustafa Kemal: ''Ethem'le kardeşi odama geldikleri vakit penceremden görülecek gibi evin etrafını askerle sarınız,'' emrini verir ve tabancası yastığının altında, soğukkanlılıkla bekler. Ethem kapıya ve merdiven basamaklarına adamlarını koyarak odaya girer: ''Yatağımdan yarı doğruldum. Tüfekleri ile gelip karşımda oturdular. Mecliste çok dedikodu varmış. Dış ve iç politika iyi gitmiyormuş. Bunun sonu ne olacakmış. Ağır ağır, tavrımı bozmadan kendilerine iç ve dış durum üzerine düşündüklerimi söylemeye koyuldum. O sırada dışardan sarıldıklarını da görmüşlerdi. Kardeşi Ethem'e Çerkezçe bir şeyler söyledi. Benimle konuştuklarından hoşnut kalmış gibi görünerek gittiler.''

Kardeşinin adını söyledi mi idi, hatırlamıyorum. Fakat Tevfik idi.

Mustafa Kemal istasyon olayı akşamı Eskişehir'e döndü. Kalan arkadaşları ile bir lokantada yemek yediler. Ethem yoktu. Rahatsız olduğunu söylediler. Hâlbuki İsmet Bey'in karargâhında hep birlikte konuşulacaktı. Kardeşi Reşid Bey, Ethem'in rahatsız olduğunu söylerken karargâhtaki toplantıya gelebileceğini de söylemişti. Yemekten sonra karargâha gidilince Mustafa Kemal, Ethem'in ne zaman geleceğini Reşid'e sordu. Reşid kısaca:

- Ethem Bey bu dakikada kuvvetlerinin başındadır, dedi.

İsmet Bey, Tevfik'in serkeşliğini anlatıyor, Reşid Bey kendisi ve kardeşleri adına cevap veriyordu. Konuşması sert ve saldırışçı idi. Kardeşleri birer kahramandı. Hiç kimsenin emrine giremezlerdi. Herkes bunu böyle kabul etmek zorunda idi. Mustafa Kemal'i dinliyelim: ''Dedim ki bu dakikaya kadar sizinle eski bir arkadaşınız olarak ve lehinize bir sonuç almak için görüşüyordum. Artık arkadaşlık sıfatım son bulmuştur. Şimdi karşınızda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ve hükûmetinin reisi bulunmaktadır. Devlet reisi sıfatı ile garp cephesi komutanına ne yapmak gerekse yetkisini kullanmasını emrediyorum."

İsmet Bey de: ''Ben onu yola getirmeyi bilirim,'' deyince avazı çıktığı kadar bağırarak konuşan Reşid Bey durumun ciddîliğini görerek sığınırca bir davranış aldı. İleri gidilmemesini, kardeşlerinin yanına giderse bir çare bulacağını ileri sürdü. Maksadı kardeşlerini aydınlatmak, zaman kazanmaktı. Buna rağmen teklifini kabul ettiler. Kâzım Paşa da, Reşid'le birlikte gidecekti. Hareket ettiler.

Mustafa Kemal sonra Bilecik'te İzzet ve Salih paşalarla buluşmaya gitti. Kendisini:

- Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükûmeti reisi... diye tanıttıktan sonra:

- Kimlerle konuşuyorum? diye sordu.

Salih Paşa kendisinin Bahriye ve İzzet Paşa'nın Dahiliye Nazırı olduğunu söyleyince, Mustafa Kemal, İstanbul'da bir hükûmet tanımadığını, eğer öyle bir hükûmetin temsilcileri olarak görüşeceklerse kendisinin buna katılmıyacağını bildirdi. Sıfat ve yetki söz konusu edilmeksizin konuşma açıldı. Mustafa Kemal, bir müddet sonra, kendilerinin İstanbul'a dönmelerine izin vermiyeceğini, birlikte Ankara'ya gideceklerini haber verdi. Gelenlerin şahsiyetlerinden faydalanmayı düşünüyordu. Ajans yolu ile de paşaların ve heyetin Ankara rejimine katıldıklarını ilân etti.

Bu sırada Ethem ve kardeşleri kuvvetlerini arttırmak, Ankara çevresinde hazırlıklar yapmak, Mustafa Kemal'i oyalıyarak cepheyi ele geçirici tertiplere girişmek yolunu tutmuşlardı. Meclisteki adamlarını da olanca güçlerini seferber etmişlerdi. Mustafa Kemal eğer bazı şartları kabul ederse, Kuvay-ı Seyyare'nin olduğu gibi kalmasına izin verileceği vaadine kadar uysalca davrandı. Son defa Kütahya'ya bir heyet de yolladı. Ethem ve kardeşleri bu heyeti diledikleri gibi kullanmışlar, telgraf çektirmişler, heyet üyeleri Ankara'da kendilerine daha faydalı olacaklarını söyliyerek güçlükle ellerinden kurtulmuşlardır. Bu arada İsmet Bey'i ve Refet Bey'i cepheden çektirmek için Mecliste kıyametler kopmuştur. Ethem partizanları ile Mustafa Kemal'e karşı olanlara göre bütün sorumluluk Ethem'le pek iyi anlaşan Ali Fuad Paşa'nın cephe komutanlığından alınmasında idi.

Sonunda Mustafa Kemal vekiller heyetinden bir türlü yola gelmiyen Kuvay-ı Seyyare'nin asker kuvveti ile serkeşliğini önlemek kararını almış, çetin bir çarpışmadan sonra Ethem kuvvetleri bozguna uğratılmış ve kendisi de Yunanlılara sığınmıştır. Ethem'den orduyu gocunduran son vesika kendisi tarafından İstanbul'a çekilen bir telgraftır. Ethem ''Kongre'' adını verdiği Büyük Millet Meclisini dağıtacağını bildiriyordu. Bursa taraflarında bir sınır istasyonundan çekilmek istenen telgraf memur tarafından İstanbul'a değil, İsmet Bey'e gönderilmiştir. Daha önce Refet Bey Demirci Efe'nin köyünü basmış, kaçan efe bir müddet sonra sığınmıştır. Ethem'in Yunanlılara teslim olduğu zamanki çırpıntıları arasında bir ahbabının şu sözü hatırlamıya değer:

- Canım Napolyon bile fitne fesat içinde kaldı. Başka çare bulamadı. Karşısındaki düşmanlara teslim olup esirlik ve sürgün hayatı içinde öldü.

Yağmalar, darağaçları ve baskınlar kahramanı Yunanlılara sığınınca daha bir iki gün önce Mustafa Kemal Mecliste kürsüye çıktığı vakit onu Ethem gibi bir kahramanı feda etmekle suçlıyanlar, şimdi, Mustafa Kemal ''Ethem'' ve ''Reşit'' isimlerine ''Bey'' sıfatını ekleyince:

- Hayır, hayır onlara bey diyemezsiniz, hain deyiniz diye bağırıyorlardı.

Mustafa Kemal:

- Ethem için pekiyi... Fakat Reşid Bey henüz Meclisimiz üyesidir, dedi.

Bir nefeste Reşid'in milletvekilliğini üstünden alıverdiler.

Yozgat isyanını bastırır gibi Ankara devletini ortadan kaldırmaya kalkan ve ara sıra: "Bolşeviklik nasıl olsa bizde de olacaktır. Önce biz kuralım", hayallerine kapılan sergüzeştler kahramanı Yunanlı elinde postsuz koyuna dönmüştür: ''1920 Şubatının sonları idi. Susurluk'a gelen kardeşim Tevfik Bey, Kaymakam Aleksandır, Teğmen Yorgiyadis, Şevket Bey, ben ve birkaç arkadaşım trene binerek İzmir'e hareket ettik. İstasyonlarda durdukça yerli Müslüman ve Rum halk, kimi nefret ve hakaretle, kimi sevinçle bize bakıyordu. Kırkağaç istasyonunda kolu başçavuş işaretli biri içeriye girerek bana Rumca ve Türkçe küfürler etti. Aleksandır ile Yorgiyadis seslerini çıkarmıyorlardı. Çavuşun etrafında Yunan askerleri gittikçe artıyor, küfürler çoğalıyordu. Gelen inzibatlar çavuşu alıp götürdüler.''

Türk ordusunda Mustafa Kemal komutanlarının emri altına, hatta imtiyazlı bir birlik başında kalmak kibrine dokunan bir çetebaşının şerefli sonu bu idi.

Pek güç şartlar içinde nihayet Büyük Millet Meclisi'nin nizam ordusu kurulmuştur. Gerilla devri sona ermiştir.

İşte Birinci İnönü Savaşı bu güç askerî ve siyasî şartlar içinde olmuştur. Kuvvetlerimizin bir kısmı artık Yunan safları arasında idi. Ordu 5 Ocağa kadar Ethem'i kovaladı. Yunanlılar 6 Ocakta bütün kuvvetleriyle kıt'alarımıza karşı taarruza geçtiler. Birinci İnönü Harbi kazanılmalıydı. Rahmetli İzzettin Paşa, Atatürk'ün pek sevdiği ve güvendiği komutanlarımız arasındadır. İyi ve gözü pek bir asker, pek dürüst bir vatansever, Mustafa Kemal'in de âşıkı idi. İsmet İnönü'nün şöhretini ve hizmetini küçültmek için, Birinci İnönü zaferini söndürmeye uğraşan zamane politikacılarını ölünceye kadar affetmemiştir. Son yazısında diyordu ki: ''Bu muharebe tam bir zaferimizdir. Birtakım kalemler bu zaferi Yunanlılar gibi, hiçe saymak istemişlerdir. Yunanlılar bu muharebeden kendilerini Aksu-Dimboz müstahkem hattına atarak kurtulabildiler.''

Asıl sevinç Mustafa Kemal'de idi. Birinci İnönü zaferi olunca: ''Bu muharebe ile pek çok şey kurtarılmıştır!'' demiş, sonra bu sözünü şöyle tamamlamıştı: ''Hayır, her şey kurtarılmıştır!''

Mustafa Kemal gibi askerlik sanatını âdeta mukaddes sayan, tam askerliğini takındığı vakit yakın dostlarını tenkit etmekten ve nefret ettiği düşmanlarının hakkını vermekten çekinmeyen bir adam, Birinci İnönü'nde ilk ordu zaferiyle ne kazanılmış olduğunu bilmekte idi.

Bu savaşın yıldönümünde Garp Cephesi Komutanı İsmet Paşa'ya ''Akşam'' gazetesi adına bir tebrik telgrafı yollamıştık. İsmet Paşa'nın cevabı bugün de okunmaya değer: ''Birinci İnönü'nde şehit olanlar, memlekette nizamı ve cephede ordu ile müdafaayı temin için feday-i hayat etmişlerdir. Hiçbir muharebenin şehitleri bu kadar fevkalâde şartlar içinde ve o derece dünyevî, hatta uhrevî menfaatlerden azade olarak feday-i hayat etmemişlerdir.''

Çünkü halifenin fetvalarına göre Anadolu türedilerinin emirlerine uyarak Yunanlılarla dövüşenler şehit sayılmak şerefinden ve hakkından mahrum idiler.

Teşbihte hata olmaz derler. Mareşal Petain İkinci Dünya Harbinde Almanlarla işbirliği ettiği için Fransız vatanseverleri tarafından idama mahkûm edilerek bir zindan köşesinde ölmüştür. Fakat Mareşal Petain'in Birinci Dünya Harbinde Fransız ordusuna kazandırdığı şeref, bir millî şeref olarak kalmıştır. Hatta o şeref Petain'in adından ayrılmamıştır. Hiçbir Fransız politikacısı, Petain'in ne kadar kötü bir Fransız olduğuna kendi milletini inandırmak için, Fransız tarihinin bir şerefine hakaret ve iftira etmeyi düşünmemiştir.

İsmet İnönü'nün 1938'den sonraki politikasını haklı veya haksız olarak sevmiyenler yahut, onunla haklı veya haksız bir geçmişi olanlar, vatana yaptığı son fenalık Türk milletini İkinci Dünya Harbine katılarak bugün bir demir perde peyki olmak faciasından kurtaran bu devlet ve politika adamını kötülemek için, İnönü savaşlarını Türk tarihinden silmeye kadar gitmişlerdir.

İnönü savaşları, çete devrinden çıkan Anadolu'nun nizamlı ordusu ile ilk kazandığı zaferlerdir. Bu iki zaferin arkasından Sakarya, onun arkasından da Afyon ve Dumlupınar gelir. Sakarya, Afyon ve Dumlupınar, sadece yüksek bilgili sanatçı komutanların emri altındaki nizamlı ordular tarafından başarılabilecek tarihî savaşlardır. Gerilla işleri değildir.

Bir Fransız Kuvay-ı Milliyesi de vardır. Dayatma edebiyatı ve bu sıradaki şeref yarışmaları hâlâ, Fransız edebiyatını süsler, durur. Ama Fransa Normandiya kıyılarında karaya çıkan nizamlı orduların zaferi ile kurtulmuştur.

Unutulmamalıdır ki, Birinci İnönü Savaşı, cephe gerisinde orduyu istiyenler ve istemiyenler arasındaki kavga ile aynı günlerde olmuştur. Şahsî rakiplikler ve hırslar yüzünden davanın kazanılması ile kaybedilmesi oynak talihin küçük bir cilvesine bağlı kaldığını öğrenmek şimdi bile tüyler ürpertici bir şey değil midir?

Mustafa Kemal'in, iç kargaşalıklar arasında umutsuzluğu yenecek bir lider olmak için hep bildiğimiz vasıfları vardı. Fakat Türkiye'yi kurtarmak için bir ordusu olmalıydı. Sonunda komutanlık vasıflarını göstermek fırsatını bulmalıydı. Alaylarının başında bilgili ve sanatlı komutanlar, fırkalarının başında kumandanlar, kolordu ve ordularının başında kumandanlar, nihayet hepsinin başında kendisi bulunmalıydı.

Bu ordu, Ethem üzerine yürüyüşten Birinci İnönü zaferi kazanılıncaya kadar süren beş on kat'î çalışma günlerinin eseridir.

Kolay şöhret, güç sanatın şerefini daima kıskanmıştır. Bir kasabada asileri temizliyen bir çeteci karargâh masasının başındaki kurmay başkanı için: ''Bu adam da kim?'' der. O adamın kalemi kurtuluş zaferinin plân taslaklarını hazırlamaktadır. Baskıncı ya bir alaylı subay, yahut ona yakın bir şeydir. Hatta bu Atatürk'ün sık sık:

- Simple soldat... diye eğlendiği kültürsüz, görüşsüz, sanatsız ve çala pala vurup kırıcı bir kumandan da olabilir:

Sonra harp, kıdemleri ve nizamname hiyerarşilerini altüst eder. Bir harbe general giren emekli çıkar, yüzbaşı giren general çıkar. Harp, zekâ, irade ve sanat taşlarını ileri süre süre, oyun tahtasının üstünde nihayet birkaç taş kaldığı görülür.

Fakat bu kader, kıdem gururlarının sonuna kadar hırslanmalarını yatıştırmaz. ''Nutuk''un bu türlü şahıs hikâyeleri içine doğrusu hiç girmek istemiyordum. Bu hikâyeleri, insanî ve tabiî de buluyordum.

Ancak Mustafa Kemal ayarında bir süvarinin, seferde, kendini dilediği konağa eriştireceğinden şüphe ettiği atlara hatır için binmesi akla gelir şey midir?

Mustafa Kemal son derece hesapçı idi ve bir başarı hesapçısı idi.

Birinci İnönü ile Kuvay-ı Milliye'nin başıbozuk devri son bulduktan, ordu ve Meclis otoritesi kurulduktan sonra, Mustafa Kemal saray ve Bab-ı âli ile her türlü pazarlığı kesti. Artık hakikî devlet reisi idi.

İstanbul'da Tevfik Paşa hükûmeti vardır. İtilâf devletleri Vahdettin ve Damat Ferit tertipleriyle Anadolu'nun yıkılmıyacağını ve Sevres Antlaşmasının olduğu gibi uygulanılmıyacağını anlamışlardır. İstanbul düşünür ki madem Yunanlılar zayıflamışlardır, madem büyük devletler zor kullanabilecek hâlde değildirler, ne olur, Mustafa Kemal de inadından vazgeçse, İstanbul ve Ankara anlaşsalar, Sevres Antlaşmasını şimdilik ne kadar mümkünse o kadar yumuşatsalar, gerisini tarihin gidişine bıraksak...

Nitekim bu fırsat da çıkmıştır. Büyük devletler Londra'da Türkler ve Yunanlılarla bir arada konuşmak üzere bir konferans toplamaya karar vermişlerdir. Osmanlı delegeleri arasında Ankara temsilcilerinin de bulunmasını şart koşmaktadırlar. Bir yanda Birinci İnönü, bir yanda Londra konferansı var. Herkesin içinde bir umut ve gönüllerin ta içinde:

- Ah bir uzlaşsak, bitirsek... sesi.

Mustafa Kemal ise Misak-ı Millî der, ne Nuh ne Peygamber demez. Sadrazam Tevfik Paşa'ya aksi cevaplar verir. Türk Milletini yalnız Büyük Millet Meclisinin temsil ettiğini söyler ve Ankara delegelerinin İstanbul heyetine asla katılmıyacaklarını bildirir. Tevfik Paşa gibi vatanın hayrını isteyen şahsiyetler eğer bir şey yapacaklarsa, Mustafa Kemal'e göre, Vahideddin'den Büyük Millet Meclisini tanıdığını gösterir bir irade almalıdırlar. Tevfik Paşa gerçekten vatanın hayrını isteyen bir ihtiyar vezirdir ama, İstanbul'da padişahın bir hükûmeti kalmamak gibi ihtilâlci bir fikir onun bütün anlayışlarına aykırıdır. Misak-ı Millî'yi daha o ve arkadaşları şüphesiz bir ham hayal saymaktadırlar. Yunanlı ve yabancı ordular Türkiye'nin her yerinden çekilip gidecekler, İzmir'i, İstanbul'u, Edirne'yi kayıtsız şartsız Büyük Millet Meclisi hükûmetine teslim edecekler, Türkiye'nin kayıtsız şartsız bağımsızlığını tanıyacaklar. Yoksa ordularımızla düşman topraklarındayız da onlara şartlarımızı mı dikte ediyorduk?

İstanbul'dakilere ve Büyük Millet Meclisinin yüzde yüz Mustafa Kemalci olmıyanlarına göre Anadolu ne Yunan ordusunu ve yabancı kıt'aları yurdumuzdan atabilir, ne de İngiliz donanmasını denizlerimizden kovabilir. Memleket bir Enver'den öteki Enver'e çatmıştır. Biri imparatorluğu harbe soktu, batırdı, biri de nasılsa elimize geçen güzel imkânları tehlikeye sokmaktadır.

Nasıl mı? Fakat bu güzel imkânları yaratan adam Ankara'dadır. Bu güzel imkânlar uğrunda halkın damarlarından, oluktan su akar gibi, kan akmıştır. Antlaşmanın maddelerinde birtakım tavizler ne demek? Tam ve kesin bir millî kurtuluş yolunda sonuna kadar irkilmeksizin yürümek lâzımdır.

Büyük adam, küçük adamdan bir yıl daha uzağı görmezse bu sıfata nasıl hak kazanabilir? Herkes 1921'in eşiğinde, büyük stratej ve lider ise 1922 Ağustosunun son haftalarındadır:

- Ah bana inanınız... Geri gideceğiz, ileri gideceğiz, fakat düşman bize boyun eğdiremez. Sonunda onu yeneceğiz. Hürriyet denen şeyi böyle bir zaferden başka bir temel üstünde tutturamayız, diyordu.

İstanbul'a böyle diyor, dönüp Büyük Millet Meclisine böyle diyordu. Belki de çok defa kendisine yalnız kendisi inanıyordu.

Mustafa Kemal artık zar atmıyordu. Satranç oynuyordu. Bu oyunun da, bilmiyenlere seyri bile, yorgunluk verir.

Türlü durumları, fırsatları ve şartları pek iyi kollamasını ve kullanmasını bildiğinden, harp ve politika işlerini de kıskıvrak iradesine bağlamıştır. Önde, gidip daima yerinde bulacağı bir ordusu, arkada, gelip daima kavuşacağı bir insanlar takımı vardır. Fakat her günkü kürsü kavgalarından sonra:

- Canım efendim bu Meclis de nedir? İzin veriniz, dağıtalım, gibi tekliflerde bulunan dar kafalı gayretkeşlerden de, ürpererek uzak durur. Mustafa Kemal Meclissiz yaşamayı aklı almıyan bir yirminci asır lideridir. Söyler, inandırır, zora getirir, susturur, fakat Meclissiz yapamaz.

Londra konferansına giden Ankara heyetinin başında Bekir Sami Bey'in bulunuşu bir talihsizlik olmuştur. Bekir Sami Bey İngiliz ve Fransız nazırlariyle bazı meseleler üzerinde hususî konuşmalarda kendiliğinden tavizlerde bulunmuştur. Konferanstan bir şey çıkmıyacağı belliydi. Teklif olunan antlaşma tadilleri pek sudan şeylerdi. Fakat sonra Bekir Sami Bey'in tavizlerini birer birer geri almak lâzım geldi. Bekir Sami Bey bu ikinci Avrupa yolculuğunda tam bir Bab-ı âli adamı olmuştur. Onun da inancı, harbe devam etmenin bir felâket olacağı idi.

Konferanstan Yunanlılar hoşnut muydu? Hayır. İtilâf devletleri Anadolu ile onun sırtından pazarlık etmek yolunda idiler. Ankara gibi, Atina'nın da elindeki çare, ordusunun zaferinden ibaretti.

Nitekim Yunanlılar konferanstan umut keserek büyük bir taarruza daha geçtiler. Bu taarruzu da İkinci İnönü zaferi durdurmuştur.

Zafer İstanbul'a gökten bir müjde gibi indi. Gazetelerin ilk sayfaları büyük resimler ve zafer edebiyatı ile kaplanıp bezendi. O sırada, 8 Nisan 1921, bazı ukalâ gazeteciler İzzet Paşa'ya giderek İnönü zaferinin kendisi Ankara'da iken hazırladığı plânlarla kazanıldığı rivayetinin doğru olup olmadığını sormuşlar. İzzet Paşa: ''Zaferde hiçbir hissem yok,'' dedikten sonra ''İsmet bir dâhidir,'' diyor. Ama daha sonra, Yunan orduları birliklerimizi yenerek Sakarya'ya doğru yürüdükleri vakit, bu dâhiye bir mektup yazarak Ankara'da iken kendi dehasına inanmadıkları için başlarına gelen felâkete şaşmamaları lâzım geldiğini hatırlatacaktır.

Mustafa Kemal, yine o günlerde, bir başka gazeteciye:

- Millî mukavemet bu hâlini buluncaya kadar kaç defa ölümle göz göze geldik, diyor.

İstanbul da rahatsız. Gazetelerimizde yalnız Büyük Millet Meclisi hükûmetinden bahsediyoruz. Hürriyet - ve - İtilâfçı gazetelere ağız açtırmıyoruz.

Adalar'da lâtarnalar, ''Zito, zito Venizelos'' şarkıları susmuştur.

Haziranda İngiliz nazırları, Türk - Yunan harbinde tarafsız kalacaklarını ilân etmişler, İstanbul bölgesine bir Yunan saldırısı yaptırılmıyacağı için de teminat vermişlerdir. Daha ileri giderek, Yunanlıların işi artık müttefiklere emanet etmesi lâzım geldiğini söylemişlerse de Yunanlılar bu teklifi reddettiler.

Fakat aramızda düşmandan da düşman var. Bab-ı âli caddesinde, ah Mustafa Kemal zaferi kazansa da kurtulsak, diyen milliyetçiler, ah Yunanlılar şu ordunun hakkından gelseler de Mustafa Kemal'den ve İttihatçılardan kurtulsak, diye bekleşen bozguncu ve hainlerle karşılaşıyoruz. Verçinlur Ermeni gazetesinin sahibi Zaven iki taraflı Türk gazetelerini dolaşıp haber sızdırmağa bakarken:

- Anadolu'da Mustafa Kemal, İstanbul'da Ali Kemal, asayiş berkemal... diye alay eder. Size bir İstanbullu Türk'ün o zamanki yazısından bir fıkra alıyorum: ''Hep oturuyorduk. Bir adama sorduk:

- Bu memlekette tekrar İttihat - ve - Terakki'nin mi, yoksa Yunanlıların mı hükmetmesini istersiniz?

Bilâtereddüt:

- Yunanlıların! dedi.

Bunun üzerine ev sahibi:

- Ben evimde böyle bir söz söylenmesine tahammül edemem, diye haykırdı.''

Nihayet Temmuz sıcaklarında Kral Kostantin zarını attı. Umumî seferberlik yapmıştı. Pek ciddî İngiliz yardımı da görüyordu. Bizim ordumuz, taarruz edecek Yunanlıların üçte biri kadar bir şeydi. Kral ordulariyle Ankara'ya gidecek ve zaferini orada Mustafa Kemal'e dikte edecekti.

Yine kara günler geldi. İlk çarpışmalarda ordumuzu yendiler. Eskişehir düştü. Rum gazetelerine göre artık hiçbir dayatış imkân kalmamıştı. Hürriyet - ve İtilâfçıların da fikri bu idi. Saray, yeniden bir Damat Ferit hükûmeti kurmak için Kral Kostantin'in Ankara'ya ayak basmasını bekliyordu. O kara günlerde ''Akşam'' gazetesinde bir yazı yazmıştım. Bu yazı: ''Eskişehir de şehir olarak Bursa'dan kıymetli değildi. Ordumuz bize yeter!'' diye bitiyordu. Büyükada vapuruna bindiğim vakit, zafer ve sevinç günlerinde gülerek birbirlerine beni gösterenler, şimdi ''Bu hain... İşte bu hain...'' der gibi parmaklarını uzattıktan sonra başlarını çeviriyorlardı.

Ertesi gün gazetelerde:

- Babanın malı mı Eskişehir? diye başlıyan ağız dolusu küfürler çıkıyordu.

Peyam-ı Sabah: ''Sivas'a çekileceğiz de orada dayanacağız ha... Heyhat!'' diyor, yazısını: ''Hamaset ve celâdet neye yarar? Zavallı Türk âkıbet ricate mecbur değil mi?'' diye tamamlıyordu.

Hilâl-i Ahmer'e koşuyorduk. Başlangıçtan beri burası bir vatansever ocağı idi. Gizli Anadolu haberlerini hep oradakilerden alırdık. Hiç kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Fevzi Paşa'ya ''Akşam''dan bir telgraf çektik; ''Ordumuz manevra kabiliyetini muhafaza ediyor'' diye manasını sökemediğimiz bir cevap geldi. Bilir sandıklarımızdan sorduk, ''Her şey bitmiştir diyemez a...'' cevabını verdiler.

Yalnız Anadolu'dan geldiğini duyup görüştüğümüz bir erkân-ı harp miralayı:

- Benim bildiğim Mustafa Kemal, Anadolu'nun son tepesine kadar gider, yine teslim olmaz, diyordu.

Son tepe... Son tepe... Ona da razı idik. Adalarda gene sabahlara kadar, sarhoş kafilelerinin önüne düşen lâtarnalar, Türk kapılarının eşiğinde durup marş çalıyorlardı. Rumların sokucu bir gülüşleri vardı. Ne gazete açabiliyor, ne sokağa çıkmaya katlanıyorduk. İlk mütareke günlerinden de azgın, şımarık ve boğucu bir hava idi.

- Acaba Londra konferansında daha uysal mı olmalıydık?

- Sonunu getiremeyiz, azizim, sonunu getiremeyiz. Biz böyleyiz, diyenler çoğalmıştı.

Meclislerde: "Ben demedim mi idi"lerden geçilmiyordu.

En coşkun Anadolucular bile caymışlardı.

Mustafa Kemal... Bütün öfkeler, hakaretler ve küfürler onun üstüne doğru köpürdüğü gibi, son umutlar, bir türlü cevabı bulunmıyan sualler de onun üstünde düğümleniyordu.

Felâkette idik. Tek sorumlu o idi. Acaba kurtulunca zafer şerefini ona verecek miydik?

Mustafa Kemal Karacahisar'daki karargâhında Garp Cephesi Komutanı ile durumun ağırlığını inceledikten sonra:

- Birliklerinizi toparlıyarak düşmanla kendi aranıza büyük bir mesafe koymaya bakınız. Düşmanı üslerinden uzaklaştırmak için Sakarya doğusuna kadar çekilebilirsiniz. Şehirler bırakmak halk efkârını sarsabilir. Biz askerliğimizi yapalım, der.

Büyük sanat, soğukkanlı karar iradesiyle el ele vermiştir. Ordu, nesi kalmış ve kurtarabilmişse, dağıtmamağa çalışarak gerilemeye devam eder.

Meclis kaynaşmaktadır:

- Nerede o kahraman?

Mustafa Kemal'in düşmanları, Mustafa Kemal'i sormaktadır:

- Millet nereye götürülmektedir? Ordu nereye gitmektedir? Bu faciaların sorumlusu nerede? Onu cephenin başında görmek isteriz.

Eğer Mustafa Kemal de bir yenilmeye uğrarsa ortada hiçbir otorite kalmıyacağını düşünen ve onun cepheye gitmesini doğru bulmıyan birkaç arkadaşı müstesna, dostu da düşmanı da Mustafa Kemal'i ordunu başına geçirmek ister. Dostları samimîdirler. Mustafa Kemal'in askerlik dehasına güvenmektedirler. Düşmanları ise, nasıl olsa dönüş ve bozgun faciaları içinde onun da kaynayıp gideceğini ummaktadırlar.

Nihayet Mustafa Kemal, Başkomutanlığı kabul eder.

Meclistekiler:

- Hayır, hayır Başkomutanlık hakkı Meclisindir. Başkomutan vekili olabilirsiniz, derler.

Düşmanlarının oyununu sezen Mustafa Kemal, onları kendi oyununa getirmeyi bilir. Yalnız Başkomutan olmak değil, Başkomutan oldukça Meclisin yetkilerini kullanmak hakkını ister. Bu diktatörlük demektir. Sakarya cephesi tutunmazsa, Mustafa Kemal mücadeleyi bırakacak mı? Hayır. Ama Meclis onu bırakabilir. Ne Ankara üstüne yürüyen Kral Kostantin, ne de Meclisin içindeki hasımları nasıl bir zekâ ve karakter kuvveti ile boy ölçüştüklerinin farkında değildirler.

Meclis, istediği sıfatı da, yetkileri de kendisine vermiştir. Mustafa Kemal, Başkomutan.

Bilhassa cephe gerisi için pek kat'î tedbirlere başvurur. Asker toplamak, umutsuzluk yüzünden artan kaçaklığı önlemek, ayaklanmalara fırsat vermemek için İstiklâl Mahkemeleri kurulur. Milletin varından yoğundan ordu ihtiyaçlarının temin edilebilmesi için bir sürü emirler verir.

Hikâyesini bir yerde okuyabileceğiniz Sakarya Meydan Muharebesi, orta Anadolu'nun bağrından kopmuştur. Önde zaferlerine güvenen gururlu bir kral ve ordusu, arkada bin türlü fesat vardır. Rahmetli Necati ile beraber Kastamonu İstiklâl Mahkemesinde bulunan dostum Nebizade Hamdi'den dinlemiştim. Binlerce kandırılmış, fesatlanmış kaçak toplayıp cepheye sürmüşler:

- Yalnız bir kişi idam ettik, o da onuncu defa kaçtığı için... demişti.

Kılıksız kıyafetsiz, yoksul ve biçare halk, batan bir devletin yerine geçecek yeni bir Türk devletinin temellerini attıklarını bilmeksizin, dişi ile tırnağı ile uğraşıyordu. Bu, komutanların ve subayların erlerle omuz omuza, kara namlu deliği ve süngü pırıltısı önünde insan cesaretini tarife ihtiyaç bırakmadıkları bir ölüm kalım boğuşması idi. Atından inerken bir kemiği kırılan Mustafa Kemal, güçlükle doğrularak:

- Ya sen, ya ben... demişti.

Ya Kral Kostantin, ya o...

Eskişehir bozgunundan sonra düşmanla teması keserek iki yüz kilometre geri çekilmiş ve Sakarya cephesini kurmuştuk. Bu cephe yüz kilometre genişliğinde ve yirmi kilometre kadar derinliğinde idi.

Ankara ve Meclisteki vatanseverler de, umutların pek zayıfladığı günlerde bile, şehri bırakıp Anadolu içine gitmek tekliflerini reddetmişlerdir.

Bütün Türklerin kalpleri Sakarya cephesindedir. İstanbul'un her sokağı bu cephenin bir parçası idi.

Ne kadar da uzun sürmüştü bilseniz... Tarih kitaplarından hangi gün başlayıp hangi gün bittiğini öğrenerek bu uzunluğu ölçemezsiniz. Sakarya Harbinin her dakikası kendi başına bir ''zaman'', gelen, geldiğini duyuran, giden, gittiğini duyuran bir zamandı. Uyanıklığımızda, uykuda imiş gibi sıçrıyorduk. Çünkü ben şimdi İstanbul'un bir köşesinde bu satırları, Sakarya Savaşını kazandığımız için yazabiliyorum. Bu sırada siz İstanbul denizini hâlâ o zafer şerefine seyrediyorsunuz.

Nihayet müjde erişti. Sayfalarımızı Mustafa Kemal'in üniformalı resmiyle kapladık. Bu resim, o günlerde sancak gibi bir şeydi.

Dil tutulur gibi, kalemlerimiz tutuluverdi. Hepimiz bir şevk denizi içinde öçlerimizden, yaslarımızdan, acılarımızdan yıkanmışa döndük.

Sakarya Savaşının son günlerine ait hatıralarını Atatürk'ün kendisinden dinlemiştim:

"Cephe Kurmay Başkanı odama geldi. Kemiğim kırık olduğu için yatıyordum. Bana umutsuz bir sesle son raporları okudu. Bu raporlara göre düşman taze kuvvetler alıyordu. Raporlar ara sıra kanatlanan uçağımızın görüşleri idi. 'Bir daha oku!' dedim. Dikkatle dinledim. Raporu veren, Yunan cephesinin bir kanadından öbür kanadına giden (bu sanatların adlarını hatırlıyamıyorum) kuvvetleri yeni kıt'alar sanmış olduğunu anlamakta gecikmedim. Bu aktarma ancak bir çekilme hareketi olabilirdi. İsmet Paşa'ya 'Zaferini tebrik ederim, paşam!' dedim ve hemen karşı taarruz emri vermelerini söyledim. Bir müddet sonra Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa (Çakmak) odama geldi. Bir kolordu komutanından bahsederek: (Kemalettin Sami) 'Kendisini taarruza kaldıramıyoruz. Emri doğru bulmuyor. Sedye ile de olsa telefon başına kadar gel!' dedi. Gittim. Telefonla bu komutana: 'Sen olmazsan yerine bir çavuş gönderir, taarruz ettiririz' dedim. Biraz sertçe olan sesimi tanıyınca; 'Ya... Böyle mi tensip buyurdunuz, emredersiniz!' dedi."

Perde Arkası

Sakarya zaferi ile ''gazi ve müşir'' Mustafa Kemal Paşa tam otoritesini elde etmiştir. Biraz sonra Meclis'te ''Müdafaa-i Hukuk'' grubu adı ile kendi partisini kuracaktır. Artık bir yeni devlet vardır. Onun başında bulunan adam da Mustafa Kemal'dir. Bu olup bittiyi içlerine sindiremiyenler çoktur ve durmaksızın bozgunculuk fırsatı arayacaklardır ama, Mustafa Kemal eskisinden çok daha kolayca bu muhalefetleri önliyecektir. Asıl büyük kriz atlatılmıştır.

Ordunun kuruluşu ile Sakarya zaferi arasındaki devir üzerine bir hayli hatıra yazılmıştır. Bu hatıralar birbiri ile ve hepsi Atatürk'ün nutku ile çatışıp durur. Atatürk İsmet Paşa'yı Ali Fuad Cebesoy'a ve Refet Bele'ye karşı tutmuştur ve kendisine hakkı olmadığı şerefleri vermiştir, iddiası ileri sürülmüştür. Tenkitçilere göre İnönü soyadı Atatürk'ün bir kayırmasından ibarettir. Bu zaferler onun değildir. Ethem kuvvetlerinin kaldırılması bile, bazı hatıralarda, ona mal edilmez. Demokrasi devrinde İnönü zaferi tarih kitaplarından silinecek kadar ileri gidilmiştir.

Gerilla devrine son vererek orduyu kurmak Atatürk'le İsmet Paşa'nın ortaklaşa eseri olduğuna şüphe edilemez. Şurası gerçektir ki Atatürk, birçok yakınları da Ethem'i tuttukları için son zamanlarda Kâzım Paşa (Özalp) komutası altında Kuvay-ı Seyyare'ye bağımsızca bir durum tanımakta bir sakınca olmadığı fikrine yatmıştı. Ethem'in yanına giden heyet Kütahya'dan dönerken Mustafa Kemal tarafından İsmet Bey'e şöyle bir şifre gelmiş ve yaver Şükrü Bey (Sökmensüer) tarafından açılmıştır: ''Merkezi Kütahya'da olmak üzere Kâzım Özalp komutası altında bir tümeni Ethem kuvvetleri, öteki de 61 inci tümen olmak üzere Garp Cephesi Komutanlığına bağlı bir grup teşkil ederek Ethem'le olan anlaşmazlığın ortadan kalkabileceği düşünülmektedir. Bu konuda ne düşündüğünüzün bildirilmesi.'' İsmet Bey kısaca yaveri Şükrü'yü hemen yola çıkardığı cevabını vermiştir. Şükrü Sökmensüer, Mustafa Kemal'le görüşmesini şöyle anlatmaktadır: ''İstasyonun hemen yanı başındaki küçük binadaki odasında beni kabul eden Mustafa Kemal Paşa'ya, Ethem ve kardeşi Tevfik'in isyancı durumlarını, gizli maksatlarını açıkladıktan sonra millî mücadelenin selâmeti bu kuvvetleri ortadan kaldırmakta olduğunu ve garp cephesinin buna gücü yeteceğini, ayrı grup kurulmasının büyük mahzurlara yol açacağını zaten 61 inci tümenin bir alayının Kütahya'da Ethem tarafından silâhları alındığını, tümen Kütahya'ya gidince aynı hâle uğraması ihtimali bulunduğunu ve böylece garp cephesinin en çok güvendiği bir kuvvetten ve komutandan (İzzettin Çalışlar) mahrum kalacağını söyledim. Mustafa Kemal Paşa bir iki defa şu sualleri sordu: 'Garp cephesi kuvvetleri Ethem kuvvetlerini yenecek güçte midir ve buna güvenebilir miyiz?' Her defasında müsbet cevap verdim. Tabiî söylediklerimin hepsi İsmet Bey'den aldığım direktif üzerine idi.''

İsmet İnönü'nün bir düzen ve kanun rejimi adamı olduğu söz götürmez.

Fakat İnönü zaferleri üzerindeki emir ve komuta payı üzerinde anlaşmazlık büyüktür. Kendi Kurmay Başkanı Tevfik Bıyıklı'nın ''İnönü zaferlerini İsmet Paşa mı kazanmıştı?'' başlıklı uzun bir tenkit yazısı harp tarihi dosyaları içinde bulunsa gerek. Bir kopyesi bendedir. Bu tenkitlere göre ''İnönü zaferlerinde İsmet Paşa'nin hiç hissesi yok gibidir.'' Bu savaşlar birlikler başında bulunan pek kahraman komutanlar tarafından kazanılmıştır. İkinci İnönü'nün hikâyesini son geceyi Ankara'da ziraat mektebinde Atatürk'ün yanında geçiren eski bir bakandan şöyle dinlemiştim: ''Odanın ortasında bir masa. Üstünde bir harita. Mustafa Kemal:

- Bir kadeh bir şey içmek istiyorum, dedi.

Oturduk. Biraz sonra bir kurmay subay geldi:

- Haber kötü... Sağ kanadımız çekiliyormuş, efendim, dedi.

'Meğer sözde Yunan süvarileri istasyona girmişler. İsmet Bey geri çekilme emri vermiş. Kendisi Çukurhisar'a doğru yola çıkmış. Mustafa Kemal Paşa'nın çektiği telgrafa yerinde kalan komutanın verdiği cevapta şöyle deniyordu: 'Sol kanatta Nazım Bey dayanmaktadır. Sağ kanat tutundu. Biz de ne yapacağımızı bilmiyoruz.' Mustafa Kemal hemen İsmet Paşa'yı buldurarak durumu haber verdi. O da yeniden kuvvetlerinin başına döndü. İşte İsmet Paşa'ya çektiği o tarihî telgraf bu gecenin sabahında yazılmıştır.''

Tevfik Bıyıklı'nın tenkit yazısına göre daha sonraki Kütahya, Eskişehir bozgunu ise İsmet Paşa'nın komuta yetersizliğini büsbütün açığa vurmuştur. Bıyıklı ''Bu bozgun komutanları Harp Divanı'na götürür'' diyordu.

Bu bozgunda ordu hemen hemen yok olmuş gibi idi. Rahmetli Cevdet Kerim'den dinlemiştim: "Sakarya yolunda bir köy odası. İsmet Paşa uykuda. Kapının önünde Tevfik (Bıyıklı). Bizim tümenden de bir şey kalmamış ama, karargâh yerinin neresi olacağını anlamak için gelmiştim. Tevfik:

- Her şey bitti. Ne umut kalmıştır, ne bir şey... Bak ben sakal bıraktım. Niyetim birkaç koyunluk bir sürü ile Suriye'ye geçmek. Sen de başının çaresine bak, der.

Mustafa Kemal Ankara'da bozgun haberini aldığı vakit pek öfkeli idi. Fakat soğukkanlılığını takınarak cepheye geldi. İsmet Paşa Mustafa Kemal'e selâm durur:

- Yapamıyorum, der.

Mustafa Kemal daha önce Garp Cephesi Komutanlığına Fevzi Paşa'yı getirmeyi düşünmüş, Fevzi Paşa yanında kalmak istiyerek özür dilemişti.

Mustafa Kemal, İsmet Paşa'ya:

- Yaparsın, yapacaksın, dedi.

Fakat, Tevfik Bıyıklı'nın söylediğine göre, ondan sonra da ne cephe komutanlığında, ne sivil hizmetlerinde, sonuna kadar, İsmet Paşa'yı kendi başına bırakmamıştır.

Bozgun sırasında Ankara'da Meclisin havası pek bozuktu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Mustafa Kemal görünüşte soğukkanlı olmakla beraber geceleri uyuduğu yoktu. Ziraat mektebindeki harita başından ayrılmıyordu. Sabahleyin evine gittiği vakit sadece yıkanıyor, sonra hemen Meclise gidiyordu. Meclis ateş üstünde idi. Mustafa Kemal içeri girdiği vakit, eskisi gibi, herkesin gözü onun üstünde değildi. Homurtu ile karşılandığı bile olurdu. Birçok milletvekillerine göre uğranılan bozgunun gerçek sorumluluğu onun omuzlarında idi. Odasında ise birçokları ondan haber almıya gelir: ''Ordu manevra yapıyor...'' cevabını alırdı.

Yetmiş bin askerden ancak otuz bin kadarı Sakarya'nın doğusuna çekilmişti. Onlar da bitkin bir hâlde idiler. Bereket Yunanlılar duraklamışlardı. Vekiller Heyeti ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa (Çakmak) bir gün gizli oturum istedi. Rengi uçmuş, tıraşsız, kim bilir kaç gündür uykusuz, milletvekillerine:

''Arkadaşlar," dedi, "tarihi günler yaşıyoruz. Yunanlıların çok üstün kuvvetler yaptıkları taarruza karşı askerlerimiz kahramanca dövüştüler. Ağır kayıplara uğradık. Biz şehir ve bölge harbi yapmıyoruz. Hedefimiz zaferdir. Ordumuz stratejik bakımdan en elverişli yerde harbe devam edecektir. Hükûmetimiz adına Ankara'yı bu hafta içinde boşaltmıya, merkezi Kayseri'ye götürmeye karar verdik. Şimdiden hazırlığa başlanmasını rica ediyoruz.''

Bir kıyamettir koptu. Kürsüden inen çıkana idi. Milletvekilleri iki noktada birleşiyorlardı:

1- Ankara'yı harpsiz bırakmamak,

2- Bozguna sebep olanları şiddetle cezalandırmak.

Fevzi Paşa bozgun sorumluluğunu üstüne almak zorunda kaldı. Kürsüye gelerek:

- Stratejik komuta hatlarına gelince, Genelkurmay Başkanı olarak onlardan ben sorumluyum. Vereceğiniz cezayı şimdiden kabul ediyorum, dedi ve, ben ölümden korkmam, milletin uğruna seve seve şehit olmasını bilirim, diyerek yerine oturdu.

Meclis cepheye bir heyet yollamıya karar verdi. Heyet gitti geldi. Ankara'da siperler kazılmak, cepheye asker yetiştirmek için her asker alınma bölgesine olağanüstü yetkilerle milletvekilleri gönderilmek gibi tedbirlere başvuruldu.

Bu sırada bazı milletvekillerinin hatıralarına Mustafa Kemal'i başkomutan yapmak fikri geldi. Bunlar Meclise tekliflerini verdiler. Teklif üzerine bir gizli oturumda görüşmeler iki gün sürdü. Vatanın son tepesine kadar savaş kararında olan Mustafa Kemal herhangi bir çarpışmanın doğrudan doğruya sorumluluğunu üstüne almak istemiyordu. İki gün süren tartışmalardan sonra Mustafa Kemal kürsüye geldi:

- Bu tekliften maksat nedir? dedi. Eğer işin başında benim bulunmaklığım ise, esasen işin içindeyim. Durumu yakından takip ediyorum. Genelkurmay Başkanı ile benim karargâhımız Ankara'dadır. Lâzım gelen tedbirleri buradan alıyoruz. Bu teklif beni Ankara'dan uzaklaştırmaktan başka mana taşımaz.

Öfkeli idi. Bazı arka niyetli kimselerin maksadı onu yıpratma fırsatı aramaktı ama, teklif sahipleri Sakarya zaferinin ancak onun cephe başında bulunması ile mümkün olacağı inancında idiler. Bunun üzerine Mustafa Kemal, Meclisin bütün yetkileri üç ay müddetle kendisine verilmek şartı ile, Başkomutanlığı kabul edeceğini bildiren bir takrir verdi. Yeniden bir kaynaşma. Söz alan alana. İki gün de bu tartışma devam etti. Bunun üzerine Mustafa Kemal Sakarya'da bir bozgun olsa da durumu elinde tutabilmesine elverişli yetki ile 5 Ağustos 1921'de Başkomutanlığa geldi.

Mustafa Kemal cepheye gider gitmez daha önce alınan tedbirde değişiklikler yaptı. Savaş pek güç şartlar içinde, pek çetin olmuştur. Bu bir subaylar savaşı idi. Eski Afyon Milletvekili Ali Taşkapılı'dan dinlemiştim. Yedek subay olarak umumî karargâhta iken, bir sabah erkenden Mustafa Kemal'i köyün sokağında dolaşırken görür. Mustafa Kemal kendisine:

- Yahu Ali Bey neden kaçağımız çok. Günde ne kadar? diye sorar.

- Bin kadar efendim.

- Geriden cepheye gelen ne kadar?

- Sekiz yüz kadar...

Mustafa Kemal şöyle bir hesap yaparak:

- On beş günde iki bin beş yüz... Pek fark etmez, der.

Bir defa İsmet Paşa'yı telefonla arıyan Yusuf İzzet Paşa, Mustafa Kemal'le görüşmek istediğini söyler. Telefonu Mustafa Kemal'e verirler:

- Beni aramışsınız, buyurun.

- Gizli emirlerinizi bildirmediniz. Yani geri çekilme lâzım geldiği vakit istikametiniz ne olacaktır?

Pek kızan Mustafa Kemal, daha savaşa girmeden kaçmayı düşünen bu komutana:

- Paşa, paşa, gizli emrim senin kemiklerinin orada gömülmesidir, der.

''Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır,'' emrini Yusuf İzzet Paşa'nın kendisi ile bu görüşmesinden sonra vermiştir.

Savaş sırasında düşman, hatlarımızda tehlikeli bir gedik açmış, genişletiyordu. Bu gedik hemen kapatılmalı, düşman süngü hücumu ile geri çevrilmeli idi. İhtiyat kuvvetlerinin hemen oraya gönderilmesini istedi. İhtiyat kuvvetimiz kalmadığı cevabını verdiler. Yalnız Giresunlu Osman Ağa'nın çetesi vardı. Onların da süngüleri yoktu. ''Süngüleri yoksa bellerinde bıçakları vardır, düşman üzerine atılacaklar, onu eski yerine kovacaklardır'' dedi. Bu kahraman çocuklar eğri bıçakları ile Yunanlıları eski yerlerine kadar sürmüşlerdir.

Bir defasında Fevzi Paşa'nın ne yaptığını sordu:

- Kur'an okuyor, efendim, dediler.

- Çağırın!

Geldiğinde dedi ki:

- Efendim bir komutan ihtiyatları ile harp eder. Bir tek nefer ihtiyatım yok. İhtiyatımız senin itibarından ibaret. Onun korunması için Kur'an okumaktan başka ne yapabilirim?

Sakarya'dan dönüşümde Çankaya'da:

- Ben galiba en iyi gene şu askerliği yapabiliyorum, demişti. Bu savaşta iki şey buldum. Daha iyi atılmak için çekilmeler yaptığım sırada, sırt vere vere ta Ankara kapılarına geleceğimizi göz önünde tutarak, bu hat da elden giderse hangi hattı savunacağız, diye benden üzülerek soran bir komutana, 'Vatanı korumakta hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. Bu satıh baştan başa vatanın bütün yüzüdür. Vatan sathı en son kayasına kadar düşmanla boğuşularak müdafaa edilecektir,' cevabını vermiştim. Bu formülü bir gündelik emirle bütün orduya bildirdim. İkincisi de bana Sakarya'da gelen şu düşüncedir: Hiçbir zafer gaye değildir. Zafer ancak kendisinden daha büyük bir gayeyi elde etmek için gereken en belli başlı vasıtadır. Gaye, fikirdir. Zaferin, bir fikri kazandırdığı kadar değeri vardır. Bir fikri kazandırmaıya yaramıyan zafer kalamaz. Her büyük meydan savaşından sonra yeni bir âlem doğmalıdır. Yoksa başlı başına zafer boşuna bir çaba olur.

Kendisine Napolyon'un:

- Programınız nedir? sorusuna:

- Ben yürürüm. Programım kendiliğinden çıkar, dediği hatırlatılması üzerine:

- Ama o türlü giden sonunda başını Saint-Helen kayalarına çarpar, cevabını vermiştir.

Ankara'da Fransız delegeleri ile Çukurova anlaşmasını yapacak, böylece Ankara hükûmeti büyük devletlerden biri tarafından tanınmış olacaktır.

Sakarya zaferi yeni Türk devletinin belli başlı temel taşıdır. Mustafa Kemal Mecliste Müdafaa-i Hukuk adı altında kendi partisini kurarak, Meclis kargaşalığını önliyecek, rakipsiz liderliği ile bütün yönetimi eline almış olacaktır.

Sakarya'dan Sonra

1921 Eylülündeyiz. Hatıralarımın içinden sizinle beraber 1918 Eylülünde yola çıkmıştık. Aradan otuz beş ay geçti. Dile kolay. Bir imparatorluğun yıkılışından, Sakarya'nın doğusunda nihayet bugünkü Türkiye'nin temelleri atılıncaya kadar geçen otuz beş ay kaç çile ve mihnet yılı ağırlığında idi, yaşamıyan bilmez.

Bugünkü Türkiye'nin doğuşu sözünü kullanmak için öteki Ağustosu beklemiyorum. Çünkü biz Sakarya zaferi ile artık kurtulacağımıza inanmıştık. Avrupa devletleri için dahi başkent İstanbul değil, Ankara idi. İlk önce Fransa geldi, yeni Türkiye ile Ankara İtilâfnamesini imzaladı. Kilikya davasını hallettik. O Fransa ki, 1919'da Sivas dahi onun nüfuz bölgesinde idi.

Gerçi zafere hemen hemen bir yıl daha var. Fakat İstanbul mütareke devrinin bu yılı uzun boylu anlatılmaya değmez. Türkler artık ya İstanbul'daki halife ve padişahın, ya Ankara'daki Mustafa Kemal'in yanındadırlar. İşgal kuvvetleri ile işbirliği etmiş olanların talii de Tanrı'ya kalmıştır. Herkes biliyor ki, Sakarya'dan sonra Sevres Antlaşması yürüyemez. Fakat Mustafa Kemal tam bir zafer kazanıp Misak-ı Millî Türkiyesini kurabilir mi? Şimdi tam kelimenin yeri geldi, Kemalistlere göre ya evet, ya belki. Yunanlılar gibi, Mustafa Kemal'den de kurtulmayı düşünenlere göre ya hayır, ya inşallah hayır.

1921'in bazı hâdiseleri üstünde durarak ve mütarekenin son bir iki tablosunu çizerek İzmir'de Birinci Kordon üstündeki evinde Gazi ve Müşir Mustafa Kemal Paşa ile buluşmak için bir Fransız vapuruna binip İstanbul'dan ayrılacağız.

Fransa ve İtalya gibi, Lenin Rusyası da Ankara'ya sokulmaktadır. Başlıca ihtilâlcilerden General Franze bu yıl Ankara'ya geldi. Bu gelişin eski deyimi ile, bir "istikşaf" olduğuna şüphe yoktu. Meclisteki nutuklarının birkaçında ve bazı bildirilerinde "kapitalizm ve emperyalizm"e kaşı savaştığını söyliyen Mustafa Kemal Moskova için de bilmece idi.

Bu ziyaretin hikâyelerini sonradan dinlemiştim. Mustafa Kemal General Franze'yi kendisine ve davasına ısındırmak için pek sıcak davranmıştır. Geç vakitlere kadar birlikte yemişler, içmişler ve kucaklaşmışlardır. General Franze Türkiye'den döndüğü vakit Tiflis gazetecilerine demişti ki:

- Ankara bizi düşmanca değil, fakat ihtiyatlı kabul etti. Ben her şeyi gördüm. Türkiye tarafından bize bir saldırı tehlikesi yok. Daha ileri giderek derim ki hiçbir Türk hükûmeti Türk milletini böyle bir saldırıya sürükleyemez. Ankara'da müstebit bir hükûmet yoktur. Demokrasiye doğru gitmek istidadında bir hükûmet var.

Sonra Ankara'daki dostlarına hitap ederek diyor ki: "Ankara'yı da kaybetseniz, istediğiniz kadar çekiliniz, arkanızı Rusya'ya dayayınız ve harbe devam ediniz."

Mustafa Kemal de iç şüpheleri gidermek için şöyle demişti: "Bizde komünizm olamaz. Son zamanlarda kurulan partiler bunu anlıyarak dağılmışlardır."

Ankara'da komünist yoktu. Fakat tek dostluk gösteren, yardım eden, doğu illeri meselesini halleden Lenin Rusyasının herkes dostu idi.

Kemalistin bağımsızlık fikri tertemiz, pürüzsüz, tavizsiz Türkçü ve Türkiyeci idi. Mustafa Kemal, daha sonra misallerini göreceğiniz üzere, kafaca nasıl âdeta Şark sözünden tiksinecek kadar bir Batılı ve Batı medeniyetçisi ise "Xénophobe = ecnebi-sevmez" denecek kadar da Frenklikten uzaktı. Şarklı ve müteassıplar gibi, tatlı su Frenklerinin de düşmanı idi. O mizaçça, ahlâkça hürriyetçiden başka bir şey olamazdı. Milliyetçiliğinin bir niteliği, kibir sertliğinde bir gururdur.

Bütün savaş yıllarında Mustafa Kemal, ne cumhuriyetçilikten, ne garpçılıktan, ne devrimcilikten bahsetmiştir. Gericilik her tarafta idi.

Hocalar ve şeriatçılık kışkırtıcılığı üçe bölünmüştü: Bir kısmı İstanbul'da halife ile beraber, bir kısmı da İngiliz ve Yunanlıların emrinde idi. Fakat hepsinin ortaklaşa düşmanı, ta Tanzimat'a kadar, topyekûn "Batılaşma" davası idi.

Devlet çöker çökmez İstanbul'da hemen seslerini duyurmuşlardı. Tabiî ilk adımda kadın ve "tesettür" ve şer'iye mahkemeleri meselesini ortaya attılar. Bu mahkemeleri yeniden meşihat binası çatıları altına götürmek için kurulan komisyonun raporu şöyle başlıyordu: "Bir asırdan beri çilesini çektiğimiz dâül'ıslahat...", yani daha ilk kelimede Tanzimat'tan beri devam eden yeni nizam, veba gibi bir hastalıktı: "Avrupa'da ihtilâf âmilleri aristokrat, burjuva ve demokrat gibi tabakat-ı içtimaiye arasında sa'y-i beşerle aşılamıyacak uçurumlar olup bizde ise bir köylü nazır olabileceğinden" devrimlere hiç lüzum yoktu.

Bir ahlak komisyonu da bilhassa kadına karşı harekete geçti. Ramazan akşamı Direklerarası'nda dolaşırken, yan sokaklarda süngülü askerler görmüştüm. Bunların görevi, caddeye çarşaflı peçeli de olsa kadın sokmamaktı. Şeriatçı Tevhid-i Efkâr, siyasette Anadolucu iken, kadın açık saçıklılığına dikkat etmediği için günaşırı polise hücum etmekte idi. Mustafa Kemal'i ve onunla beraber olanları "tekfir" eden fetvaları İstanbul hocaları vermişlerdir.

İstanbul Tanzimat'a doğru, Anadolu ise Tanzimat'tan geriye doğru yuvarlanıp gidiyordu. Büyük Millet Meclisinde bir hoca milletvekili, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nda Büyük Millet Meclisinin kanun koymak hakkı bahis konusu edildiği sırada, kürsüye çıkmış, Tanrı'nın kitabı dururken kanun koymak iddiasında bulunan bir Mecliste üye kalamıyacağını söyleyerek memleketine dönmüştü. Mekteplerden resim dersi kaldırılıyor, Anadolu'da alabildiğine medrese açılıyordu. Men-i Müskirat Kanunu'nun tartışması sırasında iki hoca Meclisin sokağa doğru penceresini açarak:

- Ey ümmet-i Muhammed, din elden gidiyor, diye avaz avaz haykırmışlardı.

Mustafa Kemal'siz bir Anadolu zaferinin, o Meclis ve memleket havası içinde yeni devlete nasıl bir karakter vereceği asla belli değildi. Mustafa Kemal, savaşın, gayesi makam-ı mukaddes-i hilâfeti kurtarmak olduğunu sık sık tekrarlamak zorunda kalırdı. Dehanın sabır niteliğine en iyi misal, büyük liderin gericiliğe karşı yıllar süren sessiz ve uysal katlanışıdır. İstanbul, Ankara gericiliği ve düşmanla birlik gericiler hepsi bir tek programın üstünde idiler. Padişah ve halife de, Mustafa Kemal de, Yunanlılar da kazansa, Türkiye'de Garpçılık nizamı davasını kökünden kazımak olan bir program yürümeliydi. Yazık ki, bu program, bugünkü gericinin de elindedir. Bugünkü gericilik de, bütün siyasî partiler arasında saflarını tutmuştur. Yalnız onlar bir program peşindedirler.

Mustafa Kemal zaferi bir eline geçirse, hemen geriye dönerek kılıcını gericiliğin tepesine indirecekti. Fakat onu, ister istemez, başının üstünde taşır görünmek lâzımdı. Yalnız Teşkilât-ı Esasiye ve hilâfet müessesesine dair hocaların koymak istedikleri teminatı bin dereden su getirerek atlatmaya muvaffak oluyordu. Hasımları Mustafa Kemal'den nasıl kurtulacaklarını düşündükleri gibi, hocalar da tam bir şeriat nizamı kurmak için bin bir tertip arkasında idiler.

Artık İstanbul'da yeni hiçbir şey yoktur. Son Bizans imparatoru gibi, Osmanlı padişahının da hükmü İstanbul şehri surlarının kapılarına kadar geçiyor. Bu hüküm de kime karşı? İngiliz polis bir gün trafik nizamlarına aykırı hareket etmiştir, diye sadaret otomobilini çevirip karargâha kadar götürdü: Sadrazam içinde idi. Dolmabahçe Boğaziçi kıyılarında hâlâ bir saray ise de içindeki saltanat sönüp gitmiştir. Vahideddin, Afrika sömürgelerindeki bir emiri veya sultanı andırmaktadır. Kapılarından küçük rütbeli bir işgal subayı yürek oynatarak girer, acaba bir müjdesi mi, bir kara haberi mi vardır? Beşiktaş kıyıları karşısında demirliyen zırhlılar, şimdi, bu sarayın nöbetçisidirler. Umut, onlardadır. Sarayın bütün müşavirleri derler ki, Yunan ordusu müstahkem hatlar arkasındadır. Türk ordusu mümkün değil bu hatları sökemez. Er geç Ankara da İngilizlerle bir uzlaşma yolu arayacaktır: "Hiç İngilizler efendimizi bırakırlar mı?"

Doğru, bırakmıyacaklar ama, birlikte götüreceklerdir. Vahideddin, ceddi İkinci Mehmed'in fethettiği şehri son defa, penceresinin karşısındaki zırhlının güvertesinden seyredecek. Balta Limanı'ndaki yalısının rutubetli loş odalarında kinlerini ve hınçlarını kemiren Damat Ferit, kendini çürüyüşe bırakmıştır. Kürt Mustafa Bağdat'ta! Ankara'dan, ikide bir, idam mahkûmunun sesi geliyor: Müşir ve Gazi Mustafa Kemal Paşa! Ne müşirlik fermanında padişahın mührü, ne de gazilik menşurunda tuğrası var.

Saraycıların son avuntusu da bu: "Hiç Türk ordusunun taarruz savaşı yaptığı görülmüş müdür? Bu ordu yalnız savunmaya yarar. İki ordu da karşı karşıya yıllarca beklemez ya, elbette ortalama bir barış olacaktır."

Mustafa Kemal'in Millet Meclisindeki hasımları, Sakarya zaferinin sevinci soğur soğumaz, gene meseleler çıkarmaya koyulmuşlardır. Efendim aynı adam hem Başkomutan hem Millet Meclisi Reisi nasıl olabilir? Ya cephede, ya Ankara'da bulunmalı değil midir? Ya ordu? Taarruz edecek midir? Mustafa Kemal'in Büyük Millet Meclisindeki muhalifleri de, saray ve Bab-ı âli müşavirleri gibi Türk ordusunun taarruz edemiyeceği fikrindedirler. Yalnız Yunan mı var? Yunanın arkasında İngiliz var. Biz muharebe ile bu işin içinden nasıl çıkarız? Bir uzlaşma çaresi aramalı ve bulmalı değil miyiz?

İşte bu sıralarda Mustafa Kemal millî kurtuluş davasının başlıca tehlikelerinden birini daha atlatmıştır: İtilâf devletlerinin Hariciye nazırları toplanarak Türkiye ve Yunan hükûmetlerine mütareke teklif ettiler. Yunanlılar, bu teklifi hemen kabul etmişlerdir. Mustafa Kemal doğrudan doğruya ret cevabı vermenin ne kadar aykırı olacağını düşündüğü için, hükûmete bir karşı teklif hazırlatmıştır. Teklifin esası, dört ay içinde bütün işgal altındaki topraklarımızın boşaltılması idi. Bu teklif, ister istemez ret mahiyeti almıştır.

Vaktiyle İsmet Paşa'dan dinlediğime göre, Mustafa Kemal en korkulu günlerini bu mütareke teklifi sırasında geçirmiştir. Biz savaşla işin içinden çıkamayız, bir uzlaşma yolu bulmalıyız propagandası cephe gerisini iyice sarmıştı. Fakat en kötüsü cephe maneviyatının sarsılması idi. Mustafa Kemal, karargâh karargâh, komutan komutan dolaşarak, mütareke teklifinin bir oyun o duğunu ve Yunanlılara karşı zafer kazanacağımızdan artık hiç kimsenin şüphesi kalmadığını gösterdiğini, tanıdıklarına tanımadıklarına inandırmaya uğraşmıştır. Komutanlardan biri:

- Nasıl, nasıl? Mütareke teklifini kabul etmediniz mi? diye haykırmıştı.

Mütareke teklifini kabul etmemek cinayetini nasıl oldu da işlediniz, dememek için kendini pek güç tutmuş olmalıydı. Mustafa Kemal hiç tınmaksızın ona da delillerini saymış ve karargâhtan çıktıktan sonra İsmet Paşa'ya dönerek:

- Ben bu adamın bir kalpazan olduğunu sana söylemez miydim? demişti.

Büyük gürültü biraz daha sonra Başkomutanlık Kanunu'nun yenilenmesinde koptu. Muhiddin Baha Pars anlatmıştı:

- Bir yanda Mustafa Kemal ve yanındakiler, bir yanda Ziya Hurşit (sonra suikasttan idam edilmiştir) ve bütün arkadaşları, elleri ceplerinde ve tabancalarında birbirlerine karşı yürürken, Mustafa Kemal'i o gün öldürecekler sanmıştık.

Mustafa Kemal Başkomutanlıktan düşmüş gibiydi. Kendisinin Meclis'e karşı iki dikta jesti vardır. Biri bu meselede olmuştur:

- Bu dakikada ordu komutansızdır. Eğer ben komuta etmekte devam ediyorsam, kanunsuz komuta ediyorum. Yerine konmaz bir felâketi karşılamak zorundayım. Düşman karşısında ordu, başsız bırakılmaz. Onun için bırakmadım, bırakamam, bırakmayacağım, demişti.

Meclis istese de istemese de ordularının başkomutanı olarak görevine devam edecekti.

Ordu hazırlıklarını bitirmek üzere idi. Mustafa Kemal daha Haziran ortasında taarruza karar vermişti.

Taarruz bir yıldırım gibi inecekti. Cür'etin sanat kadar yer almakta olduğu plân, son dakikaya kadar gizli kalmalıydı.

Mustafa Kemal'in azim, karar ve irade kuvvetini, 1922 Ağustosunun son haftasından iki ay önce sahneden çekiniz. Bugünkü Türkiye gene bu Türkiye olmazdı. Onun içindir ki bir defasında hasımları ile, şahıslara mı dayanılmalıdır, yoksa yalnız millet mi vardır, gibi sık sık geri tepen bir tartışmada:

- Adamlar vardır, adam vardır, adam! diye haykırmıştı.

Yapmakta olduğu şeyin değerini iyice bilirdi. Tevazuunun üstüne fazla varmaya gelmezdi.

Zafer

Türkler 1071'de Malazgirt Savaşı'nı kazandıktan kısa bir müddet sonra, İznik taraflarında Türkçe konuşuluyordu. Meydan savaşlarında devletler batar, devletler doğar. Bir meydan muharebesinin takvimdeki tarihi, bazı defa, yeni bir devletin tarihteki başlangıcıdır.

1914'teki Osmanlı İmparatorluğu, kapitülâsyon rejimi altında bir yarı sömürge idi. Eğer 1918'de Birinci Dünya Harbini kazanmış olanlar bu imparatorluğu affetmiş olsaydılar, "Dile bizden ne dilersin," deseydiler, eskisi gibi kalmaktan başka bir şey bekliyebilir miydi? Hâlbuki millî kurtuluş savaşından, Lausanne'da İngiltere kadar bağımsız bir yeni Türkiye doğdu.

Bu yeni Türkiye iki meydan savaşının eseridir. Biri, 1921 Ağustosunda Sakarya Nehri boyunca, ikincisi 1922 Ağustosunda Afyon cephesinde verilmiştir. İkisinde de Türk ordularının Başkomutanı Mustafa Kemal idi. Nitekim askerlik tarihinde ikinci kesin çarpışmanın adı "Başkomutan Meydan Muharebesi"dir.

Mecliste hava bozuktu. Ordunun bir saldırı harbi veremiyeceği fikri büyük çoğunlukta idi. İngilizler de artık yumuşamış olduğu için Anadolu'yu boşaltmak esası üzerinden görüşme yapılmalı idi. İşin içinde İstanbul'la birleşmek, Mustafa Kemal'den kurtulmak fikrinin de büyük payı vardır.

Saldırı harbi verilmeli idi.

Garp (Batı) Cephesi Komutanlığı saldırı harbi yapamayacağımız inancında idi. Cephenin haber kaynağı İstanbul'du. İstanbul'dan gelen haberlere göre Yunan cephesinde, maddî manevî, her şey yerinde idi. Genelkurmayın Rus kaymakamlarından öğrendiğine göre Yunan Başkomutanı Hacı Anesti ordunun Anadolu ortasında durumunu kötü buluyordu. Menemen Boğazı'ndaki Milne hattına çekilmeli, Trakya'daki birliklerle İstanbul işgal edilerek Ankara üzerine baskı yapılmalı idi. Fransızlar İstanbul'un işgali fikrini reddetmişlerdi. Mustafa Kemal'e göre saldırının sırası idi.

İçişleri Bakanına göre Karadeniz kıyılarından Ankara çevresine kadar hemen her bölgede güvenlik bozuktur. Gelir, Mustafa Kemal'e raporları okur. Daha geçen gün İnebolu'dan gelen kamyon yolcuları Ankara'nın on beş kilometre ötesinde soyulmuşlardır.

Millî Savunma Bakanına göre günün birinde herhangi bir hareket emri verilecek olsa ordunun yürümek için pabucu yoktur. Silâh kayışı yoktur. Bunları edinmek için hemen hiç olmazsa altı yüz bin lira lâzımdır.

Maliye Vekiline göre kasada on para kalmamıştır. Yakınlarda vergi toplamak da imkânsızdır.

Meclisteki muhaliflerine göre, milletvekilleri aldatılmaktadır. Çünkü o da biliyor ki ordu yürüyemez.

Hindistan'dan Mustafa Kemal'e gelen bir parça vardı. Mustafa Kemal son ihtiyaçların karşılanması için bu parayı hükûmet emrine verdi. Şimdi saldırıya geçilmek için son kararları almak sırası idi. Yanına Genelkurmay Başkanını alarak garp cephesi karargâhına hareket etti.

Ordu komutanlarından biri Yakup Şevki Paşa idi. İkinci Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa, cephane komutanına karşı entrikacı davranışlarından ve ordu içinde bölücülük yaptığından, geri alınmıştı. Yerini Ali Fuad Paşa'ya teklif etmiş, "Ben cephe komutanlığı yaptım," diye reddetmişti. Refet Paşa'ya teklif etmiş, "Önemli bir şey mi olacak?" "Evet olacak," "Ben sanmıyorum, olacağı zaman düşünürüm," demişti. Ordu komutanlığını Nureddin Paşa'ya verdi.

Çay'da toplanılmıştı. Fevzi Çakmak saldırı plânını açıklamıştır. İsmet Paşa saldırıya karşı. Yakup Şevki Paşa, milletin varını yoğunu zar gibi atmanın tarihçe cinayet sayılacağını söyler. Mustafa Kemal:

- Milletin varı yoğu bundan mı ibarettir, paşam?

- Evet!

- O hâlde kesin sonucu bununla almak zorundayız.

Kolordu Komutanı Kemalettin Sami Paşa bizim geri teşkilâtının düşmanı yirmi kilometreden fazla kovalayamayacağını söyler. Mustafa Kemal:

- Bizim geri teşkilâtımız düşmanı yirmi kilometreden fazla kovalayamaz mı?

- Hayır paşam!

- Demek düşmanı yirmi kilometre içinde yok etmek zorundayız. İkinci Ordu Komutanı Nureddin Paşa ise henüz cepheye yeni geldiğinden bir fikri olmadığı cevabını verir.

Bu arada, belki ikisi arasındaki bir tertip eseri olarak, Fevzi Paşa:

- Mademki ordunun bana güveni yok, ben çekiliyorum, diye istifasını verir. Mustafa Kemal de Genelkurmay Başkanı çekildiğine göre kendisinin de komutanlık görevinde kalamıyacağını bildirir. Telâşa düşen İsmet Paşa:

- Efendim bize fikrimizi sordunuz, söyledik. Yoksa hepimiz emrinizdeyiz, ne yolda isterseniz öyle hareket ederiz, der.

Saldırıya karar verilmiştir.

Atatürk, Ankara'da vekiller heyetini toplıyarak saldırı kararına onları da kattı.

Yunanlıların cephede 120.000, geride 30.000 askerleri vardı. Bizim ordu 105.000 kişi. Topçumuz Yunanınkinden eksik, süvarimiz daha fazla idi.

24 Ağustos sabahı Ankara'dan hareket etti. Afyon güneyindeki Şuhut kasabasında geceyi geçirdi. 25-26 gecesi Kocatepe'nin hemen güneyindeki dere içine Başkomutanlık karargâhına geldi. Şafakla beraber saldırı emrini verdi.

Ankara'dan hareket edeceği günün akşamını Keçiören'de yakın adamları ile geçirmişti. Ayrıldığı zaman bir hayli yorgundu. Yanındakilere:

- Taarruz haberini alınca hesap ediniz. On beşinci günü İzmir'deyiz, demişti.

Acaba içkinin tesiri mi idi? Arkasından hafifçe gülüştüler bile... İzmir'den dönüşünde karşılayıcılar arasında o gece beraber bulunduklarından bir ikisini görünce:

- Bir gün yanılmışım, dedi, ama kusur bende değil, düşmanda!

İzmir'e taarruzun on dördüncü günü girmişti.

Cepheye geldiği zaman raporları dinledi. Kıt'alar yerlerine varmışlardı. Sordu:

- Düşmanda bir sezinti var mı?

- Aldığımız raporlara göre henüz yok.

- Baskın muvaffak olmuştur, dedi.

Ve meşhur Fransız generalinin kelimesi gibi yazıya geçemiyecek bir söz savurdu.

Kocatepe'de, bir ağır düşüncenin ebedî heykelini andıran fotoğrafını göz önüne getiriyor musunuz? Mustafa Kemal 26 Ağustos sabahı orduyu saldırıya sürmüştür.

Başlarını ateşe, taşa ve çeliğe çarpa çarpa kan köpüren Türk kahramanlığının düşünen, arayan, bulan, gösteren, bazan bir ''evet'' ile bir ''hayır''ına vatan talii bağlanan başıdır o! Akıp giden sular gibi, boşanıp giden millî kaderler böyle bir set bulursa durur. Bu millî kahraman denen adamdır. Dağın eteklerinde döğüşen halk ve tepenin üstündeki zafer yaratıcısı, o sabah ikisi birbirine ne kadar lâyık idiler.

Fakat taarruz sökmeli idi. Arkasından bütün şafaklar sökecek Mustafa Kemal bu anlarında sert, yalçın, kalbi ve siniri aransa bulunmaz bir iradeden ibarettir. Tam zamanında emrini yerine getiremediği için pek sevdiği bir tümen kumandanı intihar eder. Mustafa Kemal, vah vah, demez. Ağzından ağır bir kelime çıkar. Boşuna da ölmüştür. Çünkü biraz sonra tümeni vazifesini yapmıştır. Canına kıymak, velev onun uğruna canına kıymak! Ne çıkar bundan? Mustafa Kemal, kendisine verdiği söz uğruna ölen bu sevgili arkadaşının, kanlar içindeki hayaletini görmek, ''Yazık oldu çocuğa...'' demek için bile şafakların ötesindeki bir günü bekliyecektir.

Uşak'ta esir Başkomutan Trikopis'le General Denis'i karşısına getirdikleri zaman, kendisi de bu kadar kolay ve çabuk zaferin merakı içinde idi. Onları dostça yanına aldı ve meslektaşça konuştu. General, bir ucu Afyon Karahisar'da, öbür ucu Kütahya'da bulunan bir Türk ilerleyişinin bir anda kesinleşerek hızla daraldığını, etraflarını git gide üçgenlemesine kapladığını ve sonunda kendilerini bir dağın eteğine doğru sürdüğünü söyledi!

- Böyle bir şeyin olacağını anladınız mı?

Trikopis taarruzunun son dakikaya kadar iyi gizlenebilmiş olduğunu itiraf etti. Kendisinin yüksek yaylada tedbirler alınmaksızın barınılamıyacağını yüksek makamlara anlatamadığını söyledi. Ordularını kuşatan üçgen darala darala öyle bir kerteye gelmişti ki bir yamacın eteğine dalmışlardı:

- O zamana kadar toplarımızı az çok kullanarak geri çekiliyorduk. Fakat sırtımız o yamaca dayatıldıktan sonra kıpırdamaklığımıza imkân kalmamıştı. O sırada işliyemez bir darlığa geldik. Ancak ellerimizdeki tüfekleri kullanabiliyorduk. Sonunda bir an geldi ki tüfeklerin bile işliyemediği bir darlığa düşürüldük. Süngüler parlamıya başladı. Arkamız, önümüz, her yanımız süngü! Böylece artık iş bitmişti! Atımı bile bulamıyordum. Yaya olarak ormanlar içine düştük.

Sonra sordu:

- Siz bu harbi nereden idare ediyordunuz?

- İşte tam o süngülerin parladığını söylediğiniz yerde askerlerin yanında idim.

- Harp böyle kazanılır. Yoksa beş yüz elli kilometre uzakta, durum gözle görülüp hüküm verilmeksizin, bir harita üzerinde pergelle ölçülerek yattan idare edilmez, dedi.

Sakarya'da 3282 ölü ve 13618 yaralı vermiştik. Büyük saldırı harbi bize 2542 ölü ve 9977 yaralıya mal olmuştur.

Bu zafer Millet Meclisine, hükûmete, ordu komutanlarına rağmen Başkomutan Mustafa Kemal tarafından kazanılmıştır.

Bu tarihî günlere bir de İstanbul'dan bakalım:

Gazeteye geldiğim vakit, Anadolu'nun birdenbire kapandığını söylediler. İstanbul ve Türkiye'nin işgal altındaki köyleriyle, memleketin öbür kısmı arasında hiçbir temas yapmaya imkân yoktu. Aradan 30 yıl geçti. O sabahki heyecanımın, şimdi bile gönlümü ürperttiğini duyuyorum.

- Acaba Yunanlılar mı taarruza geçtiler?

- Belki de bizimkiler...

Tarihte hiçbir perde, kadar ağır bir kader sırrı üstüne inmemiştir. Ne Rumca ve Ermenice gazetelerde, ne İngiliz veya Fransız ağzı konuşanların sözlerinde merak giderici bir yayıntı bile yoktu.

- Canım, biz taarruz edebilir miyiz? Daha geçenlerde Fethi Bey mütareke aramak için Londra'ya gitti. Ummam ki böyle bir delilik yapalım.

- İhtimal ne cepheyi ve ne de cephe gerisini tutamaz hâle geldikleri için bir son çare aramışlardır.

Hepimiz Mustafa Kemal'in dehâsına inanırdık. Onun her şeyi, vara olduğu kadar, yoka da çevirecek bir zar atamıyacağını biliyorduk.

Fakat nasıl haber almalı idi?

Bütün günümüz, âdeta merak sancısı içinde geçti. Yalnız yemekten değil, düşünmekten kesilmiştik. Zırhlıları ile, tümenleri ve alayları ile Birinci Dünya Harbi düşmanlarının zaferi, hâlâ İstanbul'un sularında ve sokaklarında idi. Bir tek umut, bir avuç askerde ve Mustafa Kemal denen bir isimdedir. Kapkara perdenin arkasında yalnız onların yaklaşıp uzaklaşan hayaletlerini sezinliyoruz.

Nihayet Rumca gazetelerde ilk rivayetler çıktı, biz, taarruza geçmiştik ve başımızı Yunan ordusunun çelik kayasına boş yere çarpıp duruyorduk.

Türk ordusunun bir taarruz savaşına giremiyeceği fikri, bizim kuşağımız için değişmez gerçeklerden biri idi. Ordumuzun kahramanlığına bel bağlardık, fakat onun ancak dayanma mucizeleri verebileceğini sanırdık. Onun son destanları 1877 Harbinde Pilevne, 1912 Harbinde Edirne, sonra da Çanakkale idi. Rumca gazetelerin haberi ile, merakımız biraz azalsa bile, kaygımız ateş gibi yanıyordu.

Zaman geçtikçe umutsuzluğumuz arttı. Havadis duyurmakta Beyoğlu gazeteleriyle yarış eden ve üst üste kasabalar alındığı rivayetlerini uyduran bir Türkçe sürüm gazetesine kızıyorduk.

- Taarruz sökmüş olsa, bir tebliğ verirlerdi. Durduk mu, geriledik mi? Ah, hiç olmazsa bir iki kasaba alsak da öyle dursak.

Bir iki kasaba alıp durmayı nimet saymaya başlamıştık. Az da olsa bir başarıyı, halk güvenini arttırma yolunda kullanmak kolaydır. Bu, bir edebiyat işidir. Fakat ya hiçbir şey yapamadıksa, ya geriledikse?

Mustafa Kemal'e kızanlar ağızlarını açmışlardı bile...

Akşam üstü gene beynimizin içinde aynı burgu, kalbimizin içinde aynı ağrı Büyükada'ya gidiyordum. Aydınlık, ferah bir Ağustos akşamı... Köpüklü, uyanık ve neşeli bir deniz. Güverte, tıka basa dolu... Türkçe konuşmıyanlarda, birbirinin sözünü kapan bir sevinç var. Sadece bu sevinç, bizi yıkmaya yeterdi. ''Ne olmuştu?'' diye sormaktan korkuyorduk.

Bir fena şey vardı. Kimseye bir şey sormaksızın onu zihnimizde de hafifletmiye uğraşıyorduk. İhtimal durmuştuk. Belki de bir iki noktada gerilemiştik. Ordu bozulmamışsa bundan ne çıkardı? Yunanlılar da artık bitkin bir hâlde değil mi idiler? Aşağı yukarı bir uzlaşma yapabilirdik. Bu da, elbette Sevres Antlaşmasından daha iyi olurdu.

Fakat içimizdeki sorunun, kimseden aramaya cesaret edemediğimiz cevabı kendiliğinden yayılıverdi: Başkomutan Mustafa Kemal Paşa bütün karargâhı ile beraber esir olmuş...

Keder insanları öldürmez derlerse, bu söze inanınız. Kalp denen şeyin ne dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu ben, o akşam üstü Büyükada vapurunun güvertesinde öğrendim.

Türkleri Büyükada Yat Kulübü'nden kovmuşlardı. Yalnız bir iki sırnaşık, yolunu bularak içlerine sokulabilmişlerdi. Bunlar, o akşam cezalarını çekmişlerdir. Çünkü kulüpte, Mustafa Kemal'in esir olması şerefine kulübün bütün şampanyaları patlıyor ve Türkler de dağıtılan kadehleri içmeye zorlanıyordu. Ada sokakları, çoluk çocuğun çığlıklariyle geçilmez bir hâle geldi.

Ölümü bir uyku, rahat bir uyku gibi arıyarak sabahı ettik. İlk vapurun en görünmez köşesine sığınarak, iki büklüm köprüye indik.

Bütün Türkleri, yas içinde bulacağımı sanıyordum. Meğer ne kadar soysuzluğa uğramışsız. Acaba sokaktakilerin hepsi, şu veya bu muhipler cemiyeti üyeleri mi idi? Bizimkiler utançlarından evlerinde mi kalmışlardı? Bu gülüşler, bu çırpınışlar, bu el sıkışlar ne idi?

Meğer bütün karargâhı ile Başkomutan Mustafa Kemal değil, Yunan Başkomutanı Trikopis esir olmuş...

Size, kalbin ne kadar dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu yukarıda söylemeseydim, burada söylerdim. Bir çocuk gibi sıçramaya başladım. Habere, havadise, telgrafa koşuyorum. Hani dün kızdığımız o sürüm gazetesi yok mu, meğer resmî tebliğlerin kilometrelerce gerisinde imiş. Yunan ordusunu yok etmişiz ve İzmir'e iniyormuşuz.

Ben, ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, ordulara ilk hedeflerinin Akdeniz olduğunu bildiren günlük emri okurken duyduğum zevki duymadım. Bu, bütün heyecanların üstünde bir heyecan veren, bütün şiirlerin üstünde bir şiirdi. Ne olmuştuk, biliyor musunuz? Kurtulmuştuk.

Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal, sana ölünceye kadar o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmiyeceğim.

Konuşmak için dilim, yazmak için kalemin tutuldu. İkdam'daki Yakup Kadri'yi aradım, ilk vapurla İzmir'e gitmeyi teklif ettim.

Tuhaf şey: İzmir'in alındığı haberi geldiği vakit, içimizde artık sevinme gücü kalmamıştı. Gönlümüz, uzun ve derin uykuya dalmış gibi idi. Bir hastanın başında günlerce beklemekten sonraki yığılıp kalmaya benzer bir uyku... Hatta daha fazla ağlamalı bir hâl... Bir akşam önce şampanya bayramı yapanların yüzlerindeki unulmaz yası gidip görmek düşüncesinden bile sevinmiyorduk.

Nemiz varsa, bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı'nın, vicdanımızı ve kafamızı Doğu'nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos zaferine borçluyuz.

''Akşam''ın ilk sayfası için koskoca bir klişe hazırlamıştık: ''Elhamdülillâh, İzmir'e kavuştuk!'' Kapıları açmanın imkânı mı var? Gazeteyi pencereden akıtıyorduk. Alan, yüzüne gözüne sürüyordu. Galata rıhtımı üzerinde kamçısı ile selâm marşını susturan beyaz atlı Franchet d'Esprey, o korkunç hayal, sanki bir operet sahnesinden kalma hoş bir hatıra idi! Doğrusu, daha fazla Dolmabahçe'ye gidip Vahideddin'i görmek istiyordum. İçimdeki tek zulüm hevesi bu idi.

Vahideddin'i göremedim. Fakat sonradan ilk Meclisten kalma bir dostum, Muhiddin Baha, bana bir Ankara hikâyesi anlattı. Onlar da sevinçten ne yapacaklarını bilmiyorlarmış. Mecliste bir aralık ellerini yıkamaya gitmiş. Asık suratlı bir milletvekili görmüş. Mustafa Kemal muhaliflerden biri:

- Yahu nedir bu hâlin? diye sormuş. Öteki dudaklarını sıkarak:

- Ne var sanki? Nasıl olsa İzmir'i bize vereceklerdi. Nesini büyültüp duruyorsunuz? diye çıkışmış da!

Sonra da:

- Yunanlılardan kurtulduk. Bakalım Mustafa Kemal'den nasıl kurtulacağız? demiş.

Evet, muhalifleri ve rakipleri sapsarı idiler. Ah! Bir kurşun, son Yunan kurşunu Mustafa Kemal'in göğsüne saplanamaz mıydı?

Doğu böyledir, dostlarım, Doğu'da kin, kolayca hiyanete kadar götürür. O gün sapsarı kesilenler veya onların kinini güdenler, şimdi bile o günün hatırasını söndürmeye uğraşmakta değil midirler? Doğu kini, vicdanları saran bu kanser... Kanserlerin en habis soyu!

O umulmaz günleri daha fazla canlandırmak için size gündelik notlarımdan bir özet sunuyorum:

24 Ağustos - Gazeteler, Fethi Bey'in Londra'daki şerait ve teklifatından bahsetmektedir. ''Lifild'' ajansının bir tebliğine göre, Llyod George Mart teklifleri reddedildiği takdirde bu tekliflerin istikbal için keenlemyekûn addedileceğini Türklere bildirecektir. ''Akşam'' gazetesinin bir başlığı: ''Konferansa ne zaman davet edileceğiz?''

25 Ağustos - Venedik'te aktedilecek konferans hakkında henüz hiçbir tebliğ olmamıştır. İngiliz sansürü tarafından bazı şartları silinen bir havadise göre konferansa aynı zamanda Ankara hükûmeti ve Bab-ı âli davet edilecektir. Bab-ı âli delegelerine ya İzzet veya Tevfik Paşa riyaset edecektir.

26 Ağustos - Her gün olduğu gibi, gazetede çalışıyoruz. Henüz Çatalca üstüne yürüyen Yunan tümenlerinden kaygı içindeyiz. Bir rivayete göre, eğer biz son teklifleri reddedersek, Yunanlılar İstanbul'u alacaklar. Bütün umut Fransız işgal ordusunun dayatışına bağlıdır. Henüz saray, Bab-ı âli ve hepsinin üstünde Kroker Oteli'nin(1) saltanatı var. Rum ve Ermeni sansürlerinden geçirebilmek için yazılarımızı bin dikkatle yazıyoruz.

Ankara yolcularından hazırlık ve harp haberleri alıyoruz. Bu haberlere kendilerinin de inandığı yok. Fakat hemen herkesin kafasına şu ''fikr-i sabit'' yerleşiyor: Bu sonbaharda eğer Ankara iyi kötü bir harekette bulunmazsa, kışın Anadolu'yu tutmak mümkün değildir. Ordunun siperler içinde bir kış daha geçirmeye tahammül edeceğinden şüphe ediyoruz. Usanç umumîdir. Zafer kelimesi, ancak politika edebiyatının ağzında. Selâhiyet sahibi zannettiklerimizin hemen hepsi bizim bir taarruz teşebbüsümüzün cinnet olduğu kanatindedir. Sonra öğrendik ki, Ankara'da iç durum daha başka türlü değildi. Zafere iman etmiş olanlar orada da ekall-i kalil idiler.

''Ne yapacağız?'' Hepimizin dilinde bu acı soru var, saat on bire geliyor. Arkadaşlarımızdan biri odadan içeri girdi, yüzünde sır taşıyanda görülen bir acayiplik göze çarpıyor:

''Size Hilâl-i Ahmer'den bir havadis getiriyorum, fakat son derece ihtiyat ile yazalım, doğru çıkmayabilir,'' dedi. Havadis şuydu: ''Bugün öğleyin şehrimizin salâhiyettar menabiinde Kocaeli bölgesinde Türk ordusu tarafından harekât-ı mühimme-i askeriye icrasına başlandığı söylenilmekte idi. Vakit geç olduğundan dolayı bu harekâtın bir taarruz mukaddemesi mahiyetinde olup olmadığını tahkik edemedik. Havadisimizin mevsukiyetine itimat etmekle beraber, karilerimizin tebliğ-i resmîlerimize intizar etmelerini tavsiye ederiz. Haber doğru ise, Allah ordumuzla beraberdir, neticeye itminan ile muntazır olabiliriz.''

Ve tam altında Ajans Röyter'in bir tebliği: ''Delegeler Venedik'te ya Saray-i Kralîde yahut Lido adasında toplanacaklardır.''

27 Ağustos - Roma'dan bir küçük telgraf var: ''Menderes vadisinde Türk ileri hareketi teeyyüt ediyor.''

Atina'dan gelen başka bir telgrafta deniyor ki: ''Türkler vakıa cephenin bazı noktalarında kuvvetsiz müsademelere teşebbüs etmişlerdir. Bu faaliyet ehemmiyetsiz müsademeler mahiyetindedir.''

Hilâl-i Ahmer'den, Fransız çevrelerinden, her taraftan tahkik ediyoruz. Muhbirler havadissiz dönüyor. Akşama kadar öldürücü bir merak içindeyiz. Havada asabiyet var.

28 Ağustos - Anadolu, telgraf ve posta muhaberatını kesmiştir. Motörler ve kayıklar Anadolu ile İstanbul arasında münakalâttan men olunmuştur. Ve ilk doğru haber: ''Ordumuz Afyonkarahisar cephesinde Yunan hatlarına taarruz etti.'' Yunan tebliği ise mütemadiyen muvaffakıyetsizliğimizden, geri çekildiğimizden, bazı köyleri birer müddet işgal ettiğimizden bahsediyor.

Istırap içinde eziliyoruz: ''Muvaffak olmazsak, her şey bitti, değil mi?'' Bu soruya herkes: ''Evet!'' cevabını veriyor. Ya Mustafa Kemal Paşa? O nerede? Her hâlde taarruzu bir maksada veriliyor. Bazıları diyorlar ki: ''Meclisteki muhaliflerden o kadar bıktı ki herçebadâbat bir harekete geçti.'' Bu ''herçebadâbat'' sözünü ise bir türlü yakıştıramıyoruz. Muhakkak bir bildiği, bir düşündüğü var. Fakat nedir? O sırada bir lâhza onun beynindeki esrarı anlamak için, canımızı vereceğiz. İstanbul'u taarruzun muvaffakıyetinden sonraki sevinçten ziyade, bir rica'atten sonraki facialar işgal ediyor. Sokakta ecnebî askerlerini bizi yemeğe hazırlanan canavarlar gibi görüyoruz.

29 Ağustos - Anadolu hâlâ susuyor. ''Akşam''da rivayet kabilinden bir havadis: ''Bir habere göre askerlerimiz Afyonkarahisar'a girdiler.'' Fakat altında meseleyi açıklıyoruz: ''Bu sabah telgrafhane hiçbir malûmat almamıştır. Yunanlılar da öğleye kadar hiçbir tebliğ vermediler.''

30 Ağustos - Anadolu tebliğleri karanlık içinden ilk ışıkları getirdi. Dört sütun büyük başlıkla şu havadisi veriyoruz: ''Ordumuzun sol cenahı düşmanın bir seneden beri tahkim ve tel örgülerle takviye ettiği üç sıra siperden mürekkep müstahzar mevazii tamamen zaptederek süngü hücumlariyle Afyonkarahisar'a girmiştir. Esirler ve ganimet pek çoktur.''

Rivayet istediğiniz kadar: Eskişehir'i zaptetmişiz, Bilecik boğazı ateşimiz altında imiş. Bir akşam gazetesi bizi fersah fersah geçiyor, hatta Uşak'ın alındığını bile yazmak gayretkeşliğine düşüyor. Aramızda şöyle konuşuyoruz: ''Anlaşılıyor ki Uşak-Bursa hattını alacağız. Şimdiden meseleyi bu kadar büyütmeye ne lüzum var? Ahali muvaffakıyetimizin derecesini ölçmek imkânlarını kaybedecek...'' Bu gazetenin havadisleri hayalî, buna şüphe yok ve biz meslek adına onun bu yaygarasından sıkılıyoruz. Meğer o gün Yunan ordusu artık yokmuş, gerçek Akşam uydurucusunun hayalini bile geride bırakmış. Meğer o gün İzmir'e doğru yürüyormuşuz.

31 Ağustos - Sönük bir gün, son havadis şu: ''Taarruzumuz olanca şiddetiyle berdavamdır. Yalnız henüz resmî haberler gelmemiştir.'' Gönlümüz kararıyor. Acaba bir bozguna mı uğradık?

Ertesi sabah zafer haberleri birbirini kovaladı. Gazeteleri sormayınız, hepsi başlık halinde çıkıyor: ''Yunanlılar Dumlupınar meydan muharebesini kaybettiler. Kahraman ordumuz mağlup Yunan kıt'alarını Uşak'tan evvel yakalamış ve kısmı küllîsini imha derecesinde bir hezimete uğratmıştır. Eskişehir istirdat (geri alınmıştır) edilmiştir. Mukaddes Bursa'nın istirdadı haberine anbean intizar ediyoruz.''

Fakat henüz izah edemediğimiz bir nokta var: Bizim tebliğlerimiz pek ihtiyatlı geliyor. Erkân-ı Harbiye'nin sükûtunu bir türlü anlıyamıyoruz. Bu son mübhemiyet (belirsizlik) günlerinde, galiba eylülün biriydi, akşam üstü adaya gidiyordum. Vapurda büyük bir Rum kalabalığı vardı. Eski yeisleri gitmiş, bir şeyler konuşuyorlardı, gülüşüyorlar, bize garip bir tarzda bakıyorlardı. Merakla soruşturdum, acaba anî bir müsibete mi uğramıştık? Arkadaşlarımdan biri, çeneleri kilitlenmiş, yanıma sokuldu, kulağıma eğilerek: ''Güya bozulmuşuz. Uşak'ta Mustafa Kemal Paşa'yı esir almışlar.''

O dakika nasıl ölmediğime hayret ediyorum. Geceyi nöbet içinde kendini kaybeden bir ağır hasta gibi, hezeyan içinde geçirdim. Sabahleyin matbaaya can attık; kimimiz Hilâl-i Ahmer'e, kimimiz Beyoğlu'na koştuk. Şehirde büyük yağmurlardan önceki boğucu hava vardı, nefes alamıyorduk. Hilâl-i Ahmer Ankara'ya sordu. Akşama kadar heyecan ve ateş içinde dolaşıp durduk.

Nihayet Hilâl-i Ahmer'e bir şifre geldiğini haber verdiler. Bu şifre âdeta Türk tarihinin anahtarı idi. Gittik, şu haberi okudular: ''Yeni Yunan Başkomutanı General Trikopis, Erkân-ı Harbiye Reisi, Levazım Reisi, Onüçüncü Fırka Kumandanı 2 Eylül akşamı Uşak civarında esir edilerek Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin karargâhlarına gönderilmiştir. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa Hazretleri esirlerine nezaketle muamele ederek yeni Başkomutanı mukadderatın bu cilvesinden dolayı teselli eylemiştir.''

Güya havadisi gizli tutacaktık, Ankara'nın tembihi böyle idi. Mümkün olsa gazeteyi bir tarafa bırakıp tellâl gibi sokaklarda bağırırdık. Susmak ve saklamak mümkün mü idi?

Nihayet ''Akşam'' gazetesinin matbaa pencerelerinden, sokakta çıldırmış gibi, saçlarını yolan, göğüslerini döven, yerlere yatarak çırpınan halka dağıttığımız sayılar ve bütün sayfayı dolduran klişe: ''Elhamdülillâh, İzmir'e kavuştuk.''

Başkomutan ilk günü beyannamesini şu cümle ile bitirmişti: ''Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri!..''

Ve son gün-ü hâdiselere şu cümle ile nihayet veriyordu: ''Akdeniz hedefine varıldı.''

Bir gün Müslüman memleketlerinden birinde (Mısır'da) bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal'i görmeye gelmişti. Kendisine:

- Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz? diye sordu.

Olabilecek şey değildi ama, insan yoklamalarını pek seven Mustafa Kemal:

- Yarım milyonunuz bu uğurda ölür mü? diye sordu.

Adamcağız yüzüne baka kaldı:

- Fakat paşa hazretleri yarım milyonun ölmesine ne lüzum var? Başımızda siz olacaksınız ya... dedi.

- Benimle olmaz, beyefendi hazretleri, yalnız benimle olmaz. Ne zaman halkınızın yarım milyonu ölmeye karar verirse o vakit gelip beni ararsınız.

Komutanı, subayı, eri, çetesi, köylüsü, Mustafa Kemal hepsinin temsil ettiği Türk fedakârlığının başında idi. 1918 Türkiyesinin şartları içinde, sırtı sıra birbirinden beter üç harpten çıkan, başındakilerin akılsızlığı ve maceracılığı yüzünden milyonlarca evlât, vatanlarca toprak veren, ölü çocuklarını yiyen çıldırmış analar, yolsuz, demir yolsuz, tekniksiz, medeniyetsiz bir memleketin bir ucunda Rus devinin, öbür ucunda yedi düvelin ateş dalgaları içinde eriye eriye tükenen bir millet, gene de harp edecek şevk bulur, gene de başındakilerin peşine düşüp, mandalarıyle top çekerek, kadınlarına gülle taşıtarak, don gömlek yirmi bir günlük meydan muharebeleri verir, âdeta eti ile istihkâmlara çarparak kaleler düşürür, bunsuz, böyle milletsiz Mustafa Kemal neye yarardı?

50 nci yıldönümünde bir heyetle ziyaretine gittiğimiz Hitler, o delice gururlu Hitler demişti ki:

- Mustafa Kemal, bir millet bütün vasıtalarından mahrum edilse dahi, kendini kurtaracak vasıtaları yaratabileceğini isbat eden adamdır. Onun ilk talebesi Mussolini'dir, ikinci talebesi benim!

Bu millet, Balkan bozgunu içinde dünyaya gülünç olduğumuz zaman da aynı yiğitlerin milleti idi.

Mustafa Kemal onsuz olmazdı. Fakat 1919-1922'de o da Mustafa Kemal'siz ne olurdu?

Çanakkale harpleri sırasında, bir gün, bir İngiliz hücumunu kırmak için Mustafa Kemal'in askerlerine bir karşı taarruz yaptırması lâzım gelmiş. Emir vermiş. Durmuş, arkalarından bakmış. Siperden fırlayıp ölüme doğru akarlarmış. Hepsi ölecekmiş ve ölmüşler. Anlatırken gözleri yaşarırdı.

Sadrazam İzzet Paşa'nın kardeşi Esat Paşa'yı pek sayardı. O da süvari komutanı imiş. Bir an olmuş ki bu süvariyi düşman üstüne sürmek lüzumunu duymuş. Yüzde yüz ölüm. Esat Paşa'ya emir vermiş. Hiç tınmaksızın:

- Baş üstüne! demiş.

Mustafa Kemal:

- Galiba anlamadı! diye tereddüt etmiş:

- Ne yapacağınızı acaba iyice ifade edebildim mi? diye sormuş.

- Evet paşam, ölmekliğimizi emrediyorsunuz.

Sonra bu harekete sebep kalmamış. Esat Paşa ve süvarileri yaşamışlar.

Mustafa Kemal'in harp cephelerinde erleri onlar, komutanları bunlardı.

Ama bu kahramanlıkların hepsi, Viyana dönüşünden Sakarya tutunuşuna kadar, nice kafasız komutanların hesapsız harplerinde nice boş kafalı liderlerin bozuk politikalarında ziyan olup gitmemiş midir?

En iyi heykeltıraş, mermerini bulmalıdır. Çamur, kireç ve kerpiç, eser tutmaz.

Geliniz, yeni alınan İzmir'de Kordon üstündeki karargâhında Mustafa Kemal'i görmek üzere Galata rıhtımından vapura binelim. Yeni devletin kuruluşunda ve devrimlerinde, fırsat elverdiği kadar onunla beraber bulunalım.

Zafer Sonrası

Sanatı: Gazetecilik. Nereye gideceği: İzmir'e. 9 Eylül 338 (1922) tarihli yolculuk vesikam şimdi masamın üstünde. Arka sayfasında fesli resmim ve biri Fransızca, biri İngilizce iki vize var. Sözde kendi memleketimizdeyiz.

Yakup Kadri ile beraber Paquet kumpanyasının Lamartine vapurundayız. Ta Kadifekale'de Türk bayrağını görünceye kadar İzmir'e çıkıp çıkmıyacağımızı bilmiyorduk. Eğer bir gecikme olmuşsa, vapurda kalacaktık.

Limanda derin bir sessizlik. Zırhlıları ile, kruvazörleri ile, torpidoları ile İngiliz donanması orada. Fakat bir dev uyumuş da ürkütmemek için sanki hepsi birbirine: ''Sus!'' diyor. Lamartine vapurunun Akdeniz memleketlerine gidecek bütün yolcuları da içlerinden konuşmakta. Bazılarının sözlerini bakışlarından işitiyorum: ''Zavallı şehir, yine mi Türklerin eline geçti?''

Bir motörle neşeli birkaç Türk subayı geldi. Güvertede Yakup ile benim vesikalarımıza baktılar. İsimlerimizi de tanımış olmalı idiler. Hemen izin verdiler.

Rıhtım boyu kapı eşiklerine çömelen silâhlı askerlerle karşılaştık. Yüzleri güneş yanığı, üstleri başları toz içinde, hepsi taze zafer tütüyor. Fakat bir savaştan değil, bir trenden çıkmış gibi sade ve gösterişsiz bir hâlleri var:

- Ne yaptınız? diye sorsak, belki de:

- Hiç! deyip başlarını çevirecekler.

Boz esvaplarının büsbütün rengi atmış, sigara içiyor ve gelene geçene bakıyorlardı.

Önce Kramer Palas oteline gidip güçlükle üst katta bir oda bulduk ve eşyalarımızı bıraktık.

Otel yabancı ve yerli Hristiyanlarla dolu idi. Sonradan bize anlattıklarına göre Mustafa Kemal de şehre girince bu otele uğramış. Ne sırması, ne de önünde arkasında koşuşan generalleri ve subayları var. Dolu salona girmek isteyince, garson yer olmadığını söylemiş. Fakat müşterilerden biri tanıyıp da:

- Mustafa Kemal... Mustafa Kemal... diye bağırınca, kalabalık birbirine girer. İhtimal hepsi dağılacaklar. Mustafa Kemal kimsenin rahatsız olmamasını rica eder ve yanındakilerle bir masaya oturur. Garson mudur, otel müdürü müdür, artık kim önce koşup gelmişse birer kadeh içki istediklerini söyler ve sorar:

- Kral Kostantin hiç bu otele gelip de bir kadeh rakı içti mi?

- Hayır paşa efendimiz!

- Öyle ise neden İzmir'i almak istemiş? der ve İzmir'e girişinin ilk zevkli saatlerinden birini o masada geçirir.

Sokağa çıktık. Başında Ankara kalpağı ve uzun boyu ile Ruşen Eşref göründü:

- Mustafa Kemal Paşa'yı göreceksiniz, tabiî... Ben sizi götüreyim... Karargâhı hemen şuracakta, eski bir Rum evinde ... Neler gördük neler... Tarih olduk artık.

Rıhtımda bir yalının alt kat salonunda açık bir pencere: Başkomutanı yanlamadan görüyoruz. Tığ gibi bir asker, keskin, canlı ve yanık bir yüz... Karşısında ayak üstü selâm duran iki İngiliz subayı. İstanbul'da bir sözleri ile küme küme insanlar hapse giren, Malta'ya sürülen, evlerinden kovulan, kapı uşakları bile Osmanlı nazırlarından daha dik konuşan üniformalı İngilizleri Başkomutana put gibi selâm durur görmek, âdeta içlerimizi soğuttu. Bunlar büyük rütbeli subaylar imişler. Zırhlıları da nerede ise rıhtıma yanaşık...

Biraz sonra bizi âdeta sevinerek kabul etti. Refakat subayı Mahmut'tan daha sonra öğrendiğime göre ''Akşam''daki yazılarımın birçoklarını okurmuş. Gülerek İstanbul'dan haberler sordu. Acaba yenmiş olduğumuza artık inanmışlar mıydı? Zaferinin İstanbul'daki tepkilerini anlattık. Sonra:

- İsmet'in yanına gidelim, dedi. Sofaya çıkıp İsmet Paşa'nın bulunduğu bir masa etrafında toplandık.

Büyük yangın günü idi. Ateş mahalleleri sardıkça halk rıhtım üzerine koşuşuyordu. Bir iki saat sonra otele gitmeyi bile ihtiyatsız bulduk ve karargâhta kaldık. Bu evin sahibi son dakikada kaçmış. Mustafa Kemal'in de kaldığı yatak odasının başucu masasında bir açık kitap bırakmış: Bir Fransızın Mustafa Kemal aleyhine yazdığı eser!

Kalabalık arttıkça arttı. Bazan binlerce kişinin arasından bir çığlık kopuyordu. Bu çığlık, bir yaylım ateş gibi, kalabalığı sarıp kaplıyor, hava, boğuk seslerle kabarıp şişiyordu. Asker bir Yunan neferi olduğundan şüphelenip içlerinden birini yakaladı mı, gövdeden bir kol koparılmış gibi, önce bir kadın ağlayışı, sonra boğazları yırtan, alçala yüksele, dalgalana düzele sürüp giden bir haykırışma başlıyordu. Denize atılanlar, sandalla donanmaya sokulanlar vardı. Topların gölgesi altında Yunanlıları İzmir rıhtımına çıkaran bu donanma, şimdi, onlardan dönebilmiş olanlara, merdivenlere tırmanmak istedikleri zaman, uçlarına yangın ışığı vuran süngülerini çeviriyorlardı.

Yüreğim titriyerek eşsiz trajediyi seyrediyorum. Mustafa Kemal'in yalçın ve yırtılmaz sakinliğine bakıyordum. Bu saatlerde zafer bile ondan küçüktü.

İzmir yanmakta, şehrin içinden ve savaş boyundan akıp gelen Rumluk, ilk medeniyetlerin halkı, Ortaçağı Müslümanlarla beraber geçirerek, yurtlarında ve yuvalarında rahatça yaşıyan, İzmir'in ve Batı Anadolu'nun tarımını, ticaretini ve bütün ekonomisini ellerinde tutan, saraylar, konaklar, çiftlikler içinde ömür süren halk yirminci asrın yirmi ikinci yılında bir daha dönmemek üzere ayrılıp gitmek için bir tekne parçasına can atmakta idi.

Yangın yaklaştığı için yaverleri ve dostları telâşta idi. Mustafa Kemal, kendisine evden çıkmayı kim teklif etmişse terslediği için bize geldiler:

- İstanbul'dan yeni geldiniz. Belki sizi paylamaz. Bir de siz söyleseniz... dediler.

Kordon boyunu tıklım tıklım dolduran halk içinde birçoğu da esvap değiştiren Yunan askerleri ve subayları bulunduğunu biliyorlardı. Tehlikeyi biz de anlıyorduk. Fakat Mustafa Kemal'e akıl öğretmek için İzmir'e gelmemiştik.

Nihayet yangının kızıl ve korkunç dili, hemen önümüzdeki binaların çatılarını yakalamaya başladı. Çıkmak lâzımdı. Fakat nasıl?

Mustafa Kemal İzmir'e geldiği vakit, bir Türk evine misafir olmasını istiyen Lâtife Hanım Göztepe'deki aile köşkünü onun emrine vermişti. Mustafa Kemal oraya gidecekti. Biz de Kramer Palas yangın içinde olduğundan, Karşıkaya'da galiba Kral Kostantin'in kalmış olduğu bir eve yerleşecektik.

Bir kamyon dolusu askerle birkaç otomobil getirdiler, Mustafa Kemal açık arabasına bindi. Kamyon halkı güçlükle yarıyor. Mustafa Kemal'in arabası arkadan gidiyordu. Kamyon ve araba geçinceye kadar açılıp, sonra hemen dalgalar gibi birbirine kavuşarak halk arasından:

- O... O... ve korkarak:

- Mustafa Kemal... sesleri çıkıyordu.

Ağır yürüyen otomobile atılsalar, Mustafa Kemal'i kucaklarında boğarlardı. Fakat denize doğru kaçışıyorlardı. Panik nasıl bir korkudur, nasıl on binleri hiçe indirir, cesaretleri eritip akılları durdurur ve hisleri uyuşturur, gözümle görüyordum.

Yangın artık bir sele benziyen alevi ile denizi kaplayan filo arasında, on binlerce Rum, Ermeni ve Yunanlı içinden, Mustafa Kemal bir Tanrı iradesi gibi geçti, gitti.

Karşıyaka'daki evimize gittik ama, üstümüze giymiş olduklarımızdan başla hiçbir eşyamız yoktu. Kramer Palas gerçi çok sonra yandı, fakat oraya kadar sokakları sökebilmek ihtimali yoktu.

Yangın, sonuna kadar yaktı ve doyarak dindi. Göztepe'de Mustafa Kemal Paşa'yı görmeye gidiyorduk. Arka caddeler atılan şapkalarla âdeta kaldırımlanmış gibi idi. Esirler geçiyordu. Durup dururken ikide bir:

- Yaşa Mustafa Kemal yaşa... diye bağırıyorlardı. Bunlar İzmir'e girdiklerinin birinci günü Şehit Fethi'yi:

- Zito Venizelos... diye bağırtmak için süngülemişlerdi.

Gâvur İzmir karanlıkta alev alev, gündüz tüte tüte yanıp bitti. Yangından sorumlu olanlar, o zaman bize söylendiğine göre, sadece Ermeni kundakçıları mı idi? Bu işte ordu Komutanı Nureddin Paşa'nın hayli marifeti olduğunu da söyliyenler çoktu. Atatürk'ün Nureddin Paşa'yı eskiden beri sevmediği ''Nutuk''unda görünür. Zafer sırasında birinci ordunun başında bulunması da tesadüf eseri idi. Ali ihsan Sabis'in atılışından sonra, Atatürk Ali Fuad ve Refet paşalara komutanlığı teklif etmiş, ikisi de ''kıdemsiz'' İsmet Paşa'nın emrine girmek hoşlarına gitmiyerek, reddetmesi üzerine Nureddin Paşa hatıra gelmişti. Kibirli, dar kafalı, zulüm ve ceberut düşkünü bir kimse idi. Bu yüzden bir zamanlar Millet Meclisi kendini Harp Divanı'na verip mahkûm bile ettirmek istemişti. Bu kararın önüne geçmek için Mustafa Kemal'in ne kadar uğraşmış olduğunu ''Nutuk''tan öğreniyoruz. Nureddin Paşa'nın biri İzmir'de biri İzmit'te tertip ettiği iki linçin hikâyesi gene o vakitler, bizi ikrah (tiksinme) içinde bırakmıştır. Bunlardan biri İzmir metropolidi Meletyos öteki de ''Peyam-ı Sabah'' yazarı Ali Kemal'dir.

Bildiklerimin doğrusunu yazmaya karar verdiğim için o zamanki notlarımdan bir sayfayı buraya aktarmak istiyorum: ''Yağmacılar da ateşin büyümesine yardım ettiler. En çok esef ettiğim (üzüldüğüm) şeylerden biri, bir fotoğrafçı dükkânını yağmaya giden subay, bütün taarruz harpleri boyunca çekmiş olduğu filmleri otelde bıraktığı için, bu tarihî vesikaların yanıp gitmesi olmuştur. İzmir'i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa, azınlıklardan kurtulamıyacağımızdan mı korkuyorduk? Birinci Dünya Harbinde Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, gene bu korku ile yakmıştık. Bu kuru kuruya tahripçilik hissinden gelme bir şey değildir. Bunda bir aşağılık duygusunun da etkisi var. Bir Avrupa parçasına benzeyen her köşe, sanki Hristiyan veya yabancı olmak, mutlak bizim olmamak kaderinde idi. Bir harp daha olsa da yenilmiş olsak, İzmir'i arsalar halinde bırakmış olmak, şehrin Türklüğünü korumaya kâfi gelecek miydi? Koyu bir mutaassıp, öfkelendirici bir demagog olarak tanımış olduğum Nureddin Paşa olmasaydı, bu facianın sonuna kadar devam etmiyeceğini sanıyorum. Nureddin Paşa, ta Afyon'dan beri Yunanlıların yakıp kül ettiği Türk kasabalarının enkazını ve ağlayıp çırpınan halkını görerek gelen subayların ve neferlerin affetmez hınç ve intikam hislerinden de şüphesiz kuvvet almakta idi.''

Nitekim İzmir zaferinin hemen arkasından bir Nureddin Paşa meselesi çıkacaktır. Zaferin bu en küçük hisseli adamı İzmir'e girer girmez şöyle bir vizita kartı bastırmıştı: ''Küt-ül-Amare muhasırı, Afyon ve Dumlupınar muharebeleri galibi, İzmir fatihi Nureddin Paşa.'' İzmir'de ilk buluştuğu adam da müftü idi. Nureddin Paşa kendisine bir vasiyetname bırakıyordu: Ölünce Kordon boyuna bir camii, bir de türbesi yapılacaktı. Fatih bu türbeye gömülecekti. Müftü, bir risalesi ile, biraz sonra irticaın bu sakallı ve azametli liderini bütün Türkiye yobazlarına takdim ettirmek üzere idi. İzmir'den İzmit'e gittiği zaman da, Çay'da komutanlara danışıldığı zaman:

- Yeni geldim, diye taarruz hakkında oy vermiyen bu adam:

- Ben Mesta-Karasu üstüne yürümek için hazırlanmıştım, beni burada tuttular, diyecekti.

Yakup Kadri, ben ve Asım Us, Bornova'da bir İngiliz evine yerleştik. Bornova karargâhların bulunduğu yer olduğu için, her gün İsmet ve Fevzi paşaları ve onlarla görüşmeye gelen Mustafa Kemal'i görüyorduk.

Bir gün bize uğradı:

"Ankara'dan arkadaşlarımız geldi, akşamı beraber geçirelim," dedi.

Göztepe'ye geldiğimiz zaman, Yakup Kadri ile beraber köşkte Lâtife Hanım'ın yatılı misafiri olacağımızı öğrendik. Bu münasebetle Lâtife Hanım'ın gerek o günlerde, gerek bütün evlilik devrinde Atatürk'ün fikir arkadaşlarına her zaman ne kadar nazik davrandığını söylemek isterim. Lâtife Hanım'ın ayrıldıktan sonra dahi Atatürk'ün hatırasına karşı gösterdiği pek faziletli bağlılık birçok kimselere ders olabilecek bir asillik örneğidir.

Mustafa Kemal'in ilk sofrasında bulunacaktık. Holde toplandıktan biraz sonra, arkasında beyaz bir Kafkas gömleği ile merdivenden indi. Bu kemerli gömlek, pek ahenkli bir endam ister. Mustafa Kemal, ince, zarif ve güzel bir erkekti. Kahramanlık şanının, o günlerde, bu güzelliği nasıl cazibelendirmiş olduğu da kolay anlaşılabilir.

Şimdi onun şahsiyeti ile tanışmak fırsatı idi. Derin bir merakla bütün sözlerini ve jestlerini izliyordum. İlk öğrendiğim şey kuvvetli ve yanılmaz hafızası oldu. Bir aralık:

- Müsaade eder misiniz, sizi ilk önce nerede görmüş olduğumu anlatayım, dedim.

Hemen bakışı şehlâya kayarak:

- Hacı Adil denen vali Dimetoka'da biz onu karşılamaya geldiğimiz vakit, arabasına Fethi Bey'i almalı idi. Siz nihayet bir gazete muhabiri idiniz... dedi.

Şaşa kaldım.

Dikkatime çarpan ikinci özelliği konuşma zevki ve merakı ile renkli, neşeli ve sade anlatış üslûbu idi. Mustafa Kemal, bizim nesle, yazarken Namık Kemal'i, konuşurken Yahya Kemal'i hatıra getirirdi. Sohbetler ve meclisler adamı olduğu belli idi. Daha ilk geceden bir eski arkadaş kadar yakınlığını hissediyorduk. Fakat bir bakışı, veya sözü ile, aramızdan kendi istediği kadar uzaklaşıp ayrıldığı da seziliyordu. Bu iki adam sonuna kadar iç içe kalmıştır. Çocukluğundan beri arkadaşlık ettikleri dahi pek samimî gece âlemlerinin ertesinde, biraz çekingen davrandı mı, onunla henüz tanışanların duraksamasını duymuşlardır. O gerçekte büyük görev ve mesuliyetler adamı idi. Bu gerçek şahsiyeti, eğlence akşamlarında bile, çok defa, bütün gece yanından ayrılmamıştır. Zihni, daima, bir düşünceye takılı idi. Birine ham ervahlarca "sefih" adı konan iki adam birbirinin ömrünü kısaltmıştır: Fakat dalgalar gibi köpürmeksizin durmayan o mizaç, tehlikeli de olsa, iyi ki böyle bir denge kurabilmişti.

Sevmek mi, acımak mı, diye bir bahis açtı. Metotlu felsefe etütleri yaptığını sanmıyorum. Sözleri terimsiz, tarifsiz ve "zikir"sizdi. Ama sık sık derine inen bir felsefî düşünüş, ince bir zekânın ve titiz bir sağduyunun devamlı kontrolü altında bir mantıkçılık, duyduklarını kolayca tutup kavrayan, sonra hepsini hoş bir sentez içinde yoğuran bir muhakeme, metotlu ve ilmî bir tefekkür eksikliğinin boşluğunu örtmekte idi. Sevmek mi, acımak mı? O geceki tartışma sırasında, ilk defa, bu yalçın savaş ve pek hesaplı politika adamının dünyalı ve insan tarafını görüyordum. Bu, şimdiye kadar bana tamamiyle yabancı idi.

Neslinin kurmayları gibi, Türkçe edebiyattan, tercümelerden, nizamsız sırasız, fakat türlü yayınlardan hırs ile faydalanmaya çalıştığına şüphe yoktu. Sonra bu kuşaktan olanlar genç yaşlarında düşündürücü, vaktinden önce olgunlaştırıcı çok şey görmüşlerdir. Mustafa Kemal de, 1908'den önce Şam'a sürülmüştür. "Hürriyet" cemiyetini kurmuştur. Selânik'te İttihatçıdır. 31 Mart'ta, Bingazi'de, Çanakkale'de, Rus cephesi karşısında, Suriye ve Filistin savaş cephesinde, her yerde vardır. Yüksek askeri öğrenim, kafasını anlayışlara ve görüşlere hazırlamıştır.

Gene o gece ilk defa türküler söylediğini işittim. Mustafa Kemal vals oynayanların ve bir ataşemiliterlikte musikili salon toplantılarında bulunanların alışabileceği kadar Frenk musikisine bağlı, alaturka musikide ise makamları ayırabilecek kadar bilgili idi. Sesi mat, yavaş, tatlı ve cazibeli idi. Bilhassa Rumeli türküleri söylerken, derin ve onulmaz bir gurbet ve sıla acısı gözlerinde yaşarırdı. O vatanı unutmaz, kaybettiğimiz Rumeli ve Makedonya topraklarının kır kokularını alır gibi, su ve çıngırak seslerini duyar gibi bakışları uzaklaşa uzaklaşa süslenir, bizim içinde olmadığımız hatıralar içine karışır giderdi. İyi vals ettiğini sonraları gördüm. O akşam zeybek oynadı. Oyunu efekâri ve kibardı. Bazı jestleri hiç yapmazdı. Bu bir alafranga değil, bir Batılı, bir alaturka değil, bir Türk idi.

Gün ağarırken uyuduk. Öğlenin geç bir vaktinde yemek masasında buluştuk. Dün geceki ahbabımızla değil, karargâhındaki Başkomutanla konuşuyorduk. Yakup'la bana birçok şeylerden bahsetti. Hemen görülüyor ki, zafer ve İzmir, işlerinin sonu değil, başlangıcı idi.

- Yeni Mecliste sizinle arkadaşlık edeceğiz, dedi.

O gün Yakup'la bana uzun birer mülâkat verdi. Mülâkatı askerî ve siyasî ikiye ayırarak "Akşam" ve "İkdam" gazeteleri için paylaştık. Yazıda oldukça ağdalı bir Osmanlıcaya meraklı olmakla beraber, düşüncelerini pek iyi toparlıyarak kolay ve pek insicamlı konuşuyordu. Kuvay-ı Milliye Meclisinin kürsüsünde hatiplik idmanlarını tamamlamıştı. Bu mülâkatta bize, yendiğimiz Yunan ordusunun, bu devletin o zamana kadar çıkardığı en kuvvetli ordu olduğunu söylemiştir: "26 ve 27 Ağustosta yarma hareketi ve 28, 29 ve 30 Ağustos meydan muharebesi de içinde olmak üzere ordularımız on beş günde dört yüz kilometre yol aldılar. Piyade ve süvarilerimiz İzmir'e kavuşmak için birbirleri ile âdeta yarıştılar. İzmir rıhtımında süvarilerimizin kılıçları suya aksederken, piyadelerimiz Kadifekale'ye Türk bayrağını çekiyorlardı. Hatıramda aldanmıyorsam, büyük orduların yürüyüş ölçüsü yirmi, yirmi iki buçuk kilometredir. Askerlerimiz bütün rekorları kırmıştır."

Ölü, hasta, yaralı, bizim kaybımız on bin kişi idi. Yunanlılar yalnız yüz binden fazla ölü bırakmışlardı.

Limandaki İngiliz donanması, Mustafa Kemal'i rahatsız etmekte idi. Yirmi dört saatte sularımızdan çıkması için amirale mektup göndereceği vakit, her zamanki zayıfların bir daha yürekleri oynadı: İşte şimdi başımızı belâya sokacaktık. İngilizlerle harbe tutuşacaktır.

İyi bir komutan, elindeki imkânların tam verimini alabilmelidir. "Basiret", "tedbir" ve "itiyat" denen şeyler, iyi bir komutanı bu tam verimi almak için aklını, sanatını ve iradesini kullanmaktan alıkoymak için değil, bu haddi aşmaktan korumak için gereklidir. İyi bir komutan, sade nerede duracağını değil, nereye kadar gideceğini de bilmelidir. Mustafa Kemal'in etrafında, Erzurum'dan beri, onu her ileriye girişten önce tutmak ve gidip varınca durdurmak isteyenler eksik olmamıştır.

Birçoğu iyi niyetli orta adamlardı. İyi niyetli olmayanları da vardı.

Kimine göre İngiliz filosunun İzmir limanında kalmasına ses çıkarmamalı idi. Kimine göre İstanbul üzerine yürüyüp İtilâf devletlerinin kara ve deniz kuvvetlerini hiçe saymalı idi. Mustafa Kemal ne onu, ne bunu yaptı.

Yirmi dört saat bitmeden İngiliz donanmasının limandan çıkıp gidişini seyrettik.

Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığından İstanbul'a dönüp de düşman donanmalarını limanda gördüğü vakit yaveri Cevat Abbas'a:

- Geldikleri gibi giderler... demişti.

Geldikleri gibi gitmişlerdi.

İstanbul'daki Fransız Yüksek Komiseri General Pellé de bu sırada İzmir'e geldi. Ak saçlı, vakarlı bir askerdi. Göztepe köşkünün bahçesinde idik. Merdivenlerden çıkarken, pek sade kıyafeti ile Mustafa Kemal'i görünce sendelediğini hissettik. Bu zaferin ne demek olduğunu bilen general, kim bilir nasıl bir Şarklı komutan göreceğini tahmin etmiştir? Kendisi sırmasız, gösterişsiz, saf saf adamsız, mütevazı bir ev sahibi ile karşılaşıyordu.

General gemisine dönünce bizi yanına çağırdı:

- Ordularınızı durdurunuz, diyor. Muzaffer ordularımızı daha uzun müddet nasıl tutabilirim? Çabuk mütareke yapılmalıdır, dedim. Acele İstanbul'a gidecek...

Sonra güldü:

- Bizim muzaffer ordular... Nerelere dağıldıklarını pek iyi bildiğim yok. Bir toplanmaya kalksak kim bilir ne kadar zaman geçer? dedi.

Bütün orduları bir yumruk gibi sıkıp Yunan ordusunun başına indiren bu komutan, şimdi de:

Mütareke olmadan tek bir Türk jandarmasını Trakya'ya geçirmem, diyordu.

Hesapsız ve lüzumsuz, "Bir tek Türk'ün hayatını tehlikeye sokmamak" davasından ömrünün sonuna kadar şaşmayacaktır.

Ömrünün sonlarında Hatay meselesinde bir başka sözünü duymuştum. Atatürk bu mesele yüzünden uykusuz, sinirli gibi. Rasladığı elçilerle tartışır, söylemediğini bırakmaz, kendi hazır bulunduğu yerlerde ecnebi sefaretlerin kulağına gidecek nümayişler yaptırırdı. Bir akşam sofrada vaktiyle Hariciyede de bulunan bir arkadaşı:

- Paşam, niçin kendinizi de milletinizi de üzüp duruyorsunuz? Bir tümen yollasanız Hatay'ı alırsınız. Renani'de Alman olup bitenlerini kabul eden Fransızlar, Suriye'nin bir sancağı için sizinle muharebe mi edecekler? dedi.

Öfke ve siniri dalga gibi dinerek, sesi yavaşladı:

- Evet bunu ben de bilirim. Bir tümen yollasam, Hatay'ı alabiliriz. Renani'de Almanlarla muharebe etmeyen Fransızlar da Hatay için muharebe açmazlar. Fakat ya bu sefer haysiyetlerine dokunup karşı koyacakları tutarsa?

Sual sorana dönerek:

- Ben bir sancak için altmış şu kadar Türk vilâyetini tehlikeye sokamam, dedi.

General Pellé'nin ziyaretini iade edecek miydi? Bunun için gemiye gitmesi lâzım olduğunu söyleyince:

- Ben gemiye gitmem, diye cevap verdi.

Ne olur ne olmaz, ayağı karada ve kendi vatanının karasında olmalı idi. Tuhaftır, son yıllarında Sovyet sefaretindeki bir hâdiseden sonra, Stalin'in kendisi ile Kırım açıklarında bir gemide görüşebileceği söylendiği vakit aynı cevabı vermiştir. Irak Kralının ve İran Şehinşahının ziyaretlerini de iade etmek niyetinde değildi. İhtilâlciler, kendi elleri altında olmayan şartlara emniyet etmezler.

Bornova'da rasladığım Nureddin Paşa, kendi de "Akşam" gazetesine bir mülâkat vermek istediğinden, beni şehirdeki dairesine çağırdı. Gittim, iyi karşıladı ve ikram etti. Sonra tam bir medreseci üslubuyla, neler yaptıklarını sayıp döktü. Bunları yazabileceğimi sanmasına şaştım. Eğer söyledikleri bir yabancı konsolosunun raporunda çıksaydı, hemen yalanlamak için hükûmet ve gazeteler hep bir olurduk.

Hayal bu ya, eğer taarruzun son günlerinde Mustafa Kemal ve bir iki arkadaşı kazaya uğrayıp da, İzmir fatihliği tacı böyle bir komutanın başında kalsaydı, diye de içimden bir ürperti geçer.

Mudanya'da bizim mütareke heyetimizin Başkanı İsmet İnönü, İngiliz ve Fransız heyetlerinin başkanları General Harington ve Charpi idi. Bu arada Çanakkale çevresinde tehlikeli bir olay geçti. Süvarilerimiz tarafsız bölgeye geçerek, silâh atmaksızın, İngiliz siperlerine girmişlerdi. İngiliz hükûmeti oraya yeni birlikler göndermesi, Mustafa Kemal'in müttefikleri İstanbul'dan çıkarmasına karşı kuvvet kullanması için General Harington'a 15 Eylül 1922'de emir verdi. Churchill de Dış Bakanlığına sormadan, 16 Eylülde sert bir bildiri yayınladı. Bu bildirinin ilk tepkisi Çanakkale Anadolu yakasındaki Fransız ve İtalyan birliklerinin, Türklerle çarpışmamak için, geriye alınması olmuştur. Londra'da o kadar sinirli bir hava esiyordu ki İngiliz kabinesi Lord Curzon'un muhalefetine rağmen 29 Eylülde General Harington'a kendi tarafından tesbit edilecek kısa bir zamanda Türkler tarafsız bölgeden geri çekilmezlerse ateş edilmesini bildirdi. İngiliz kabinesi çarpışmanın başladığı haberini bekliyerek toplantı halinde idi. General Harington ateş emrini saklamış ve Mudanya mütarekesinin bitirilmesini sağlamıştır.

Mütareke görüşmeleri üç gün sürmüştü. Bizim baş delegenin:

- Türkiye'yi ne zaman boşaltacaksınız? Sorusu üzerine görüşme kesilmiş, Fransız delegesi:

- Herhangi bir zamanda boşaltmaya karşı değiliz, cevabını vermişti.

Harington biraz mühlet istedi:

- Türk ordusu daha yirmi dört saat müsaade etsin! dedi.

Sonra on beş gün içinde boşaltılacağı haberini getirdi.

Halide Hanım, Yakup Kadri, Ruşen Eşref, Asım Us ve ben batı Anadolu üzerinden Bursa'ya giderek Yunan zulümleri üzerine belgeler toplayıp yazmayı kararlaştırdık. Yakup Kadri ile bana birer asker kaputu verdiler.

Bu yazılar "İzmir'den Bursa'ya" adlı bir kitapta toplanmıştır. Henüz çürümiyen cesetler ve neredeyse henüz tüten yangınlar içinden geçiyorduk. Yakup, külleri savrulan Manisa'ya, cetlerinin şehrine iki eli böğründe baka kaldı. Yunanlılar, çekilişlerinde, yok edici bir tahrip yapmışlardı. Yanmayanlar, vakit bulup da yakamadıkları, yaşayanlar, fırsat bulup da öldüremedikleri idi. İki millet arasında yalnız birinin arta kalacağı bir boğazlaşma geçmiş olduğunu görüyorduk. Batı Anadolu'yu Türkler için oturulmaz bir çöle çevirmek istiyen Yunanlılar, gerçekte kendi ırklarının, mitoloji masallarından son tarih günlerine kadar, bu topraklardaki yaşayışlarına son vermişlerdi. Rum halk köklerine kadar sökülüp atılmakta idi. Onlarla beraber İzmir'in, bütün batı Anadolu'nun her türlü ekonomisini de köklerinden söküp atıyorduk. Bir merkezde kasabalılar bize gelmişler:

- Arabamızı tamir ettiremiyoruz, giden Hristiyanlardan sanat sahibi olanları geri göndertseniz... demişlerdi.

Yanmamış yerlerde çarşılar kapalı idi. Ticaret ve iyi tarım onların elinde olduğundan, Türkler alışmadıkla ı bir hayat tarzını yeni baştan kurmaya mahkûm idiler. Bu yeni hayat, yangın yerlerinde külden ve sıfırdan, ateş görmiyen yerlerde kapalı ve boş dükkânın açılmasından başlıyacaktı.

Yuvaları yanan, veya baba analarını, ya kardeş veya çocuklarını kaybeden halk, öfkeden ve kinden o kadar çıldırmıştı ki ellerinde balta ile esir kafilelerinin peşine düşüp:

- Hiç olmazsa birini verin, öldüreyim! diye yalvaran kadınlar görülüyordu. Hâlbuki Anadolu halk kadınları ne de yumuşak yürekli ve merhametlidirler!

Rauf Bey (Orbay) Ankara'da Refet Bey'i (Bele) de çağırarak bir görev vermesini Mustafa Kemal'den istemişti. O da Refet'i İstanbul'a girecek kuvvetlerin başına geçirmeye ve Ankara'nın İstanbul temsilcisi yapmaya karar verdi. Biz yolda kendisine rasladık, son durumun ne olduğunu sordu:

- İstanbul üstüne yürüyorlar mı?

- Hayır, Mudanya'da mütareke görüşmeleri yapacaklar.

- Şimdi her şeyi kabul ettiler, cevabını verdi. Refet değişmeyecekti.

Yanmıyan yerleri dolaşarak sevinç içinde Bursa'ya kavuştuk. Bu sanat ve tarih şehrinin yangın görmemiş olması, zaferin başlıca zevklerinden biri idi. Bursa değerini ölçemediğimiz kadar Türktür. "Değerini ölçememek" sözünü boşuna söylemiyorum. Onun semtlerine bile çimentodan galata parçaları yapıştırıp durmuyor muyuz?

Bursa'da valinin yanında bir toplantıda bulundum. Ankara'dan gelen pek uyanık fikirli bir iki milletvekili de vali ile beraberdi. Mustafa Kemal'i karşılama programını hazırlamakta idiler. Birinci madde, "Sultan Osman'ın türbesini ziyaret" idi.

- Mustafa Kemal'in bu ziyarette bulunacağını zannetmiyorum, dedim.

Şaşarak yüzüme baktılar. Hamdullah Suphi, ki şaşanlar arasında idi, Mustafa Kemal'i Kuvay-ı Milliye yıllarında pek yakından tanımıştı. Biz ise bir görüşte Mustafa Kemal'in İstanbul'a giderek bir yeni padişahın sadrazamı olmıyacağını pek iyi biliyorduk. Hanedan, intihar etmişti. Ortaçağ'da olsaydık, Mustafa Kemal'e "biat edileceği ve hanedanın isim değiştireceği" zamanda idik. Yirminci asırda, çöken hanedanların yerine cumhuriyetler gelir. Mustafa Kemal'in devlet reisi olmaktan başka hiçbir şey olmasına ihtimal yoktu.

Bugünkü kuşak benim kuşağımın bir hikâyesini dinlemelidir.

"Beni karılarımla kızlarım öldürdü" diyerek son nefesini veren Sultan Mecid zayıf ve sönük bir padişah, yerine geçen Sultan Aziz bir yarı deli, ondan sonra gelen Sultan Murad bir tam deli, daha sonraki Sultan Hamid Yıldız tepesinden Boğaz'da bir geminin batışı gibi, devletin batışını seyreden bir kızıl müstebit, arkasından tahta çıkan Sultan Reşad arabası içinde gördüğümüz vakit utandığımız bir sarsak, sonuncusu da İngiliz zırhlısına binerek kaçan Vahideddin! Bizler bir padişah şerefi tatmak için asırlar gerisine doğru giderdik.

Bir münasebetle anlatacağım üzere hanedandan yalnız Yusuf İzzeddin Efendi'yi Edirne seyahatinde tanımıştım. "Tanin"e bir mülâkat verdirmek üzere beni vagonuna götürmüşlerdi. Kanepede sağ ayağını sol ayağının altına sokmuş, yarı bağdaş oturuyordu. Bir genç yazıcının bütün merakı ile bekliyordum:

- Ben o bunağa senet al, dedim, almadı, dedi.

Bunak, Sadrazam Kâmil Paşa idi. Balkan Harbi başladığı vakit büyük devletler, harbin sonunda statükonun bozulmasına izin vermiyeceklerini söylemişlerdi. Bunun manası eğer, biz yenersek Balkanlı Hristiyan devletlerden toprak alamıyacaktık. Veliaht, sözde, sadrazama: "Devletlerden senet al" demiş. O da almadığı için Rumeli'yi kaybetmişiz. Doğrusu ise, Kâmil Paşa Hürriyet - ve -İtilâfçı olduğu için, veliahtın "Tanin" gazetesinde İttihatçılara yaranmak isteyişi idi.

Sonra düşündü:

- Ben orduyu severim, gibi bir söz çıkarabildi.

Ne yazacağımı bilmiyordum. Meseleyi Edirne Valisi Hacı Âdil Bey'e anlattım. O veliaht hesabına bir mülâkat dikte etti. Sonradan gelen Enver Bey, bu mülâkatı okudu, o da bir şeyler ilâve etti. "Tanin"de çıkan yazı bu idi.

Bir Osmanlı prensini de, 1910 sularında İstanbul'un bir seyranlığında görmüştüm. Açık körüklü, yaldız tekerlekli, mavi atlas döşemeli bir fayton içinde hemen hemen sarı kostümlü, bıyıklarının iki ucu kozmetikten dimdik, arabacının yanında bir haremağası, genççe bir kadın gördükçe yarı beline kadar dışarı eğilen ve peşinden uzun fesli saray adamları koşan bir şehzade idi. Yaşım küçük olmakla beraber, bana pek gülünç geldi. Osmanlı tarihinde ilk kurucu ve savaşçı padişahların devrini okuyorduk. Bir Osmanoğlunun bu ilk görünüşünü bir türlü hayalime yedirememiştim.

Prenslerden birini de Direklerarası salaşlarının birinde, konferans, sinema, kanto, komik hep bir arada, Meşrutiyet günlerinin "şerefe veya menfaate", altı üstünü tutmaz bir toplantısında görmüştüm. Sessiz sinema filminde bir yabanî at terbiyesi sahnesi gösteriliyordu. Bir aralık locadan:

- Sokulma... Sokulma... Tepecek... sesi geldi. Prens, filmde çifteli ata yanaşmak istiyen bir terbiyeciye haykırıyordu. Karanlıkta hepimizin kulağı, ışıklar yanınca gözleri onda idi.

Hanedan ve prenslere dair başka hatıram yoktu. Biz bunları sevmiyorduk.

Bununla beraber hanedansız bir devlet şekli de akla geldiği yoktu. Çok çok, genç bir prenses yetiştirerek padişah yapmak, oğuldan oğula usulünü koruyarak, ihtiyar padişahlar devrine nihayet vermek gibi şeyler düşünüldüğünü duyardık.

Geçenlerde son halife Abdülmecid'in yaveri Yümnü Bey (General Yümnü), Mustafa Kemal'in o vakit veliaht olan bu prensi Anadolu'ya davet ettiğini yazdı. Hikâyenin doğru olduğuna şüphe etmiyorum. Ben de hatıralarını anlattığı sırada, İstanbul'da Harbiye Nazırı olsaydı, ne yapacağı üzerine konuştuğum zaman:

- Vakti gelince Anadolu'ya padişahı da beraber geçirirdim, demişti.

Hanedanın son talihi, Tevfik Paşa sadrazam iken, Mustafa Kemal tarafından Vahideddin'e Büyük Millet Meclisini tanıtmak teklifi yürütülemediği zaman kaybolmuştur. Eğer Vahideddin bu telifi kabul etseydi, Büyük Millet Meclisi hükûmetini tanımış olacaktı. İşgal kıt'aları hiç şüphesiz sarayı kuşatacaklardı. Padişah, zindan haline gelen bu saray içinde, ordunun ve milletin gözlerini ve gönlünü ayırmadığı bir mazlum ve kahraman hâlini alacaktı.

Anadolu'nun zaferinden hiç şüpheleri kalmadığı vakit hanedan adına Prens Ömer Faruk Anadolu'ya gelmek istemişse de, İnebolu'dan geri çevrilmiştir.

Hanedan devri sona ermişti!

Geçenlerde bana, Birinci Dünya Harbinden tanıdığım bir ahbap geldi. O vakitler, İttihat - ve - Terakki sürgünlerindendi. Mütareke devrinin saray ve Hürriyet - ve - İtilâf tarafını yakından ve içinden görmüş olanlardandır. Bana anlattığına göre Vahideddin, Mustafa Kemal'in gerçekten memlekette faydalı şeyler yapabileceğine inanarak onu Ordu Müfettişliğine yollamıştır. Padişah veliaht iken, Almanya'ya Mustafa Kemal ile birlikte gitmişti. Bu seyahat sırasında Mustafa Kemal Almanya'nın durumu ve gelecek hâdiseler üzerine ne söylemişse, sonradan olduğu gibi çıkmıştı. Vahideddin'in kendisine güvenmesinin sebebi bu idi. Enver ve arkadaşlarının aleyhinde olduğunu da biliyordu.

Hürriyet - ve - İtilâfçıların çoğu Mustafa Kemal'in Anadolu'ya gönderilmesini istememişler. Hele Zeynelâbidin, ki partinin pek nüfuzlu şahsiyetlerindendi, bir gün ahbabım kendisine:

- Ben Mustafa Kemal'i bir defa gördüm. Kendisiyle dostluğum yok. Fakat bozgunda Suriye'de idim. Devletin, ordunun ve herkesin ne yapacağını şaşırdığı o anarşi içinde bu komutanın ordusunu nasıl tuttuğuna ve ricati nasıl idare ettiğine tanık oldum, başkalarına benzemiyor, demesi üzerine Zeynelâbidin:

- Sen onun gök gözlerinin içine bak. Bir fırsat bulursa ne padişahlığı bırakır, ne de halifeliği... demiş.

Yine bir gün bu ahbabım, Süleyman Nazif, mütarekenin meşhur gazetecilerinden biri, bir de sonradan İstanbul'da nâzırlık ettikten sonra Anadolu'ya geçen bir dostları ile oturuyorlarmış. Mustafa Kemal'den bahis açılmış. Ahbabım aynı sözleri tekrarlamış. Gazeteci:

- Yahu bana randevu vermişti. Gidip de bir konuşayım, demiş.

Gitmiş, neden sonra dönmüş, ahbabıma:

- Hakkın varmış senin! Ne adam, ne adam... Olacak olanların hepsini önceden görmüş. Hem lâfla değil, harp ceridelerinden birer birer vesikaları çıkarıp gösterdi, demiş.

Sonra:

- Ama birader, askerle İttihatçı bir adamda birleşti mi, gene tuhaf bir şey meydana çıkıyor. Bu kadar akıllısı bile sonunda bana ne dese beğenirsin? Fırsat bu fırsat imiş. Anadolu'da mukavemet etmekle kurtulurmuşuz. Müstakil devlet olurmuşuz. İngilizler artık asker gönderip muharebe edemezlermiş. Düşünün, azizim, İngiliz burada. Askerleri Anadolu'nun her yerinde, diyerek bir kahkaha atmış. Hepsi de gülmüşler.Yalnız Süleyman Nazif:

- Allah vere de abdala malûm olduğu gibi olsa... diye dua etmeyi unutmamış.

"Bugün olacakları dün görmüş olan bu adamın, yarın olacaklar için düşündüklerine bir gerçek olabilir mi?" diye düşünmek de hiçbirinin hatırına gelmemiş.

Zafer günlerine dönelim. İstanbul milliyetçilerinin sesi, "Yaşa!"dan ibaretti. Henüz siyasî işlerde ve dedikodularda hiçbir hissesi yoktu. Ankara ise, kaynaşmakta idi.

Harpten sonra ihtilâl mi? Hiç kimse bu heveste değildi: ''Bitirsek... Bitirmiş olsak!'' diyorlardı. Bunun da çaresi devlet düzeninde bir değişiklik düşünmemekti. Vahideddin şüphesiz hal'edilecek, yerine Abdülmecid Efendi geçecekti. Barış olup da Büyük Millet Meclisi de Fındıklı Sarayı'na yerleşince, büyük sergüzeşti bir tatlıya bağlamış olurduk.

Mustafa Kemal'i ne yapmalı idi? Zaferin hemen arkasından onun artık siyasî işlerin Ankara'daki hükûmetçe görülmemesi lâzım geldiği fikri ortaya çıktı. İstanbul'da henüz yazı yazan Hürriyet - ve - İtilâfçılara göre de, Anadolu son sözü Bab-ı âli'ye bırakmalı idi.

Bir yandan hocalarda da halifecilik ve şeriat hareketi uyanmıştı. Mustafa Kemal'in padişahlığı kaldırmak gibi bir cinayet işlemesinden ödleri kopmakta idi. Çünkü onlara göre halifelik padişahlıktan ayrılamaz. Cismanî nüfuz ve kuvveti elinden alınamaz. Alınırsa şeriat yürümez.

Mustafa Kemal ise bütün işlerin başındadır. Barış konferansı için hazırlıklar yapar. Ankara, ikide bir bu olup bittiler karşısında nasıl silkinip de doğrulacağını bilmez. Zafer Mustafa Kemal'e öyle bir itibar ve şeref vermiştir ki, orduda ve halk arasında bu tek adam, bir devlet kuvvetindedir.

General Pellé İzmir'den ayrıldığı vakit bir harp gemisiyle Franclin Bouillon'u göndereceğini söylemişti. O buluşmada mıdır, daha sonra bir temasları daha olmuş da ondan sonra mıdır, bilmiyorum. Notlarımın arasında Mustafa Kemal'in şu fıkrası var:

"Franclin Bouillon barış konferansında benim bulunmamı istiyordu. O vakit konferansın İzmir'de toplanması lâzım geleceğini söyledim. 'Çalışırım, fakat birinci sınıf devlet adamlarını İzmir'e getirmekliğim güçtür,' dedi. Ben gitmiyeceğime göre konferansa kimi baş delege yapmaklığımı düşündüğünü sordum:

- İsmet Paşa'yı gönder! dedi.

- Yapabilir mi?

- Evet... En iyisini..."

Mudanya mütarekesini yapmış olmakla beraber, Garp Cephesi Kumandanının kendisine barış konferansı baş delegeliği teklif edileceğinden haberi yoktu.

Mustafa Kemal diyor ki:

''Ankara'ya gittiğim vakit Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey'le görüştüm. Barış konferansında baş delegeliği kimin yapabileceğini sordum: 'Onu siz bilirsiniz!' dedi.

'Meselâ İsmet Paşa?'

'Yapabilir.'

Yusuf Kemal Bey'in vekillikten istifa ederek yerine İsmet Paşa'yı bırakması lâzımdı. Yusuf Kemal Bey feragatle vazifesinden çekildikten başka, kendi yerine İsmet Paşa'nın vekilliğe seçilmesini tavsiye etmiştir.

Bursa'ya gelmiştim. Kâzım Karabekir de beraberimde idi. İsmet Paşa'nın hiçbir şeyden haberi yoktu. Telgraf gelince kendine her şeyi anlattım ve barış konferansında baş delegemiz olacağını söyledim:

'Kat'iyyen!' diye reddetti.

'Git bir defa Fevzi Paşa ve Kâzım Karabekir'le görüş,' dedim.

Fevzi Paşa hemen tavsiye etmiş. Kâzım Karabekir:

'Nasıl olur? Boşta generaller var!' cevabını vermiş. Boştaki general kendisi idi.''

Tuhaf hikâyedir: Karabekir'i yatıştırmak için, siz Ruslarla antlaşma yaptınız, hâlbuki Ruslar bu konferansa gelmiyeceklerini bildirmişler, sizin bulunmanız doğru olmaz, demişler. Kabul etmiş: ''Öyle ise askerler gönderilmemelidir!'' demiş. Fakat bundan sonra Rusların konferansa katılacakları haberi alınınca:

- Artık benim gitmekliğim için mahzur kalktı, diyerek yeniden umuda düşmüş.

Çok sonraları İsmet Paşa'ya bu delegelik meselesini sormuştum. Bana:

- Evet bu hiç hatırımda olmayan bir şeydi. Mudanya mütarekesi müzakereleri gibi bir çalışmadır diyerek kabul ettim. Lausanne'da çektiklerimi tasavvur etseydim, gitmemekte ısrar ederdim, demişti.

Barış konferansı delegeliğinin ikinci adayı Rauf Bey'di. Ama Kâzım Karabekir de, Rauf da kendi branşlarını yapacaklardı. Mustafa Kemal'e kendi dediklerini dinliyecek ve şahsî şeref sağlama duygularına kapılmıyacak biri lâzımdı.

Mustafa Kemal ilk Kuvay-ı Milliye arkadaşları ile arasındaki uzaklığı gidermek için çalışıyordu. İstanbul'a gidecek kuvvetleri Refet Paşa'nın emrine verdi. Ordunun şehre girişini Eminönü'nde seyrettim. Belki ilk fetih günü de bu kadar sevinçli geçmiştir. Refet Paşa, Anadolu hükûmetini İstanbul'a yerleştirmek ve işgal kuvvetleri otoritesini eritmek için bütün enerji ve hünerlerini kullandı.

Türk askerinin İstanbul'a girişini gören Yüzbaşı Armstrong der ki: ''Ruhumun isyan ettiğini duyuyorum. Türkler sanki Kanuni Sultan Süleyman devrinde imişler gibi düşünüyorlardı. İngiltere İmparatorluğu şerefinin bütün Asya'ya karşı, çamurlara yuvarlanması gururumu yaralıyordu."

Daha sonra Lausanne antlaşmasının imza töreninde bulunan bir meşhur Amerikalı muhabir de yazısını şöyle bitirecekti: ''Garbın Şark önünde eğilişi, hiçbir zaman bu kadar aşağıca olmamıştır.''

Ama kendi milletinin adamları Mustafa Kemal'le uğraşıyordu. Ekim ayının krizli günlerinde Ankara'da Mustafa Kemal'i devlet şekli üzerine bir söze bağlamak, yani saltanat rejiminin devam edeceği teminatını elde etmek için çalıştılar. Rauf Bey başta idi. Kendisinden bir söz de almaya muvaffak oldular. Mustafa Kemal ''Nutuk''unda şöyle diyor: ''Umumî ve tarihî vazifemden o güne ait safhayı ifa ettim.''

Henüz olmayan şartları boşuna zorlayanlardan değildi. Fakat fırsat, aynı ayın sonlarına doğru kendiliğinden eline geçti: Devletler bizi barış konferansına çağırırken, İstanbul hükûmetine de davetname göndermişlerdi.

Saltanat kaldırılmadıkça ve milletin kendi kaderini yalnız kendi hâkim olduğu dünyaya anlatılmadıkça, bu karışıklıktan kurtulmak ihtimali yoktu. ''Osmanlı İmparatorluğunun inkıraz bulduğunu'' ve ''yeni bir Türk devletinin doğduğunu'' ilân etmek lâzımdı. Saltanatı kaldırma teklifi Meclise geldi. İki kişi açıkça muhalefette bulunarak padişahlığı müdafaa ettiler. Bunlardan biri, sonradan Mustafa Kemal'i öldürmek istediği için İzmir'de idam olunan Lâzistan Milletvekili Ziya Hurşit'tir.

Teklif ''Teşkilât-ı Esasiye, adliye ve şer'iye encümenlerinden mürekkep'' bir karma komisyona verilmişti. Komisyonda hemen medrese başını doğrulttu. Saltanat hilâfetten ayrılabilir mi idi, ayrılamaz mı idi. Mecliste doğrudan doğruya oylarını göstermiyenler işi bir teoriler çıkmazı içine saplamak istiyorlardı. Mustafa Kemal'in Meclise karşı ikinci açık diktası bu encümende olmuştur.

Dinleyiciler arasında idi. Önündeki sıraya çıkarak yüksek sesle haykırdı:

- Hâkimiyet ve saltanat hiç kimseye hiç kimse tarafından ilim kabıdır diye müzakere ile verilmez. Hâkimiyet ve saltanat kuvvetle, zorla alınır. Türk milleti bu hâkimiyeti kendi eline almıştır. Şimdi bu millete saltanatı bırakacak mısın, diye sorulmaz. Mesele emr-i vakidir ve behemehal olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi böyle tabiî görürse, muvafık olur. Yoksa hakikat gene usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.

Karma komisyon üyeleri bu ''izahat ile tenevvür ettiklerini'' söyliyerek işi kısa kestiler.

Mecliste muhalifler zaferden beri taşkınlık için fırsat peşinde idiler. Zafer üzerine orduda terfiler yapılmıştı. Yeni rütbeler hükûmet tarafından verilmiş ve Meclis Başkanı Mustafa Kemal tarafından onaylanmıştı. Muhaliflere göre bu Meclisin hakkına saldırmaktı. Başbakan Rauf Bey işte bir yolsuzluk olmadığını ileri sürdü. Muhaliflerden Hüseyin Avni:

- Ben Meclis iradesini çiğneyenleri Yunanlı kadar memlekete zararlı sayarım, diyordu.

Mecliste sert çatışmalar oluyordu. Bir defasında Trabzon Milletvekili Ali Şükrü kürsüde konuşan Mustafa Kemal'e ağır sözler söyledi. Birbirlerinin üstlerine yürüdüler. Bu olaya çok sinirlenen Topal Osman bir adamını yollıyarak Ali Şükrü'yü konuşmak üzere Çankaya tarafındaki evine çağırır ve karşısındaki iskemleye oturur oturmaz boğdurur.

Vak'a çok önemli idi. Boğduran Mustafa Kemal'in muhafız komutanı. Mustafa Kemal'in evini bekliyen erler onun adamları. Düşmanları cinayeti Mustafa Kemal'den biliyorlardı. Mustafa Kemal, Muhafız Taburu Komutanı İsmail Hakkı'ya yakalama emri vererek kendisi eşi Lâtife Hanımla birlikte Çankaya'dan uzaklaştı. Şiddetli bir çarpışma sonunda Topal Osman ölü olarak ele geçti. Adamları Mustafa Kemal'in Çankaya'daki köşküne ateş etmişlerdi.

Fakat olay bununla kalmadı. Trabzon'da Faik Barutçu denen avukat ki Atatürk'ün ölümünden sonra İnönü'nün ilk milletvekillerinden biri olmuştur. ''Katil Çankaya'da'' başlıklı yazılar yazıyordu.

Lausanne konuşmaları devam ederken Meclisteki hoca takımı da ayaklanmıştı. Ankara'da yayınlanan bir broşürde ''Halife Meclisin, Meclis Halifenindir'' deniyordu. İstanbul'daki Refet Paşa da halifeye iyice sokulmuştu. Bir aralık Seçim Kanunu'na bir madde eklenmesi için bir teklif getirdiler. Bu madde şu idi: ''Büyük Millet Meclisine üye seçilebilmek için Türkiye'nin bugünkü sınırları içindeki yerler halkından olmak veya seçim çevresi içinde oturmuş olmak şarttır. Göç yolu ile gelenlerden Türkler ve Kürtler yerleşme tarihinden beş yıl geçmiş ise seçilebilirler.''

Bu madde doğrudan doğruya Mustafa Kemal'in seçilememesini sağlamak içindi. Mustafa Kemal kendisi kürsüde teklifin iç yüzünü açıkladı ve teklif geri çevrildi.

Lausanne'da görüşmeler bitmişti. Konferans sırasında aralarında geçen tartışmaları öne sürerek İsmet Paşa ile bir daha yüz yüze gelemiyeceğini söyliyen Rauf Bey Başbakanlıktan çekildi.

Bir gün ''Akşam'' da oturuyordum. Afyon Mebusu Ali Bey'le Antaya Mebusu Rasih Hoca beni görmiye geldiler. İstanbul'da Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini kurmaya memur edilmişler.

''Gazi hazretleri sizinle Yakup Kadri Bey'in de bizimle çalışmanızı emretti'' dediler.

Böylece ilk defa bir siyasî partiye girmiş oluyordum.

Milletvekili olmazdan önce Mustafa Kemal'i bir de İzmit gazeteciler toplantısında gördüm. Beraber olduklarımızdan Velid Ebuzziya'yı, İsmail Müştak'ı ve İttihat - ve - Terakki'nin eski İstanbul kâtib-i mes'ulü Kara Kemal'i hatırlıyorum.

Mustafa Kemal'in söylediğine göre Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti tarihî görevini artık bitirmişti. Yeni bir parti kurmak sırası idi. Bu fırkanın adı ne olmalı idi?

Bu konuşmalarda Mustafa Kemal'in bir liderlik vasfını daha öğrendim. Herkesi sonuna kadar söylemekte serbest bırakmak ve hiç hoşuna gitmiyecek fikirleri dahi sonuna kadar dinleme sabrını göstermek! Kesin kararını verinceye kadar böyle idi. Bu kesin kararı da herkesle beraber, herkesle inanarak, ortaklaşa bir karar hâline sokmaya dikkat ederdi. Bir gün ''Arkadaşlarla verdiğimiz karar'' diyebilmeli idi. Çocukluk arkadaşı ve yaveri Salih Bozok der ki: ''Fikirleri kendisince hiçbir değeri olmayan kimselerle görüştüğünü çok görmüşümdür. Hatta bir defasında dayanamayıp: 'Paşam,' dedim, 'şu fikir danıştıkların arasında öyleleri var ki şaşıyorum. Bunların fikirlerine nasıl olsa sonunda katılmıyacaksın. Ne diye birer birer çağırıp karşında söyletirsin?' Atatürk şu cevabı verdi: 'Bazan hiç umulmadık adamdan ben çok şeyler öğrenmişimdir. Hiçbir fikri aşağı görmemek lâzımdır. Sonunda kendi fikrimi tatbik edecek bile olsam, ayrı ayrı herkesi dinlemekten zevk alırım'..."

Gazetecilerin açık bir kanıları da yoktu. Acaba yeni partinin hangi sınıfa dayanması doğru olurdu? Memurlara ve aydınlara mı? Çiftçilere mi? Esnaflara mı? Tüccar ve sanayici diye kelimeler kullanıldığını sanmıyorum. Çünkü o vakit bunlar Türklük dışında şeylerdi. Mustafa Kemal:

- Fakat bunların hepsi halk değil mi? Hepsi biz değil miyiz? dedi.

Partisinin adını koymuştu. Bu adın bizler tarafından söylenmesine kadar bekliyecekti. İstanbul gazetecileri böylece partinin isim babaları olduk.

Halka nutuklar veriyor, bütün memleket bir yeni zamanlar savaşına çağırılıyordu. Bu bir bitirme değil, bir başlama idi.

İzmit'in bizler için bir fena hatırası vardır. Beyoğlu'nda Cercle d'Orient (şimdiki Büyük Kulüp) altındaki berberde tıraş olurken, Komiser Cemil ve arkadaşları Ali Kemal'i tutmuşlar ve bir motörle İzmit Körfezine kaçırmışlardı. Henüz işgal kuvvetleri İstanbul'da olduğundan Ali Kemal, kendisinin emniyette olduğunu sanıyordu.

Ali Kemal, Ankara'ya gönderilecek ve orada yargılanacaktı. İzmit'te bulunan Nureddin Paşa, Peyam-ı Sabah başyazarını alıkoydu. Ordu Hukuk Müşavirliğinde bulunan rahmetli Necip Ali, komutanın emri üzerine, kendisini sorguya çekti. Necip Ali'nin sonradan bana anlattıklarına göre Ali Kemal, büyük bir kaygı duymuyormuş. Anadolu'nun böyle bir zafer kazanacağını asla ummadığını, memleketin menfaatini bir uzlaşmada gördüğü için kanaat mücadelesi yaptığını söylüyormuş. Sonra kendisini Nureddin Paşa'nın çağırdığını haber vermişler. Yanına girince:

- Artin Kemal sen misin? demiş.

Ali Kemal, sesi bile titremeksizin:

- Hayır paşa hazretleri, Artin Kemal değilim, Ali Kemal'im, demiş.

Komutan:

- Onu mahkemede anlatırsın! Cevabını vermiş, ve:

- Çık dışarı! diye kovmuş.

Hâlbuki daha önce bazı neferleri sivil giydirerek Ali Kemal'i linç etmek için hazırlatmıştı. Komutanlık kapısından biraz uzaklaşınca taşlarla üzerine hücum etmişler. Bir subaya sarılmış. Kuvvetli de bir adamdı. Koparır gibi almışlar ve taşla öldürmüşler. Üstü paramparça köprünün üstüne asmışlar.

Sözde bu Lausanne'a gitmek üzere o akşam İzmit'e gelecek olan İsmet Paşa ve arkadaşlarına bir şenlik tertibi idi. İsmet Paşa daha uzaktan meşalelerle aydınlanan bu korkunç sehpayı görünce yüzünü asmış, başını eğmiş ve hiç bakmıyarak aralarında yalnız kalacakları binaya kadar öyle gitmiş. Orada Nurettin Paşa'ya söylemediğini bırakmamış. Mustafa Kemal de bu vak'adan tiksinerek bahsederdi.

Şehitlerin, kurbanların ve kahramanların soylu hatıralarını bir cinayetle lekelemeğe kimin hakkı vardır? Sebepsiz bir cinayeti hiç kimseye affetmemişimdir. İnsan bir vuruşmada ölür, bir mahkeme kararı ile ölür. Bir fedayi, vatan için zararlı bulduğu bir kimseyi canı pahasına da öldürebilir. Eğer Ali Kemal'i, vatana zarar verdiği için bir fedayi, işgal kuvvetlerinin tuttuğu İstanbul'da öldürseydi, onu İngilizler veya padişahçılar asarlardı. Halk affederdi. Nureddin Paşa bir adam öldürmeye nasıl karar verebilirdi? Haini dahi, tutulunca, ancak adalet öldürebilir.

Mustafa Kemal Hürriyet - ve - İtilâfçılarla, gericilerle savaşacaktı. Fakat İttihatçılarla ne yapacaktı? Bunlar dışında politikacı da yoktu.

İyice kavramak için bu konuyu baştan sona bir gözden geçirelim.

Enver, Talât ve Cemal paşalarla merkez-i umumî üyelerinden bazıları mütareke ile beraber memleketi bırakıp gitmişlerdi. Tarihimizde değişmiyecek gerçek şudur: Biz Birinci Dünya Harbine girmiyebilirdik, girdik. Girmeseydik ne olacağı üzerine herkes bir hayal yürütebilir. Fakat girdiğimiz için Osmanlı saltanatı battı.

İttihat - ve - Terakki için bir devlet batmasının sorumluluğu altından kurtulmaya imkân var mıdır? Talât Paşa, harbe girmek taraflısı olduğunu hatıralarında itiraf etmiştir. Enver bu taraflılığını hiçbir zaman inkâr etmemiştir. Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Maliye Nazırı Cavit Bey'le beraber, önce hiçbir harbe girmemek, sonra da hiç olmazsa birkaç ay beklemek fikrinde idi. Fakat harbe girilince öteki nazırlar gibi çekilmemiştir.

Sofya ataşemiliteri Mustafa Kemal Bey, harbe girmek aleyhinde idi. O sıralarda İstanbul'daki bir dostuna yazdığı mektup, tarihî belgelerimiz arasındadır. Memleketi ve orduyu yakından bilen Osmanlı subaylarından bir haylısı da Mustafa Kemal gibi düşünmekte idiler. Denizcilerin büyük çokluğu, İngiltere'ye karşı bir harbe tutuşmaklığın zaten gönüllü aleyhtarı idiler.

Kendiliğinden bir harbe katılmak sorumluluğundan tek kurtuluş yolu, o harpten zaferle çıkmıştır. Harp kaybolunca İttihat - ve - Terakki'nin hiç olmazsa sorumlu reisleri kendilerini unutturmaya çalışmalı idiler. Fakat bir yandan vatana pek bağlıdırlar. Bir yandan da İstanbul'da iktidarı ele alan Hürriyet - ve - İtilâfçıların düşmana gözleri bağlı kulluk edeceklerinden şüphe etmezler. Onun için gönülleri, bir hizmet fırsatına kavuşmaktı. Anadolu dayatışında İttihat - ve - Terakki Teşkilâtı Mustafa Kemal ile birlikte çalışıyordu. Talât ve Cemal paşalar için mesele yoktu. Mustafa Kemal'i, öpüp başlarına koyarlardı. Fakat Enver? Mustafa Kemal, nihayet kendisini onun naibi saymalı idi.

Atatürk, Enver'e pek kızardı. Bir akşam, gene ukalâlığından ve tehlikeli cür'etlerinden bahsettiği sırada sofrada bulunan İsmet Paşa:

- Ama hepimizi komutası altında tuttu, deyince, Mustafa Kemal:

- Evet öyle! cevabını verdi.

Enver, Hitler gibi Tanrı tarafından milletini kurtarmaya gönderildiği inancında idi. Hayaller içinde yaşamıştır ve bir hayal uğruna ölmüştür.

Mustafa Kemal, Anadolu'da Erzurum ve Sivas kongrelerini yaparak millî dayatış hareketinin başına geçtiği zaman, ilk uğradığı güçlük bu harekete ''İttihatçı'' damgası vurulmuş olmasıdır. Mustafa Kemal, içerideki İttihatçılardan faydalanmış olsa bile, İttihat - ve - Terakki'nin büyük sorumluları ile işbirliği yapmadığını anlatmak zorunda idi. Böyle de yaptı.

Enver'i hiç sevmezdi ve tehlikeli bulurdu. Talât Paşa'yı vatansever tanır, Cemal Paşa'yı severdi. Eğer sonuna kadar yaşasaydılar Enver'i ne yapardı bilmiyorum. Fakat Talât Paşa ile belki çalışırdı. Cemal Paşa'yı ise daha Kuvay-ı Milliye zamanı memlekete almak niyetinde bulunmuş.

Atatürk bana şu hatırayı anlatmıştı: ''Sakarya'dan önce ordu bozulup da Eskişehir'i bıraktığımız vakit, Batum'da Enver ve arkadaşlarının bir kongre yaptığını duyduk. İttihatçılardan Hafız Mehmet'i çağırdık:

- Ben Batum'a gideyim. Dönüşte size olanları anlatırım, demişti.

Gitti, döndü, fakat bir şey anlatmadı.

O sırada Enver'in bir mektubunu yakalamıştık. Bir tertibe göre Karadeniz bölgesinde gönüllüler toplanacak, Enver de bir nefer gibi aralarına karışacaktı. Ankara'da kendi yetiştirmelerine güveniyor ve gelir gelmez bir darbe ile başa geçebileceğini sanıyordu.

Ben bu gönüllülerin toplanmasını teşvik ettim. Enver'i tutturacaktım. Fakat Sakarya harbi kazanıldığı için onun teşebbüsü de bizim hesabımız da geri kaldı.

Enver bizi devirerek bir Osmanlı İmparatorluğu barışı yapmak için İtalyan generallerinden birine de müracaat etmiştir. Bu mektupları generalden aldırıp Ankara'ya getirttik.

Cemal Paşa efendice hareket etti. Şahsî muhaberelerine kadar hepsini bana yolladı.''

Acaba Enver, hâl tercümesindeki Bab-ı âli baskını sergüzeştini bir Çankaya baskını macerası ile tamamlamaya gerçekten teşebbüs eder miydi? Bunu bilmezsem de eğer bütün şartlar elverişli olsaydı, bir irtica lideri olarak Enver'in Birinci Millet Meclisi temayüllerine daha uygun geleceğini tahmin ederim.

O sırada ben de hususî bir vasıta ile, Münich'te bulunan Cemal Paşa'dan bir mektup almıştım. 30 İkinciteşrin (Kasım) 921 tarihli mektubu şudur:

Münich: 30 Teşrinisani (Kasım) 921

Aziz Falih Rıfkı Bey;

Bazı mühim mesail için Afganistan'dan Avrupa'ya geldiğim sırada gayet garip bir havadisin İstanbul gazetelerini işgal etmekte olduğunu görerek son derecelerde müteaccip oldum. Enver Paşa ile rüfekasının Batum teşebbüsatından bahsetmek istiyorum. Enver Paşa ve rüfekası deyince, bilemem nasıl bir zihniyetle İstanbul gazetelerinden bazıları benim de bu işte müşarik olduğumu tahmin etmiş ve benim resmim de o meyanda neşredilmiş. Gayet vazıh bir lisan ile beyan etmek mecburiyetindeyim ki, gerek Batum teşebbüsatında ve gerek dahil-i memlekette fırkalar tesisi işlerinde benim Enver Paşa ile hiçbir alâka ve münasebetim olmadığı gibi mumaileyhi bu teşebbüsatından vazgeçirmek için bir seneyi mütecaviz bir zamandan beri kemal-i ciddiyetle meşgul olmaktayım. Kâbil'de bulunduğum sıralarda haber aldığım bu işler beni fevkalâde müteessir etmiş ve kendisini tarik-i savaba isal için kendisine birçok mektuplar yazmışımdır. Binaenaleyh Batum teşebbüsatı ve Anadolu'da fırkalar tesis ve beyannameler neşri vesaire işlerinde benim Enver Paşa rüfekasından olduğum hakkındaki zehabın tamamiyle hakikate mügayir olduğunun gazetenizle neşredilmesini sizden hasseten rica ederim. Vatanın selâmetine mügayir hiçbir teşebbüste bulunmıyacağıma ve Afganistan'daki mesaimin menafi-i âliye-i vataniyeye tamamiyle mutabık bulunduğuna Anadolu Büyük Millet Meclisi hükûmet-i âliyesinin de kanaat ve itimadı vardır kanaatindeyim. Bu mektubum aynen gazetenizle neşredilirse millet nazarında bigayri hakkın şüphe tahtında bulunmaktan beni kurtarmış olursunuz. Efendim.

Esbak (Eski) Bahriye Nazırı

Ahmet Cemal

Üstünde şöyle bir çıkıntı da var: ''Bahsettiğim gazete Tevhid-i Efkâr'ın 3191-163 numaralı ve 22 İkinciteşrin (Kasım) tarihli nüshasıdır.''

Bu mektup Atatürk'ün anlattıklarını tamamlamakta, Enver'in memleket dışında ve içinde faaliyetlerde bulunmuş olduğunu göstermektedir.

Mustafa Kemal, İttihat - ve - Terakki'nin bir vatanseverler partisi olduğunda şüphe etmemiştir. Sorumlu olanlar, başında bulunanlardı. Onlar da gurbette ölmüşlerdi. Acaba geri kalanlar, eski bir İttihatçı olan Mustafa Kemal'in şefliğini tanıyarak onunla çalışacaklar mı idi? Küçük kadro için mesele yoktu. Fakat Doktor Nâzım gibi, Kara Kemal gibi hemen hemen Talât ayarında nüfuzlu merkez-i umumîciler ne fikirde idiler?

İşte Mustafa Kemal'in Kara Kemal'i İzmit'e davet edişinin sebebi budur. Acaba merkez-i umumiyi temsil edenler vaktiyle ''sarhoş, ahlâksız ve haris'' damgasını vurarak hiçbir itibar kazanmamasına çalışmış oldukları adamı, vatan kurtarıcısı olarak başlarında görmeye katlanacaklar mıydı? Bu mesele İzmir suikastına kadar uzayacağı için, burada kısaca bahsettim.

Mustafa Kemal bütün iyi, faydalı ve nüfuzlu şahsiyetleri etrafında toplamaya çalışıyordu. Herkese karşı hak kazanmış olduğu için, bunu başaracağını sanıyordu. Fakat temellerine kadar yıkmakta daha da haklı olduğu Şark'ta idi. O Şark içinde ki kıdem rekabetleri yüzünden nerede ise zaferi kazanan ordu kurulmıyacaktı. O Şark ki, aynı partinin hizipleri içine bile hemen mezhep nifakları şiddeti ve hırsı girer. O Şark ki, Doktor Nâzım'a:

- Eğer Mustafa Kemal, Talât Paşa'yı memlekete alsaydı, Ermeniler onu öldürmezdi. Mustafa Kemal mi? Talât Paşa'nın katili, diye sokak sokak haykıracaktır. Hatırına, meselâ:

- Talât'ın da benim gibi o zamanlar memlekete girmesi doğru değildi. O da benim gibi iyice saklansaydı, sağ kalırdı, demek gelmiyecekti.

Vatan kurtulmuş, fakat Talât Paşa kurtulmamıştı. Mustafa Kemal bütün millet için vatanın kurtarıcısı, fakat merkez-i umumî azası Doktor Nâzım için Talât Paşa'nın katili idi. Onu affetmiyecekti. Ve ''gazi'' kelimesini alaya alarak, İzmir tramvaylarında:

- Gazoz paşa... diye aleyhine söylemediğini bırakmıyacaktı.

Çünkü Şark'ta vatanseverliğin de bir haddi vardır.

ÇANKAYA

IV. Cilt

YENİ DEVİR

Ankara'da İlk Günler

-1-

Saltanatı kaldırmak, Osmanlı devrine son vermekti. Eski devlet, artık bir geçmiş zaman hatırası idi.

1922 sonunda yeni bir devrin eşiğindeyiz. Fakat bu yeni devir, henüz Mustafa Kemal'in bir sırrıdır. Cumhuriyet kelimesi, 1923 Nisanında ilân olunan Halk Fırkası umdeleri arasında bile yoktur. Bağlı olduğu limandan ayrılmış bir geminin içindeyiz. Enginlere doğru uzaklaşıyoruz. Fakat nereye varmak için? Bunu yalnız kaptan köprüsündeki adam biliyor. Halk yolcuları şevk içinde türkü çağırmaktadırlar. Onların içinde tek bir şey var: Bu adama inanmak! Bu adam onlar için kader gibi bir şey...

Fakat halife İstanbul'dadır. Ne o, ne de Mustafa Kemal'in Büyük Millet Meclisindeki muhalifleri ve bu muhaliflerle yeni işbirliği eden saltanatçı ve şeriatçı gazeteciler, Tanzimatçı veya medreseciler, bir esrarlar âlemine doğru bu gidişten hoşnut değildirler.

Dostum rahmetli Namık İsmail, son Halife Abdülmecid Efendi de resim meraklısı olduğu için, ara sıra veliaht köşküne devam ederdi. Halife seçildikten sonra saraya gitmiş. Mecid Efendi kendisini kabul etmiş:

- Bütün şehzadeliğimi bu halka iyi bir padişah olmak için neler yapacağımı düşünerek geçirmiştim. Bu düşüncelerimi bir deftere yazmıştım. Hepsini yaktım... demiş.

Biz Mustafa Kemal ile İzmit'te buluştuğumuz vakit telâşlıca bir gün geçirmiştik. Meclisteki hocalar ''Hilâfet-i İslâmiye ve Büyük Millet Meclisi'' isimli bir risale neşretmişlerdi. Bu risalede ''Meclis halifenin ve halife meclisindir'' deniyordu. Tasvir-i Efkâr sahibi Velid Ebüzziya da toplantıda:

- Yeni hükûmetin dini olacak mı? diye sormuştu.

- Dini var efendim, fakat İslâmda fikir hürriyeti de vardır.

- Hayır, anlamak istiyoruz. Hükûmet bir din ile tedeyyün edecek mi?

Şimdi başka türlü ikiye ayrılmıştık. Artık bir tarafta hainler ve saraycılar, bir yanda milliyetçiler ve istiklâlciler yoktu. Ayrılık bu sonuncular arasında idi. İstiklâlci Mustafa Kemal, saltanatı kaldırdığı günden beri, eski müesseseleri ve nizamları nereye kadar ve nasıl değiştireceği bilinmeyen bir ihtilâlci idi. Tanzimat'tan beri her ıslahat hareketinde karşı karşıya gelenler, yine karşı karşıya idiler. Bu ayrılış daha da derindir. Çünkü ihtilâlcinin karşısında basit bir gericilik ayaklanışı yoktur. Saltanat geleneklerine bağlı Osmanlı Tanzimatçıları da onlarla beraberdirler.

Vakitsiz ve ihtiyatsız bir adım, Mustafa Kemal'i pek güç bir duruma sokabilir. Ama büyük stratej, bu güç durumları, fırsat buldukça muhalifleri için yaratacaktır. Muhalifleri de ona fırsat vermekte hiç hasis değildirler. Nitekim o günlerde seçim kanununda bir değişiklik teklif etmişlerdir. Bu değişikliğe göre bir seçim çevresinde beş yıl oturmamış olanlar milletvekili olamıyacaklardı. Mustafa Kemal ise, o günkü Türkiye sınırları içinde, hiçbir seçim çevresinde 5 yıl ''mütemekkin'' olmamıştı. Demek ki, yeni Meclise üye seçilemiyecekti. Fakat Rumeli kaybolmuşsa, harpler içinde beş yıl bir yerde oturmak imkânı bulmamışsa kabahat onun mu idi? Mustafa Kemal, bu tema üzerinden pek kolay bir savaş açtı. Memleketin her yanından Meclise protestolar yağdı. Düşmanları sinmek zorunda kaldılar.

Sekiz ay süren Lausanne konferansında bir kesilme olması üzerine Ankara'ya gelen başdelege İsmet Paşa'ya karşı hazırlanan hücum taktiği de havaya gitti.

Mustafa Kemal'in hiç boş durduğu yoktu. Bütün sırlarını sımsıkı gönlünün içine kapayarak, halkı kendine bağlamak için dolaşıp durmakta, Meclis dışındaki otoritesini kuvvetlendirmekte idi.

1923 Temmuzunda Lausanne'da yeni devleti bütün dünyaya tanıtıyorduk. Kapitülâsyonsuz, tam egemenlik ve bağımsızlık şartları içinde millî bir devlet olmuştuk. Birinci Dünya Harbine girdiği vakit bu devlet, gerçi bir saltanattı ama, bir yarı sömürge idi. Rus çarından izin çıkmadıkça Alman sermayeli demir yolunu Ankara'dan bir karış ileriye yürütmeye hakkı yoktu. Doğu vilâyetleri, tıpkı Rumeli gibi, vatandan kopmak üzere idi.

İsmet Paşa, eski şartlardan ne mümkünse kurtarmak istiyen kibirli Lord Curzon'un bütün tekliflerini reddetmişti. Birinci Dünya Harbi kazanççılarını bırakınız, yanında bulunan ileri fikirli arkadaşlarından bile buna şaşanlar vardı. Lord Curzon, her reddolunan teklifi geri aldıkça:

- Ben bunu cebime koyuyorum. Yarın para bulmak için bize geleceksiniz. Para bende ve (Fransız başdelegesini göstererek) bunda var. Her para istedikçe cebime koyduğum reddedilmiş tekliflerden birini size takdim edeceğim, diyordu.

Bu söze dikkat ediniz, yeni Türkiye'nin kendi alın terinden başka hiçbir kaynak bulamıyarak, devletçi sistemle, kalkınmaya uğraşmasının başlıca sebebini anlamış olacaksınız. Büyük devletler sekiz aydan fazla tartışmalar sonunda yeni Türk devletini tanıyacaklar, fakat daha birkaç sene ''kabul'' etmiyecektir, hatta yeni başkente yerleşmek için elçilik arsası bile aramıyacaklardı. Silâhlı bir dayatış savaşından silâhsız bir dayatış savaşına geçiyorduk. Kuvay-ı Milliyecilik ruhu, hiç zayıflamaksızın ve ümitsizliğe düşmeksizin, yeni devletin bütün kuruluş devrinde dinamizmini ve yılmaz iradesini titizce koruyacaktı.

Ağustosta Bolu milletvekili seçilmiştim. Mardin Milletvekili Yakup Kadri ile beraber Ankara'da, Hamamönü taraflarında kerpiç bir ev bulduk.

-2-

Vaktiyle Hristiyanlar Ankara'nın bütün iyi geçim ve kazanç kaynakları üstünde kurulmuşlar, kalenin istasyona bakan sırtını konakları, otelleri, lokanta ve hanları ile donatmışlar. Çankaya ve Keçiören semtlerine de asma, yemiş ve gölge ağacı dikerek yaz için serince birer köşe edinmişler. Biz Türkler efendiliğimizle kalmışız ama, onlar, çorbacımız kesilmişler. 923'te Ankara'ya geldiğimiz vakit, bağ evleri müstesna, Hristiyan mahallesinden eser yoktu. Trenden inince iki taraflı bir bataktan, ağaçsız bir mezarlıktan, kerpiç ve hımış esnaf barakaları arasından geçerek tozuması bir türlü bitmeyen bir yangın yerine sapardık.

Şimdi geri bir Anadolu kasabasının bile o günkü Ankara kadar iptidaî olduğunu sanmıyorum. Yemek ve yazmak için eve bir masa yaptırmıştık. Dört ayağından hiçbiri ötekine koşut ''müvazi'' değildi. Yakup'la karşısına geçer, bu masanın nasıl düz durabileceğine şaşardık. Ankara, İstanbul surları dışındaki bütün Türkiye'nin sembolü idi. Ermeniler ve Rumlarla beraber hayat ve ''umran'' denecek ne varsa hepsi sökülüp gitmişti. Bu şehri ve bu memleketi temelinden çatısına kadar kuracaktık.

Gazi Mustafa Kemal, Çankaya'da havuzlu bir küçük köşkte otururdu. Galiba bir İngiliz yapağı tüccarının evi imiş. Nakil vasıtaları yalnız atlı fayton arabaları olduğundan, şehirden oraya kadar bir hayli sürerdi. Yol denebilecek bir şey de yoktu. Eski halkevinin bulunduğu tepe eteklerinden ta Çankaya sırtlarına kadar bozulmuş bağlarla asma kütükleri ve yabanî gül fidanları arasından sarsıla sarsıla giderdik. Çankaya'dan ufuklar boyu bomboş bir bozkır parçası görünürdü. Bu kül ve toz yığınları içinde bir yeni devlete başkent yapmayı düşünmek değil, onun yüzüne bakmak bile cesaret kırıcı bir şeydi.

Yerliler bize yaban derler ve aramıza katılmazlardı. Birinden bir ev arsası satın almak istemiştim. Beni Çankaya yokuşu üstündeki tarlasına götürdü, eni boyu, sınırı ve içindeki ağaçlar üzerine ne söyledi ise, hemen hiçbirini anlamamıştım. Lehçe ve şive bakımından da birbirimize o kadar yabancı idik.

Sokakta dolaşanlar veya Meclis yanındaki aşçı dükkânı ile belediye bahçesinde buluşanlar hep aynı kimseler olduğumuzdan selâmlaşmazdık bile! ''Ah bir anonim olmak, kalabalık içine karışıp kaybolmak tadına kavuşabilseydik...'' diye hasretlenirdik. Gündüzleri Meclisten başka vakit geçirecek yer yoktu. Akşamları Mustafa Kemal tarafından çağrılmaya can atardık. Eğer davetli değilsek, Meclisin yakınındaki aşçı dükkânının içki içebildiğimiz köşesinde toplanırdık. Men-i Müskirat Kanunu yürürlükte idi. İçkimizi polis müdürünün adamlarından temin ederdik. Bunun bir adı da ''Dilaver suyu'' idi. Dilaver, polis müdürü! Bağlarda oturan bazı milletvekillerinin de imbikleri vardı. Bir akşam böyle bir bağda bize sıcak rakı ikram edildiğini hatırlıyorum. Elektrik yoktu. İkide bir yavaşlayan ve kararan lüks lâmbaları ile didişip dururduk. Neden sonra lokomobilden bazı yerlere elektrik vermişlerdi. Işığı titriye titriye yanardı. O sıralarda ''Hâkimiyet-i Milliye'' gazetesinde şöyle ilânlar okurduk: ''Elektrikli odalar kiralıktır!'' Bu ilân Amerika'da okunsaydı, elektrikle dönen veya elektrik düğmesine basılınca duvar kapakları açılıp, ihtiyaca göre, yatak odası yahut yemek odası vazifesini gören son icat şeyler olduğu sanılacağını söyliyerek gülüşürdük. Evler de, eşyalar da bir âlemdi.

Çarşı o kadar iptidaî idi ki, küçük bir masanın üstünü aynı çeşit bardak, kadeh ve tabakla donatamazdık. Şu bildiğimiz Beyoğlu, Karaoğlan çarşısından Paris'te bir bulvar gibi görünürdü.

Ankara Belediye Reisi:

- Tozdan ne zaman kurtulacağız? sorusuna:

- Bunlar ne biçim adamlar, hem yol isterler, hem toz istemezler... diyordu.

İlk kış, Ruşen Eşref'in evine ziyarete gitmiştik. Ana yolun bir dere aşırı sırtında idi. Biz evde iken kar yağdı, mübalâğa etmiyeyim ama, galiba iki gün iki gece kımıldıyamadık, misafir kaldık.

Bereket kış, kuru geçerdi. Toprak donar, her yer yola dönerdi. Yazın toz kasırgaları içinde boğulur gibi olurduk.

Ruslar devamlı otururlar, öteki yabancılar ara sıra gelir ve hemen dönerlerdi. Yerleşmeğe hiç niyetleri yok gibi idi. Fransız elçiliği, bir aralık, kale tarafında Osmanlı Bankasına taşınmış, depoyu Goblen halılariyle kabul salonuna çevirmişti.

Bazıları:

- Sıfırın üstünde medeniyet kurulmaz, diyorlardı.

Şüphesiz İsviçre'nin deniz kıyısında olmadığını unutuyorlardı.

Eşek, yerli halkın başlıca nakil vasıtası olmakta devam ediyordu. Sık sık, sokaklarda tellâllar:

- Eşek bulaan... Eşek bulaan... diye haykırarak kaybolmuşları arardı.

Yerli halk, devletin kalkıp gitmeyişinden memnun da değildi. Hayat pahalılaşacaktı. Kendileri, dışarıdan akın edenler arasında eriyip gideceklerdi. Bir avuç arsası olanın, birkaç yıl içinde zengin olacağını tahmin etmiyorlardı.

Ankaralı bir dostum anlattı: Şimdi Atatürk Bulvarının üstündeki büyük apartmanlardan birinin arsası satılıkmış. Galiba 200 liraya kadar bir şey. Almak için haber yollamış. Bir ses çıkmamış. Sonradan öğrenmiş ki, sahibi bir yabancıya satmış:

- Yahu, niçin bana vermedin? diye sormuş.

- Vallahi burasını babam da ekti, ben de ektim. Bir hayrını görmedik. Ne diye seni zarara sokayım? Bir yabancıya verdim... demiş.

Akşamları masa başında geç vakitlere kadar konuşmaktan, içimizi canlandırmaktan başka eğlencemiz yoktu. Yalnız toplantılar değil, evler, oteller, sokaklar hep kadınsızdı. Amerika'nın ilk göç zamanlarında bile kadın, Ankara'nın ilk kuruluş yıllarında olduğu kadar bulunmazlığı hissettirmiş midir, diye düşünürüm. Bir gün bir milletvekiline İstanbul usulü çarşaf giyen karısı ile Karaoğlan çarşısında rastlanması, Mecliste dedikodu konusu olmuştu.

Geceleri araba olmadığı için, Yakup Kadri ile beraber Kemal'in lokantasından çıkınca sık sık cep fenerlerimizi yakarak, güçlükle evimize giderdik. Yol uzun, bitmiyecek gibi gelirdi. Hiç unutmam, bir akşam erken yatmağa karar verdik. Karaoğlanı geçtik. Tam yangın yerine gelince, boş ve ıssız karanlık bizi âdeta geriye doğru itti. Döndük, tekrar içki masasındakilere katıldık. Karşılıklı konuşmalarımızda öyle tükenirdik ki yeni bir İstanbul yolcusu meclislerimize taze bir hava katmazsa ne yapacağımızı bilmezdik.

Dairelerde, ancak aç kaldıkları için İstanbul'u bırakan memurlar vardı. Bir siyasî hırsları ve heyecanları da olmadığından bunlar büsbütün bedbaht kimselerdi. Beş on memurun bir tek kerpiç odaya sığındığı olurdu. Bir akşam rahmetli Nuri Conker, gece yarısından sonra Çankaya köşkünden çıkarak eski mahallelerden birindeki evinin kapısında otomobilden iner. Cebinden asma demirli büyük kapı kilidinin anahtarını çıkardığı sırada bir de bakar ki ayda bir tuhaflık var. Tam ortasından bölünmüş gibi bir şey, şaşıp seyrettiği sırada, o saate kadar kim bilir nerede hangi arkadaşı ile içip sallana sallana evine dönen bir memurun geldiğini görür.

- Birader efendi, diye çağırır.

- Buyurunuz.

- Hâdise-i cevviyeyi görüyor musunuz?

Adamcağız başını bile kaldırmıyarak:

- Bırak Allahını seversen, benim burnumun ucunu görecek hâlim yok, cevabını verir.

Tek avuntu, ara sıra İstanbul'a kaçmak! Trenlerde henüz yataklı vagon ve lokanta yoktu. Sabahleyin kalkar, öğle yemeğini Polatlı, akşam yemeğini Eskişehir istasyonunda yer, geceyi rahatsız kompartımanlarda geçirir, ertesi sabah Kocaeli'nin yeşil tabiatını ve körfezin mavi sularını görünce, ölmüşten dirilmişe dönerdik. Tahtakurusu yüzünden çok defa kompartımanlarda uyunmazdı. Bir gece, açık pencerenin yanında ayakta kalmıştım. Trenin hızı ile kendini tutamıyan bir baykuş göğsümün üstüne çarptı. Yolda sıtma alanlar çoktu. Yine de iki gün İstanbul keyfi sürmek için bunca zahmeti göze alırdık.

Henüz İstanbul'dan gelen bir iki arkadaş, bir akşam üstü Çankaya köşkünün bahçesinde buluştuktu. Güneş batıyordu. İçlerinden biri:

- Paşa hazretleri, gelin de bu gurubu İstanbul'da bulun, dedi.

Henüz İstanbul'a gitmek devri gelmediği için Ankara'dan ayrılmayan Mustafa Kemal davetlisinin yüzüne şöyle bir hazin baktı idi.

Cumhuriyetin ilân edilmesine daha iki ay var. Ankara'nın başkentliğine bile karar vermemiştik. İstanbul'a dönmek istemiyen kaç kişi idi, bilmiyorum, fakat hiç olmazsa Eskişehir'e doğru, yeşil ve sulak yerlere doğru gitmek istemiyen hemen hemen yoktu. Mustafa Kemal:

- Ankara kendisi merkez olmuştur, istilâ onun kapısında durmuştur, diyordu.

Yer seçmek bahsi açılsa, Ankara'nın birçok rakipleri vardı. Garba doğru Eskişehir ve Bursa, merkeze doğru Konya belli başlılar arasında idi.

Ankara susuzdu. Ağaçsızdı. Kuru ve yabanî idi. Fakat Büyük Millet Meclisi orada kurulmuş, orada toplanmış, bütün savaş oradan idare edilmişti. Yeni idarenin milletlerarası edebiyatta adı ''Ankara Hükûmeti'' idi. Meclis toplandıktan iki ay kadar sonra Malatya Milletvekili İsmet Paşa, Ankara'nın başkent olması için Meclis Reisliğine takrir verdi. Bazı duraksamalar gösterilmekle beraber, sonunda herkes en kestirme yolun, bulunduğumuz yerde kalmak olduğunda birleşti.

Meclisten çıktığımız vakit hemen kapı önüne eski bir idare amirinin dikmiş olduğu çamı göstererek:

- Bakınız ağaç da pek iyi yetişiyor, diyorduk.

Vaktiyle bağlar ağaçlıkmış. Yakınlarda küçük korular varmış. Çankaya bekçisine bir gün:

- Buradaki ağaçları ne diye kestiler? diye sormuştum.

- Gölgeden başka bir şey verdikleri yoktu ki, dedi.

Bir defasında da yerli bir tanıdık bize:

- Geliniz, size bir mazılık göstereyim, dedi. Arka taraflara doğru gittik. Hayli uzaklaştık. Bir köşeden sapınca:

- Aa... dedi.

Çıplak bir dağ idi:

- Harpten önce burası mazılıktı, ne olmuş bunca ağaç? diye şaştı.

''Yeşil Ankara'' başlığı ile ''Hâkimiyet-i Milliye'' gazetesinde bir başmakale yazdığım vakit, Mecliste âdeta hakarete uğrıyacaktım:

- Dalkavuk... diye söyleniyorlardı.

- Bakınız, dedim, ikiden biri, ya Ankara yeşil olur ve su gelir, yahut devlet merkezi olmaz.

Hâlbuki ben Birinci Dünya Harbinde çölde Bir-üs-Saba'da yeşillik yarattığımızı görmüştüm. İsrail, birkaç binalı bir iki bahçeli bu kasabayı şimdi altmış bin nüfuslu şehir haline getirmiştir.

Ben insan iradesinin yaratıcılığından hiç şüphe etmemişimdir. Şevk ve eyimserliğimi en güç şartlar içinde kaybetmeyişimin sebebi budur. Ankara'nın modern bir merkezi olabilmesi için aylarca hatta yıllarca bütün edebiyatımı seferber ettim. Şehir plâncılığı fikrini yaymak için birkaç yüz yazı yazdım. Eğer Frenk uzmanları çabuk kovulmasaydı ve son defa İstanbul'da olduğu gibi, spekülâsyoncular ve arsa tüccarları plâna musallat olmasaydılar, Ankara bugün şimdikinden birkaç misli daha ileri bir şehir olurdu. Geçenlerde ölen eski İngiliz büyükelçilerinden Sir Georges Clarck, Türkiye'ye son gelişinde benimle buluştuğu vakit:

- Ankara'dan geliyorum. Hiçbir şeye şaşmadım. Çimento oldukça, bütün o binalar yapılabilirdi. Fakat Ankara'nın yeşilliğine şaştım, demişti.

Ben ''Yeşil Ankara''yı yazdığım yıllarda Sir Georges Clarck da Çankaya'daki ahşap evinden ufuklar boyu bozkır boşluğunu seyrediyordu.

Ankara için bir rapordan bazı parçalar sunuyorum:

Şehirlerin kuruluşu, büyüyüşü ve yapılışı, mücerred manada almak şartile, rakımla hiç de ilgili değildir. İç harpten önce dünyanın en bayındır şehirlerinden biri sayılan Madrid'in denizden yüksekliği 655 metre idi. Münih'in rakımı 526'dır. Buna karşı Berlin'in, Londra'nın, Paris'in Nevyork'un, Oslo'nun, Hamburg'un rakımları 30-200 metre arasındadır.

Fakat biz, Ankara'nın 907 metre olan yüksekliğini ne Berlin'in 70, ne de koca bir yeni zaman şehri olan San Salvador'un 682 metre olan rakımı ile kıyaslayarak bir hüküm çıkaramayız: Çünkü Ankara, üzerinde 13 vilâyet bulunan ve Türkiye'nin en geniş parçası olan iklim özellikleri kendine has Orta Anadolu'nun bir toprak parçası üstünde kuruludur.

Burası bir yayladır ve bu yüksek platformda dünyanın en engin medeniyetleri doğmuş ve gelişme imkânları bulmuştur. Çünkü bu yaylada iklim, erkek bir iklimdir. Yıllık ısı ortalamaları büyük farklar göstermez.

"Traité de climatologie biologique et medicale" adlı eserinde Lion Tıp Fakültesi climatologie ve hydrologie thérapeytique profesörü Bay Piéry, bu yaylayı -yanlış bir görüşle- bozkır olarak saydığı hâlde burada bir medeniyetin kuruluşu için en büyük vasıfların bolluğunu şu cümlelerle anlatmaktadır:

''...Bu iklim, mihnet ve meşekkate karşı koyma terbiyesini veren eşsiz bir mekteptir. Buradaki insan tabiatın asiliğiyle savaşmayı ahlâk edinmiştir. Sıcak memleketlerin yakıcılığına olduğu kadar, kutup soğukları ile uyuşabilir.

Bu iklim, inisiyatif yeteneğini ve moral enerjiyi geliştirir. Bu ırkın cilt dokusu kuvvetlidir. Hava değişimleri onun karakterinde savaşçı vasıfları kuvvetlendirir.''

Moskova Merkez Biyologie ve Climatologie Enstitüsü profesörlerinden Dr. Aleksandrof'a göre: ''Osmanlı Türklerinin, anayurt iklimlerine hiç benzemeyen dünyanın dört köşesinde asırlarca yaşayabilmeleri ve buraların muhit özelliklerine göre kuşaklar yetiştirmeleri, işte bu yayla ikliminin nimetlerinden biridir.''

Ankara'nın on yıllık hava basıncı, ortalama 685,5 milimetredir. Deniz düzeyinin normal basıncı 760 milimetre olduğundan bunun manası şudur: İnsanların sıhhati üzerinde en büyük bir etkisi, atmosfer basıncı, enternasyonal miyarlara göre, Ankara'da tatlı bir yayla özelliği gösterir ve çok değişmez.

Ankara ikliminin en orijinal tarafını ısıda buluyoruz. Ankara'nın on yıllık ısı ortalaması, sıfırın üstünde 12 derecedir. Hâlbuki bir de büyük şehirlerin yıllık ısı ortalamasına bakınız: Oslo 5.5, İstokholm 5.7, Kopenhag 6.9, Liverpul 9.4, Londra 9.8, Hamburg 8.4, Berlin 9.4, Münih 8.4, Paris 10.2, Zürih 8.4, Viyana 9.6, Belgrad 11.2, Bükreş 10.2, Varşova 7.9, Leningrad 4.6, Moskova 3.4, Odesa 9.9, Şikago 10.1, Nevyork 11.0, Vaşington 12.07...

Bu, şu demektir ki, eğer siz, ısı ortalamasını, şehir gelişmesi için bir ölçü olarak alıyorsanız, Ankaramız, dünyanın en ileri şehirlerinden biri olacaktır.

907 rakımlı Ankara'da ısı en yüksek olarak birkaç gün 37.5 dereceye çıkabilir. On yılda, yalnız tek bir gün müstesna, sıfırın altında 20.5 dereceden aşağıya düşmez. Gece gündüz ısı farkı nihayet 25 derecedir.

Hâlbuki rakımı 150'yi bulmayan Şimal (Kuzey) Amerikasının Nevyork, Vaşington ve bütün Ohio ve Texas vadileri üzerine kurulmuş yirminci asır şehirleriyle Avrupa'nın bazı büyük merkezlerinde bu ısı ortalamalarının büyük farkları bir felâket hâlindedir: Tayfunlar, kasırgalar, toz bulutları, fırtınalar, bütün medenî vasıtalarla cihazlı olan bu şehirleri daima tehdit etmektedir. Eksiksiz ijiyen şartlarına rağmen sıcaktan ölenler, soğuktan donanlar, salgın hastalıklar, hayat ve hareketi felce uğratan tabiat afetleri hep bu müthiş sühunet farklarının arkasından geliyor. Biz Ankara'da bunları yalnız gazetelerde okumaktayız.

Sonra Ankara'nın şu iklim özelliklerine bakınız: Ankara'da yılda 116 gün ısı 25 derecenin üstüne çıkabilir. 95 günün gecesi sıfırın altına iner ve yalnız 15 gün gündüzün sühunet sıfırın altında kalır. Ankara'da senede ancak 46 gün sis oluyor. Bunun 7 güne indiği de vakidir. Ankara'nın en çok esen rüzgârı poyraz, yani s a ğ l ı k rüzgârıdır.

Önce Ankara, bir b o z k ı r değildir. Çünkü, enternasyonal birimleri rutubet miyarına nisbeti 55-75 derece olan yerler orta derecede kuru sayılır. Ankara'nın on yıllık rutubet vasatisi 57'dir. Yani orta derecede kuru şehirler arasındadır.

Yalnız, ısıda olduğu gibi, rutubette de Ankara havasında bir düzenlilik göze çarpar. Ankara'nın rutubet ortalamasının 60 olduğu yıllar vardır. Fakat 54'ten aşağı düştüğü yoktur.

Şimdi, Ankara'nın modern şehir ve sıhhî şehir davasındaki büyük meselelerinden biri üzerinde duracağız. Prof. Piéry diyor ki: ''... İç şehirler, bilhassa salgın hastalıkların yerleşmesine imkân vermez. Orta Anadolu'da insanlarda ve nebatlarda, bünyevî hastalıklara az rastlanır. Tüberküloz ferdîdir. Buralarda daha fazla iklimin sıhhat üzerindeki menfi tesirlerini önleyerek ijiyen vasıtalarının yokluğu dolayısiyle görülen anjin, grip gibi hastalıklara tesadüf edilir. İklim dolayısiyle yenen ağır yemekler, mide ve karaciğer hastalıklarını doğurur.''

Tıp, mevsim hastalıklarının, bilhassa yüksek rakımlı yaylalarda, en fazla, rutubetin kararlılığı ile önleneceği sonucuna varmıştır. Bugünkü fen, doğrudan doğruya yağmur yağdırtamıyor. Fakat tecrübeler, bize bu alanda kıymetli iki imkân vermiştir: Biri, tabiata rutubetin ekonomisini öğreten ağaç, öteki sıhhatin en belli başlı şartlarından biri olan belli ısı ve rutubet derecelerini temin eder ısıtma santralları.

Ağaç, rutubetin hazinesidir. Havada rutubet derecesi azaldıkça ona rutubet verir. Fakat toplu hâlde ağaç, yani orman, bir taraftan rutubeti korurken, diğer taraftan da yağmur bulutlarını toplar. Bol ağaç, ki bizim Orta Anadolu için büyük davamızdır, elde ettiğimiz zaman Ankara'nın rutubet varlığı için en büyük faktörü sağlamış olacağız.

Eksiklerimiz, bol ağaç ve modern ısıtmadır. Bunları yalnız Ankara için değil, bütün Türkiye ölçüsünde istiyoruz. Biz ki yerden fışkırır gibi şehir kurmuş ve dünyanın en zengin kömür ve linyit kaynaklarına sahip bir milletiz. Eksiklerimizin ikisini de tamamlamak nihayet azamî kısaltılmış bir zaman meselesidir. Çünkü bol ağaç ve modern teshin, Türkiye'de yeni zamanlar şehri kurmakta olan Kemalizmin şehircilik davasının iki ana vasfıdır.''

-3-

1923'te bir buçuk katlı Meclis binasına giriyoruz. Bu bina, Meşrutiyet devrinde İttihat ve Terakki Fırkası tarafından iane ile yaptırılmıştır. Kapının karşısında reis yaverle inin de oturduğu bir bekleme odası. Koridor üzerinde sağda küçük bir oda reise ayrılmıştır. Solda büyük bir oda var ki, bakanlar, milletvekilleri burada buluşurlar. Mustafa Kemal de umumî temaslarda bulunmak için buraya gelir ve dipteki yazı masasında oturur. Toplantı salonu sıkıcı ve bozuk ışıklıdır. İki yanında merdivenle çıkılan dar dinleyici balkonları vardır. Dinleyiciler de, milletvekilleri gibi, aynı koridordan geçerek, aynı salon kapısından girip balkona çıkarlar. Milletvekillerinin oturmaları için ancak eski mektep sıraları bulunabilmiştir.

Millî Hâkimiyet rejimi, 23 Nisan 1920'de, eski bir siyasî partinin bir vilâyet merkezindeki bu kulüp binasında kurulmuştu. Kuvay-ı Milliye devri bu çatının altında geçmiştir. Padişahlık bu sıralarda oturanların oyları ile kaldırılmıştır. Sonradan Cumhuriyet Halk Partisi merkezi için kullanılmak üzere, birçok tadiller yapıldığından, şimdi aynı binanın içinde eski havayı yakalamak bizim için bile güç. O dekor olduğu gibi kalmalı idi. Yeni devrin başlıca hatırası idi. Bu hatırayı bozmak günahını, Halk Partisi umumî kâtibi Recep Peker'e affedemem.

1923 Ağustosunda yan locaya çıkıp da salonda toplananlara bakanlar, yarı Asyalı bir teokratik devletten tam Avrupalı bir lâyik devlet çıkarmak için bir sürü nizamlar koymağa hazırlanan devrimciler karşısında bulunduklarına şüphesiz inanmazlardı. Bunlar, eski müesseseleri yıkmak ve yeni müesseseler kurmak için açık programlı bir partiye söz vererek seçilmiş kimseler değildi. Vatanseverce işler görmeğe gelen, fakat 10 kişisi ikinci onuna uymayan, yetişmece farklı, kafaca farklı, anlayışça, görüşçe, isteyişçe, çok defa, taban tabana aykırı denecek kadar farklı bir ''kalabalık''tı. Bu kelimeyi fena bir manaya almayınız. Topluluk manasına kullanıyorum. Mustafa Kemal'i liderlikten alınız. Yerine sağa doğru herhangi bir şahsiyet koyunuz. Bu ''kalabalık'' arasında böyle bir liderin bilâkis eski müesseseleri ayakta tutmak ve kuvvetlendirmek için kolayca çoğunluk bulacağına şüphe yoktu. Mustafa Kemal kendi çoğunluğunu, yavaş yavaş ve yerine göre, ya sevilmesine, ya sayılmasına, ya korkulmasına, inanılmasına veya arkasından gidilmekten başka çare olmıyacağı kaderciliğine dayanarak yaratacaktı. Bu çoğunluk yine de çok uzun yıllar sun'î ve eğreti olmaktan çıkmıyacaktı.

Kalabalığı kısa ve kuş bakışı bir tahlilden geçirelim: Saracoğlu, Mahmut Esat, Vasıf gibi Ankara'da tanıdıklarımızla beraber biz Türkçüler, fakat Türkçülüğün tam Batılı kolu vardık. Tanzimat'tan beri devam eden kültür ve medeniyet ikizliğini tasfiye etmek, eski nizamı köklerine kadar yıkmak ve Türk milletine, Batı topluluğu içinde bir yeni çağ cemiyeti olarak yer alma imkânlarını vermek için Mustafa Kemal'in zafer otoritesini fırsat biliyorduk. Meşrutiyet devrinde şer'iyye mahkemelerini, niteliklerinde hiçbir değişiklik olmamak üzere, meşihat dairesinden alıp adliye binasına yerleştirmek bizler için bir başarı idi. Radikal reformlar fikri o kadar azınlıkta idi. O gidişle daha bir asır olduğumuz yerde bocaladık. Çünkü medreseler, sivil mekteplerden daha çok insan yetiştiriyordu.

Padişah aynı zamanda halifedir. Hükûmette padişahın sadrazamı varsa, halifenin de şeyhülislâmı vardır. Maarif ikizdir: Sivil mektep ve medrese vardır. Sivil mektep dahi, kültür bakımından medresenin kontrolü altındadır. Adalet ikizdir: Batı dünyasından aldığımız kanunlarla hükmeden mahkemeler ve hâkimler, şeriat esaslarına göre hükmeden şer'iyye mahkemeleri ve kadılar vardır. Fetvasız harbe girilmez. Aile tamamiyle şeriatçılığın emri altındadır. İstanbul'dan en uzak merkeze doğru her yerde iki kadroyu iç içe görürsünüz. Sarıklı kadro, hiç şüphesiz, daha nüfuzludur. En itibarlı vali bile sarığa karşı riyakârlık eder. Kadın hukuksuzdur. İstanbul'da Türkçüler piyano çalan veya nutuk söyleyen çarşaflı bir hanımı sahneye çıkarmayı bir devrim sanmışlardır.

Fakat Birinci Dünya Harbinde kocası ile bir ada oteline inen Türk kadını, polis müdürü tarafından kolundan tutulup kovulmuştur. Aynı arabaya binen kadın ve erkekten polis, karı koca vesikası sormaktadır. Üniversite vardır ama, içinde hür düşünce nefes alamaz. Felsefe, medresenin malıdır. Biz ileri Türkçüler nihayet bu kargaşalıktan kurtulmak zamanı geldiğine seviniyoruz. Bereket Mustafa Kemal, Enver gibi, gericiliğe dayanarak sadece şahsî hüküm ve nüfuz kazanmak eğiliminde değildi. Hayalimizde ne varsa, onun yıkılmaz ve karşı konulmaz itibarına güvenerek gerçekleştirecektik. Hâlbuki onun devrimciliği, bizim hayallerimizi bile aşan bir enginlikte idi. Mavi gözlerine baktıkça, gelecek zamanların rüyalarını görürdük. Acaba eserini tamamlayıncaya kadar yaşayacak mıydı? Bütün kaygımız bundan ibaret.

İleri Türkçüler, dedim. Gerileri de vardır. İçlerinden Tanzimatçı ve gelenekçidirler. Bunlar köklere kadar inen devrim kararlarını sevmiyeceklerdir. Çoğu saltanatın kaldırılışını hazmetmemişlerdir. Bir kısmı hilâfetin kaldırılmasından memnun olmıyacaklardır. Fakat hiçbiri yeni yazı ve dile, Türk milletini gerçek kültür hürriyetine kavuşturucu devrimlere kadar bizimle beraber kalmıyacaklar, Mustafa Kemal'den de ayrılmıyacaklardır. Bunlar ''kerhen'' Kemalisttirler. Şimdi de aynı kimseleri Türkçülük devrindeki geri akımlara saplanmış olarak görmekteyiz.

Bir kültür hazırlıkları olmamakla beraber, tam bir inanışla Mustafa Kemal'e bağlı olanları kaydetmeliyim. Bunlar için o ne yaparsa doğru idi. Ona bir yeni zamanlar habercisi gibi, samimî bir imanları vardı. Uğrunda ölmeğe kadar her şeye razı idiler.

Hocalar vardır. Bazıları aydıncadırlar. Çoğu tam kara kuvvettirler. Birinciler kendi hâllerine bırakılsalar, eski binadan hiçbir taş kımıldatmazlar ve halk arasında uyanık hocalıklarını değil, taassubu okşayan riyakârlıklarını kullanırlar. Mustafa Kemal, bunlardan hilâfetin dinde yeri olmadığını, dinî delillerle ispat ettirerek faydalanacaktır. Kara kuvvet ise, Mustafa Kemal halife olsa kabul edecektir. Fakat hilâfeti kaldırınca da, kendilerine sağladığı menfaatler yüzünden, sessiz ve sinik, fırsat bekliyecektir. Yalnız birkaçı cesurdur. Her devrim kararını önlemek için kürsüye çıkacaklar. Onlara göre Mustafa Kemal büyük adamdır, millet kurtarıcısıdır, onsuz bu memleket olmaz ama, hele şu etrafındakiler olmasa, gibi bir edebiyat tutturmuşlardır. Etrafındakiler, tabiî bizler... Bütün hınçları, hücumları, kinleri, nefretleri bize doğrulacaktır. Hilâfet kalktığı, şapka giyildiği, yazı değiştirildiği vakit, Mustafa Kemal yine Mustafa Kemal'dir. Biz ise dalkavuklar, müfsitler, zındıklar olarak lânetlerine uğrayacağız.

Yeni seçimlerde Birinci Millet Meclisinin ikinci grubu tasfiye edilmiştir. Fakat bir muhalefet partisinin bütün unsurları yeni Meclise gelmiştir. Aralarında siyasî şöhretler, yarı veya tam aydınlar şöyle böyle Türkçüler, fakat bilhassa Osmanlılar vardır. Devrimci değildirler. Gerici de değildirler. Bunlar ''bilâ kayd-ü şart Hâkimiyet-i Milliye'' prensibini tutacaklar, Mustafa Kemal'in diktatör olmaması için dostça, muhalifçe uğraşacaklardır. Biraz sonra ilk gerçek demokrasi savaşını bunlar verecekler, ''Terakkiperver Cumhuriyet'' Fırkasını kuracaklardır. Kendileri ile Mustafa Kemal arasında asıl ayırıcı çarpışma, Cumhuriyet ilân edildiği zaman başlıyacaktır.

Vaktiyle ''Roman'' adlı kitabımda ''Gaziciler'' ismini verdiğim, o ne derse ''evet'', neyi istemezse ''hayır'' diyen, pek azı sevgi, birçoğu menfaat duygusu ile onun şahsına bağlı birtakım da vardır. Silâhlıdırlar. Meclisin içinde bir çeşit ''müfreze'' halindedirler.

Vaşington'da ilk kongre toplandığı vakit, üyelerden birçoğu yatağanlı imiş. Birinci ve İkinci Millet Meclisinde de tabancalı idi.

Yaşayış, giyiniş ve tutum bakımından biz İstanbul kıyafetliler İkinci Mecliste yadırganırdık. Henüz potur ve külot bırakılmamıştı. Kalpaklar, birçoklarına, garip bir dağlılık hâli verirdi.

İkinci Meclisin yalnız vatanseverliğinde şüphe yoktu ve birbirine bu kadar aykırı kafa ve mizaçları biraz kaynaştıran yoğurucu hassa da bu idi.

Mustafa Kemal, Rauf Orbay'ın yerine eski arkadaşı Fethi Bey'i başvekil seçtirmişti.

Mustafa Kemal, Ağustostaki toplanışından 20 Ekime kadar hemen her gün Meclistedir. Parti grup toplantılarına reislik eder. Pek önemli işler olduğu vakit kürsüye çıkar, konuşur ve tartışmalar yapar.

Kendisine has bir reisliği vardı. O zamanlar takrirlerin oya konmadan önce reis tarafından açıklama yapılması âdetti. Mustafa Kemal'in açıklaması öyle olurdu ki, takririn kabul mü, yoksa ret mi edilmesini istediği anlaşılırdı. Bir defa böyle takrirlerden birini oya koydu, beklediğinin aksi çıkınca:

- Lütfen ellerinizi indirir misiniz? Galiba eyi izah edemedim.. dedi ve yeniden ret kararı istediğini hissettirerek izah etti. Büyük devrim devrinin başlangıcında hiçbir şeyi oluruna ve tesadüfe bırakmak niyetinde olmadığı belli idi.

Bir defa da Halk Partisi tüzüğü konuşulduğu zaman, hoca milletvekillerinden biri kürsüde ağır tenkitlerde bulunuyordu. Tenkitler hiç de hoşa gidecek şeyler değildi. Hoca bir aralık:

- Bu ''asrî'' kelimesi de ne demektir? deyince, Mustafa Kemal, reislik makamında oturduğunu unutarak, yukarıdan hatibe doğru eğildi:

- Adam olmak demektir, hocam, adam olmak... demişti.

Doğrusu bütün devrim programının da hulâsası bu idi.

Yeni ve parasız devlet, yüz binlerce Rumeli göçmeninin yerleştirilmesi gibi pek ağır ve tehlikeli bir yük altında idi. Kapalı bir oturumda yerleştirme işleri üzerinde görüşmeler yapıldığı sırada, Türk şairi Mehmet Emin Bey kürsüye çıkmıştı. Hicretler ve muhacirlere dair uzun bir mensur şiir okuyağa koyuldu. Amelî tedbirler üstünde durulmasını istiyen milletvekilleri sabırsızlanmakta idiler. Mustafa Kemal, yine hatibe doğru eğilerek:

- Sadede geliniz, beyefendi... dedi.

Mehmet Emin Bey:

- Sadede arkadaşlar gelecek, reis beyefendi... dedi ve kâğıtlarını toplayarak indi idi.

Cumhurreisi olduktan sonra, daima elindeki kâğıtları okumağa mahkûm oluşu ve Meclis tartışmalarına artık katılamaması, Mustafa Kemal'in bir hatip olarak tanınmamasına sebep olmuştur. Pek hünerli bir kürsü oyuncusu idi. Oyuncu kelimesini en iyi manasına almalısınız. Bazan bir hatip dolgun bir Meclis havası içinde kürsüye çıkar. Çoğunluğun kararı âdeta bakışlarda okunur. Bu havayı önce hafifletmek, sonra dağıtmak, nihayet başka bir yöne aktarmak için Meclisin ruh hâli ile inceden inceye oynamak zarureti vardır. Mustafa Kemal zorlama taktiğini pek az, meydana çıkan meseleler hayatî önemde olduğu zaman kullanmıştır. Bir gün kürsüye fırlıyarak aşağı yukarı demişti ki:

- Alacağımız kararlarda halk temayüllerini elbette göz önünde tutacağız. Mutlaka bu temayüllere karşı hareket etmiyeceğiz. Fakat eğer prensiplerimiz bahis konusu ise, başımızı veririz, prensiplerimizden fedakârlık etmeyiz!

Meclisin türlü kaynaşmaları içinde genç hırslar da belirmekte idi. Bakanlar, milletvekilleri tarafından seçildiği için, çabuk parlamak istiyen gençler koridor avına çıkarlardı. Bunun ilk misalini rahmetli Necati vermişti. Bir iskân vekâleti kurulması için takrir imzalatılıyor, bu büyük meselenin başlı başına bir vekâlet olmaksızın başarılamayacağını anlatmaya çalışıyordu. Yeni kuruluşun kahramanı olacağı için vekil de şüphesiz o seçilecekti. Kürsüden yine bütün ateşi ile konuştuğu sırada, milletvekilleri arasında, elinden hiç eksik etmediği tespihi ile ayakta duran Mustafa Kemal:

- Bütün bunları vekil olmak için söylüyorsun, seni vekil yapmıyacağız, diyordu.

Fakat Fethi Bey kabinesinin listesinde ''İskân Vekili Mustafa Necati'' ismini görürsünüz. Mustafa Kemal; kendisi ile doğrudan doğruya hasımlaşılmadıkça, kinci ve inatçı değildi. Bilâkis müstesna bir yetiştirmeci idi. Necati'yi de sonradan pek sevdi. Öldüğü vakit Mustafa Kemal arkasından âdeta ''hüngür hüngür'' ağlamıştır. Ağlama zaafına pek az düştüğünü de hatırlatmalıyım. Mustafa Kemal, her türlü zaaftan tiksinen bir kuvvet, zekâ ve irade adamı idi.

Bir yanda muhafazakârlık, bir yanda Mustafa Kemal'in şahsî otoritesinin artmasını önlemek isteyen Millî Hâkimiyetçilik, bir yanda da ileri hareketçilik akımları artık iyice belirmektedir. Mustafa Kemal, akşamları sofrasında ileri hareketi ve onun uğrunda verilecek bütün savaşları hazırlamaktadır. Arkadaşı Fethi Bey'i ve hükûmetin sağcı ve geri fikirli adamlarını tenkit etmektedir. Sanki bir devlet reisi değil de, bir muhalefet lideri idi. Bir defasında hükûmet aleyhine iyice girişildiği sırada, holden Fethi Bey'in sesi duyuldu:

- Çocuklar susunuz, hükûmeti geliyor... diye telâşlanması görülecek şeydi.

Beklemek, sabırla, fakat hazırlayarak, yoklayarak, hatta sinerek, her vakanın hakkını vererek beklemek!

Bir defa Saracoğlu kürsüde Arap kültürü diye tutturduğu vakit hocalar ayaklanmışlar, hatibi dövmek için kürsüye doğru yürümüşlerdi. Saracoğlu, acaba kendimi üzerlerine mi atsam, ne yapsam, diye düşündüğü sırada kapıdan Vasıf ve arkadaşları girerek kürsüye koştular ve bir kavga cephesi kurdular. Böylece hocaların ayaklanışı sonuna kadar gitmedi. O akşam Mustafa Kemal, Saracoğlu'na diyordu ki:

- Bak çocuk, büyük bir hata ettin. Ya seni dövselerdi ne olurdu? Yapacağımızı bir müddet daha geri bırakmaya mecbur kalırdık. Böyle şeyler tertip ister. Daha önce bize haber vermelisiniz. Hazırlıklı olmalıyız.

Sonra şu fıkrayı anlatmıştı:

- Sakarya'dan dönmüştüm. İstasyona çıkınca hocaların beni Hacı Bayram'a götüreceklerini haber verdiler. Baktım ki, Mehmetçiğin zaferini türbeye kaptıracağız. Ret de edemezdim, kalabalık arasında yavaş yavaş yürüyerek bir tertip düşünüyordum. Tam Meclisin önüne gelince, birden ayrıldım, balkona çıkarak nutuk söylemeye hazırlandım. Halk da milletvekillerine katılarak karşımda bir dinleyiciler kalabalığı toplandı. Söyledim, sonra içeriye girdim. Program bu olmuş oldu.

Hemen hiç kimse de gidişattan memnun değildi. İleri hareketçiler, fırka seçimlerinde yüksek kadroya gerici hocaların sokulmasından şikâyetçi idiler. Bu kadrolarda, devrime inanarak Mustafa Kemal ile sonuna kadar çalışacak olanlardan hemen hiçbir genç yoktu. Büyük taktikçi, bu gençlerin kendisi ile birlik kalacağını bilmekte, asıl öteki ve aykırı kalabalığı nasıl yürüteceğini hesaplamakta idi. Onlar imtiyazlandıkça Mustafa Kemal'den ayrılmıyacaklar, ikbal nimetleri uğruna kanaatlerini kolayca feda edeceklerdi. Feda etmiyecek olanları da muhalif olarak karşısına alacaktı. Bizler, kendimizin ne kadar azlıkta olduğumuzu unutuyor ve bir ''tek''in bu bir avuç azlıkla nasıl bir duruma düşeceğini hesaplamıyorduk. O zaman düpedüz, sadece orduya dayanan bir istibdat rejimi kurmak lâzımdı. Mustafa Kemal ise Meclisçi idi. Her şey, son, en son imkânlar tecrübe edilerek millî iradenin ''tecellisi'' mantığına uymalı idi.

1923 notlarımdan birini okuyalım: ''Bahçede Ahmet Bey yanıma oturdu. Seçim listelerini kendisine verdik. Daha önce bizimle konuşmaya gelen bahriyeli Ali Rıza Bey kalktı, Meclise girdi. Ahmet Bey, Ali Rıza Bey'in kalktığı yeri göstererek:

- Bizi bu mu idare edecek? dedi.

İlk listede Ahmet Bey'in de adı varmış. Bu liste daha genç ve liberalmiş. Yeni listede ise geri, sönük ve itaat etmekten başka meziyetleri olmayan kimseler var.

Ahmet Bey:

- İttihat ve Terakki'nin yolunda gidiyoruz, dedi.

Hem kızgın, hem kırgın idi. Oportünistlerle kılikçilerin üste geçtiğini görüyorduk. Aramıza katılan genç bir milletvekili:

- İktidar sağa kaçıyor. Hepimizi feda edecekler, diye söylendi.

Liste çoğunluk kazandı. Hiç kimse kürsüye çıkıp koridorda söylediklerini tekrarlamamakla beraber, Mustafa Kemal Paşa'nın hatırı için susulduğu da belli idi. Sırada yanımda bulunan Yunus Nadi, Necmettin Molla'nın ismini ilâve etti. Ben hoca Mahir'le beğenmediğim birkaç kişinin adlarını sildim.

İttihat ve Terakki devrini hatırlıyanlar, idare heyetlerinin merkez-i umumî yerine geçeceğini düşünerek, hem istemediklerinin hüküm ve nüfuzu altında kalmaktan, hem de kendilerinin bu hüküm ve nüfuz mekanizmasında hisseleri olmadığından kederli idiler.

Akşam üstü birkaç arkadaş çay içmek için belediye bahçesine gittik. Acı şeyler konuştuk. Bütün gazeteler Meclisin düşmanı, bütün gençlik genç milletvekillerinin aleyhinde idi. Necati'ye arkadaşları mektup yollayarak:

- Bu işin sonu çıkmayacağını anlamıyor musun? İstifa et gel, diyorlarmış.

Acaba Mustafa Kemal partiyi ve Meclisi hükûmete karşı daha serbest bırakmıyacak mıydı? Eğer bugün böyle bir serbestlik olsa Fethi Bey hükûmetinin ayakta duramıyacağına şüphe yoktu.

Bütün gün Meclis havası hep böyle üzüntülü geçti.

Yakup Kadri ile beraber eve döndük. Yemekten sonra da dertleştik. Yakup, bir selâmını alabilmek için sabahtan akşama kadar Mustafa Kemal Paşa'nın yolunu bekliyen milletvekillerinden bahsederek:

- Ben de onlardan olacakmışım gibi, o kadar sevdiğim Mustafa Kemal'e Mecliste rastlamak istemiyorum, dedi. 14 üncü Louis devrinde bütün asilzadeler kralın bir göz iltifatını kazanmak için Versay Sarayı'nın tavanarası odalarına yerleşirlerdi. İki bacağı olmadığı için ne ziyafetlerde, ne de suarelerde kralı göremiyen bir asilzade bir gün el arabası ile büyük havuzun kenarında bekler. Kral yanından geçer, fakat kötürüm asilzadenin yüzüne tiksinerek bakar. Azilsade kendisini havuza atarak intihar eder. Şimdi Mecliste hep bu kötürümün hayalini sürükliyerek dolaşıyorum.

Ben de, o da Mustafa Kemal'in inkılâpçılığına inanıyoruz. O bir hükümdar gibi putlaşamaz. İnsanlığı anlayışını da seviyoruz. Biz gençler kendi aramızda rekabetlerle, kıskançlıklarla parçalanarak ve yalnız onun kuvvetini yiyerek, Mustafa Kemal'i istemediğimiz tarafa kaydırmıyor muyuz? Ama ne bizi, ne de fikirlerini feda etmesine ihtimal var mı?

''Fırkada kuvvet kafadan fazla, kolun elinde! Gençler ne zaman toplanacaklar ve birleşecekler? Tabancalı olmamız değil, fakat yılmadığımızı göstermekliğimiz lâzım geliyor.''

Mustafa Kemal ise, hocaları, Men-i Müskirat Kanununun kaldırılmasına doğru hazırlamaktadır. İçlerinden biri demiş ki: ''Dinde müskirat haram değildir, içene ceza verilir!''

Mustafa Kemal, taassubun baştan başa kasıp kavurduğu, memleketi Birinci Dünya Harbi öncesinden bin beter bir cehenneme çevirdiği o sırada hoca fetvasını, içki kanununda ve son defa da hilafetin kaldırılmasında kullanacaktır. Şimdi bu notları gözden geçirdikçe, biz titizlerin Mustafa Kemal'i 1923'te, Afgan Kralı Emanullah'a benzeteceğimizi düşünemediğimize şaşıyorum. 1923'te Türkiyemiz lüzumundan fazla geri, medreseler, tekkeler, şeyhler ve derebeyleri halk yığınlarına hâkimdi. Üstelik saltanat ve hilâfet taraftarlığından, başkentliği elden gittiği için topyekûn aleyhimize dönen İstanbul gazetelerinin tahriklerinden de kuvvet almakta idiler.

Ben ''Akşam''da hemen hemen eski polemik sertliğini bulmuştum. Hava Ankara'ya karşı o kadar kötü idi. Üstelik en çok biz genç ve yazar milletvekilleri hücuma uğruyorduk. Adımız:

- Dalkavuklar... idi.

Salonlarda, toplantılarda, her yerde itibarımızı kaybetmiştik. İstanbul'a gelince zorcu ve cakacı milletvekilleri de Ankara hakkında pek kötü bir his bırakmakta idiler. Hemen her gün gazetelerde şöyle bir telgraf görülürdü: ''Ankara -...mebus...'' "... mebusu... İstanbul'a hareket etmişlerdir.''

Kılık kıyafetleri, tavırları ve edaları ile bunlar bir rejimi sevdirecek değil, fakat zati hazmedilmeyen bir rejimden herkesi büsbütün nefret ettirecek kimselerdi. İstanbul inatçıları, havayı zehirlemekte Ankara gösterişçilerinden daha az zararlı değil idiler.

Zafer ve öncesi tamamiyle unutulmuştu. Bir yaz gününün küçük bir hatırasnı nakledeyim. Köprüden vapura binmiş, Büyükada'ya gidiyorduk. Kâzım Şinasi, galiba Necmettin Sadak, rahmetli Cavit Bey ve ben güvertede beraber oturmuştuk. Moda iskelesinde vapura İttihat ve Terakki Merkez-i Umumî azasından rahmetli Dr. Nâzım bindi. Cavit alaycı ve tenkitçi idi. Anadolu'yu da, Ankara'yı da, Mustafa Kemal'i de pek hafife alıyordu. Milletvekilliği taslamamak için tartışma aramıyordum. Fakat Doktor Nâzım tam bir intikamcı ve kinci dili kullanıyordu. Hristiyan azınlıklarla Türkler arasında fark yapıldığından şikâyet edecek kadar kendini unutmuştu. Politika tartışmalarını hiç sevmiyen Kâzım Şinasi bile, eski Merkez-i Umumî günlerini hatırlıyarak, bir aralık:

- Aman doktorcuğum, hiç olmazsa sen bunları söyleme... dedi.

Doktor Nâzım:

- Bizim zamanımız başka idi, şimdiki zaman başka... diye cevap verdi, sonra da:

- Trabzon İttihat ve Terakki şubesinin evrakı neşrolunsun. Kuvay-ı Milliye'yi kim yapmıştır, öğrenirsiniz, diyordu.

Cavit:

- Evet Mustafa Kemal bir devlet adamı olamaz, siyaset bilmez, hükûmet işleri bilmez, fakat askerliğine de bir şey diyemezsiniz ya! diyecek olmuştu. Doktor Nâzım:

- Askerlik mi? Ali İhsan Paşa ordunun başına geçsin. Plânları hazırlasın. Tam kumanda vereceği zaman sen gel, onu at, koşulu arabaya bin ve İzmir'e git... dedi.

Hatta kendi aralarında birbirine zıt birçok cereyanlar, Mustafa Kemal'i yıkmakta birleşmişlerdi. Hiç kimsenin de bir programı yoktu. Mustafa Kemal yıkılıp da ne olacaktı?

Şimdi daha iyi düşünüyorum: 14 Mayıs 1950'yi 1923 yılına doğru götürünüz. Ne olacağımızı kolayca anlıyabilirsiniz.

Bereket Mustafa Kemal tanıdıkları adam değildi.

-4-

Feylesof, fiillerin tarihi fikirlerin tarihidir, der. Devrimci Mustafa Kemal'i yoğuran fikir hareketleri nelerdi? Mustafa Kemal kimleri ve neleri okumuş, kafasını nasıl hazırlamıştı?

Bu metotlu bir hazırlanış değildir. Bizim Tanzimat'tan sonraki fikir hayatımız, Fransız ihtilâlcilerini yetiştiren tarih, felsefe ve ilim geçmişine benzemez. Bu üstünkörü bir ''ıslahat'' edebiyatıdır. Onda ne ekonomik, ne sosyal bir meslek karakteri vardır.

Tanzimat'tan sonraki devrimizde, Meşrutiyet'teki Türkçülük akımına kadar, kafalara yön verici sanatçılar ve düşünürler görülmez. Bu edebiyat bazan uyanık vatanseverler, bazan vatanlarını da, milletlerini de hor gören Frenk taklitçileri yetiştirir. Nasıl bir cemiyet olacağız? Nasıl bir devlet olacağız? Batılılaşma tarihinin tanınmış adamları eserlerinde böyle suallere cevap vermemişlerdir. Bir hürriyet ve meşrutiyet davasıdır, gider. Bu ise bir rejim meselesidir. Osmanlı devletinin ve cemiyetinin yeni zamanlara göre nasıl gelişmesi lâzım olduğunu tartışan fikrî, ekonomik ve sosyal devrim davası değildir.

Din ve dünya işleri birbiri içindedir. Devletin teokratik niteliğine dayanan ve halkın cehaleti ile taassubundan kuvvet alan medrese faktörü, bütün millî hayat üzerinde baskısını ve kontrolünü hissettirir. Üniversite, düşünce terbiyesi bakımından medresenin hükmü altındadır. Kadın hür değildir, düşünüş hür değildir, yaşayış hür değildir.

Hür düşünmeyi ve hür yaşamayı isteyen vatandaşları gibi, Mustafa Kemal de bu baskıyı geceli gündüzlü hisseder. Ondan nefret eder. Fakat bu nefret, Mustafa Kemal'i tatlı su Türk'ü gibi, memleketinden ve milletinden tiksindirmez. Onu ümitsizlik içinde, yıkıp devirmez. Bilâkis ona ilk fırsatta bu baskıdan silkinmek, bu baskıyı, asıl hürriyet olan düşünce, vicdan ve yaşama hürriyetlerini yasaklayıcı baskıyı yıkıp devirmek aşkını verir.

O da meslek kitapları dışında umumî bilgiler edinmiştir. İyi muhakeme eder. Okuduklarını, gördüklerini ve dinlediklerini iyi kavrar ve onları ''terkip'' etmesini bilir.

Hayat ve sergüzeştleri kendisini bir şeye inandırmıştır: Biz Batılı bir millet ve bir Batı devleti olmadıkça kurtulamayız. Bizi Batılı bir millet olmaktan ve bir Batı devleti hâline gelmekten alıkoyan gelenekler ve müesseseler kalkmalıdır. Taassuba karşı açıkça cephe alınmalıdır. Halk, kara kuvvetin pençesinden kurtarılmalıdır. Halkı biz yetiştirmeliyiz. Onu kara kuvvet yobazlarının eğitimine bırakmamalıyız.

Mustafa Kemal'in Türkçülük hareketini takip etmiş olduğunu sanmıyorum. Kuvay-ı Milliye devrinde ve sonrasında ise, bilhassa Türkçü fikir ve sanat adamları ile temas etti. Ziya Gökalp'a, geç ve güç ısındığını hatırlıyorum. Asla siyasî ırkçı ve Turancı değildi. Türkiyeci, Türkiye Türkçüsü idi. Sonradan dil ve tarih bakımından o kadar sarıldığı milliyetçilikte Asya'ya doğru ve geriye doğru bakmazdı. Bu meselelerle de, hayli sonradan ilgilenmiştir. Mustafa Kemal, büyük bir realistti. Siyasette, ütopyacı zaaflarına düşmekten kaçardı. Ziya Gökalp, tanıdıktan sonra, Mustafa Kemal'e hayran kalmıştır. Çünkü devrimci olarak, en ileri Türkçülerin bile kurtulacaklarını sanmadıkları Ortaçağ müesseselerini bir hamlede yıkmış ve Türk milliyetçiliğine engin ufuklar açmıştı.

Mustafa Kemal'in devrimcilik mesleğinde ilmiyi andıran formüller, sonradan ve kendiliğinden doğacaktır. Kurtuluş devri nihayet bulduktan sonra, devrimcilik eseri ilk zamanları hatıra gelmiyen hayret verici bir ''tecanüs'' gösterecek ve ileri Türkçüler bütün harekete ''Kemalizm'' ismini vereceklerdir.

Mustafa Kemal, bir memleketli idi. Avrupa'ya birkaç defa ''uğramıştır.'' İlk seyahatlerine dair tuhaf fıkralar anlatırdı. Fethi Bey ataşemiliter olduğu vakit Paris'e gitmişti. Selânik'te şapka ve sivil esvap almak üzere bir mağaza seçmiş. Uzun tüylü Tirol şapkasından pek hoşlanmış ve satın alarak valizine koymuş, Fethi Bey vestiyerde o şapkayı görünce:

- Bu da ne Kemal? diye hayret etmiş.

Mustafa Kemal ise onun hayretine şaşmış:

- Beğenmedin mi? Mağazada en çok onu beğendim.

- Sokakta bu şapka ile kimseyi gördün mü?

Hemen orada kendi şapkalarından birini vermiş.

Grand Hotel'de telefonla hizmet ettirmeyi bir türlü beceremedikleri için, kahvaltı istemek üzere, yatak odasının kapısında arkadaşı ile bir garson yakalamak için nasıl nöbet tuttuklarını gülerek hikâye ederdi.

Büyük harpte tedavi olunmak üzere Viyana ve Karlsbat'ta bulunmuştu. O seyahatten kalma bir hatıra defterini ara sıra okurdu. Defter, Fransızca idi. Zannederim, bir kadından Fransızca ders almış olmalıdır. Fransızcayı az konuşmakla beraber, okuduklarını anlayabilecek kadar bilirdi.

Çankaya'da devrimcilik hayatına giren Mustafa Kemal'in hazırlanışı üzerine edindiğimiz bilgiler bunlardı.

Sofraları uzun sürer, herkesi konuşturur, sabırla dinlerdi. Medenî kanun fikri Mahmut Esat, Saracoğlu, Şükrü Kaya gibi Batı'da okumuş Türkçüler tarafından ''ilham'' olunmuştur. Lâtin yazısı biz birkaç Türkçünün telkinleri sonucu idi. Bir arı gibi çiçeklerden bal toplardı. Ama o yapmalı idi. onsuz hiçbirinin yapılmasına imkân yoktu.

KEMALİZM

Devrimler

-1-

Gerçekte değişen ne idi? Hiçbir şey veya pek az şey... Padişahlık kalkmıştır ama, ''bil-irs-ü velistihkak'' Vahideddin'in yerine geçen Abdülmecid halifedir ve Dolmabahçe Sarayı'nda oturmaktadır. Müslümanlıkta dini ile dünyanın birbirinden ayrılmıyacağını iddia eden hocalar, halifenin padişah da olması lâzım geldiği fikrinden caymamışlardır. Muhafazakâr Osmanlı ve sağ eğilimli Türkçüler de, hâlâ meşrutiyetçidirler. Mustafa Kemal hilâfeti padişahlıktan ayırmakla ve devlet merkezini Ankara'ya nakletmekle bütün hüküm ve nüfuzu kendi şahsında toplamak isteyen bir zorlama yapmıştır. Fakat Meclis, eski Meclistir. Hükûmet başkanını ve üyelerini ayrı ayrı o seçer. Mustafa Kemal de, nihayet, bu Meclisin reisidir. Bir gün meşrutî hükümdarlığa dönmek için, bu sistem olduğu gibi kalmalıdır. ''Gün doğmadan meşîme-i şebden neler doğar?'' Mustafa Kemal yarın ölebilir. Öldürülebilir. İtibarını kaybedebilir. Büyük gazeteler İstanbul'da çıkmaktadırlar ve halk efkârını bu güzel ''ihtimal''e hazırlamaktadırlar.

Mecliste hiç kimse Cumhuriyet kelimesinin ağıza alınmasını istemez. Mustafa Kemal, İsmet Paşa ve fikirdaşları ise, sık sık, rejimdeki bu ''gayr-i tabiîliğin'' çabuk nihayet bulması gerektiğini ileri sürmektedirler. Yabancılara göre Türkiye'de devlet şekli askıdadır. Bir gün kapalı bir grup konuşmasında İsmet Paşa, yabancıların devlet şekli üzerindeki bu şüphelerini milletvekillerine anlatmıştı.

Bir gün de Mustafa Kemal, galiba Avusturyalı bir gazeteci ile görüştüğü sırada, ''Cumhuriyet'' kelimesini ağzından kaçırması üzerine Meclisin ve İstanbul gazetecilerinin yüreği oynamıştır. Meclis Reisinin küçük odasına koşuşan birtakım milletvekilleri Mustafa Kemal'in bu ''dil sürçünü'' düzeltmesini istemişlerdir. Başlarında Hamdullah Suphi'yi (Tanrıöver) görmek hayli tuhaftı. Gine bu küçük odada geçen bir konuşmayı 11 Eylül 1923 tarihli notlarım arasında saklamıştım. Konuşmanın rejim meselesine değinen kısmını buraya alıyorum:

''Divandan sonra, saat yarımda, reis vekili Sabri Bey (rahmetli Sabri Toprak) ve bir iki arkadaşla yemeğe çıkıyorduk. Meclisin iç kapısından bahçeye ineceğimiz sırada, Mustafa Kemal Paşa'nın hademeye pabuçlarını sildirdiğini görünce durduk. Gözünde, kendini bir tuhaf değiştiren, olduğundan daha zayıf ve yaşlı gösteren kenarı kapaklı toz gözlüğü vardı. Parti toplantısının kaçta olduğunu sordu. Üçte idi.

- Bana birde olduğunu söylediler, onun için erken geldim, dedi.

Odasına giderken bizi de çağırdı. Milletvekili olmakla beraber hâlâ yaverliğini yapan eski subaylardan biri, parti tüzüğünün son şeklini getirdi. Tüzük bugün bütün milletvekilleri tarafından birer birer imzalanacaktı.

Biraz sonra cebinden tüzüğün bir nüshasını çıkardı: Sahife açığına yazıdığı Fransızca bir cümleyi okudu. Bu, Fransız Cumhuriyetinin 'bir ve gayr-i kabil-i tecezzi' olduğunu söyliyen cümle idi:

- Dün akşam Fransız İhtilâl tarihini gözden geçirdiğim vakit not etmiştim, dedi ve sildi.

Bir sualim üzerine Kanun-ı Esasî tadilleri meselesine geçtik. Biraz önce içeriye giren Yunus Nadi de aramızda idi.

Gazi dedi ki:

- Cumhuriyet ne demektir? Kamusa baktım, 'chose publique' kelimeleriyle tercüme edilmiştir. Bizde mânası ne olmalı?

Gazinin, sözü hangi konu üstüne getirmek istediği belli idi. Kanun-ı Esasî'de yeni hükûmet şeklini açıkça göstermek sırası geldiğini söyliyen Sabri Bey:

- Mesele bugünkü vaziyetin ifade edilmesinden ibarettir, dedi.

Gazi:

- Ben projeyi gördüm. Çok eksik yerleri var. Bu hafta kendim uğraşacağım. Sonra bazı arkadaşlarla hususî müzakerede bulunuruz ve fırkaya getiririz, dedi.

Yunus Nadi:

- Bunu en kuvvetli zamanımızda yapmalıyız.

Gazi, kalemini masaya vurarak:

- En kuvvetli zamanımız bugündür, dedi.

Sonra yeni Kanun-ı Esasî'nin kendi niyetine göre ilk maddesini okudu: 'Türkiye Cumhuriyet usuli ile idare olunur bir halk devletidir.'

Nihayet yakında cumhuriyetin ilân olunacağını Mecliste Mustafa Kemal Paşa'nın ağzından işitiyorduk. Haber ağızdan ağıza yayılarak, Mecliste herkes şüpheden kurtulacaktı. Acaba, böyle bir havadisi ölüm haberi gibi bekliyenler harekete geçecek miydi?

Aramızdan biri sordu:

- Reis-i Cumhur olduktan sonra gene Halk Fırkasının reisi kalacak mısınız?

Gazi gülümseyerek: 'Aramızda, öyle...' dedi.

Reis-i Cumhurluk müddeti üzerine konuştuk. Onun fikrince Reis-i Cumhur Büyük Millet Meclisinin de reisidir. Dört sene, yedi sene bahisleri geçti. Bir gayretkeş:

- Kayd-ı hayat şartiyle de olabilir, dedi.

Gazi sert bir tavırla bunu reddetti.

Bir arkadaş fesih hakkı meselesini açtı.

- Gerçi şimdiki Meclis için düşünülecek bir şey yok. Sizin hükûmetleriniz daima ekseriyet bulabilir. Fakat fırkalar çoğalınca hükûmetsizlik tehlikeleri de başgösterebilir, buna ne çare düşünüyorsunuz?

- Millet Meclisi kendi kendini feshedebilir.

Bu cevap emniyet verecek gibi değildi. Arkadaşların ortaya sürdüğü fikirler şöyle hulâsa olunabilir: Cumhuriyeti Fransa'daki şekli ile almak arzusunda olanlar, bu hakkı Reis-i Cumhura ve hükûmete bırakmak teklifinde bulundular. Eski İttihatçı Sabri Bey, fesih hakkının Meşrutiyet devrinde iki defa kötüye kullanıldığını hatırlatarak, ihtiyatlı olmayı tavsiye etti. Bir arkadaş: 'Acaba fesih hakkı şartlarını son derece kayıtlamak, meselâ, Reis-i Cumhur ve hükûmetin, bu hakkı ancak fırkalar arasındaki nisbetsizlik anarşiye vardığı zaman kullanması daha doğru değil midir?' dedi.

Gazi:

- Millete müracaat eder, referandum yaparız, cevabını verdi.

Arkadaşlar bu usulün karışıklığını ve sebep olabileceği buhranları öne sürdüler. Münakaşaya gene kendisinin bulduğu şöyle bir formül üstünde karar kıldı:

Reis-i Cumhur ve hükûmet, Millet Meclisi ifa-yı vazife imkânsızlığında kaldığı vakit yeni intihabat icra ettirmek hakkını haizdir.''

10 Eylülden 29 Ekime kadar kırk dokuz gün var. Yukarıdaki notu buraya alışımın sebebi, Cumhuriyet meselesinin sonuna kadar bir sır olarak saklanıp, bir gece, top sesleri ile ansızın ortaya çıkmış olmadığını anlatmaktır. Ankara'da ve İstanbul'da düşünebilen, görebilen ve duyabilen herkes biliyordu ki, hiçbir yerde benzeri olmayan o rejim öyle gidemez. Bir şey olacağı, bir şey hazırlandığı belli idi. Devlet şeklinin Cumhuriyet ve Mustafa Kemal'in Cumhurreisi olmasını istemiyenler, halk efkârını kendileri ile beraber sürükliyeceklerine inanmakta idiler ve bu inanışlarında haklı idiler. Eski Türkiye'de ''Cumhuriyet'' sözü ''şapka'' sözü kadar kötü ve korkulu idi. Yobaz lügatindeki manası ile ''gâvurluk'' mahiyetinde idi. Gerçi Tanzimat'tan sonraki edebiyatta ilk halifeler rejiminin Cumhuriyet demek olduğu gibi bir iki fıkraya tesadüf olunabilir. Fakat eski Türkiye'de hiçbir zaman Cumhuriyetçilik diye bir fikir akımı olmamıştır. Olmasına da imkân yoktu. Bir Osmanlıya Cumhuriyetçi demek, o zaman için ''gâvur'' demek, bugün için ''komünist'' demek gibi bir şeydi. Öyle ise Cumhuriyet, Millet Meclisinin bir toplanışta vereceği karar ile ''emr-i vâki'' olmamalı idi. Mecliste ve gazetelerde tartışmaya konulmalı idi. Ayrıca milletin oyu alınmak gibi tekliflere fırsat verilmeli idi. Muhafazakârlar böyle bir devrimi ''millete istetmemenin'' ne kadar kolay olduğunu bilmekte idiler. Ama halk, her tarafta, medrese mutaassıplarının ve mürteci derebeylerin katî otoritesi altında olduğundan Mustafa Kemal de hasımlarının elindeki bu kolaylığın farkında idi.

O sıralarda Mustafa Kemal'e halife olmak teşvikleri dahi yapılmıştır. Bu teklifi, Hindistan'dan Antalya Milletvekili Rasih Hoca da getirdi idi. Kendi kendime hanedanın bütün itibarını kaybederek bir düşman zırhlısının güvertesinde intihar etmiş olduğu o devirde Mustafa Kemal'in yerine Enver'i koyarım. İran'da Rıza Şah ne yaptıysa, onun da öyle yapacağı bana pek yakın bir ihtimal gibi görünür.

1923 yılının o haftalarında Büyük Millet Meclisinde Cumhuriyetçilik akımı var mıydı? Hayır! Mustafa Kemal ne yapsa ona itirazsız razı olacaklar dahi, içlerinden; "Keşke bunu yapmasa...'' diyorlardı. Mustafa Kemal o Mecliste fikir tartışmaları ile tabiî bir ''ekseriyet'' elde edemezdi. İnce politika taktikleri ile bir ''teslimiyet'' havası yaratmalı idi.

Ya vekil seçilmek, ya yüksek Meclis ve hükûmet kadrosuna Mustafa Kemal'i firenliyeceği sanılan şahsiyetleri getirmek için el altından bir hizip kaynaşması vardı. Mustafa Kemal bu kaynaşmayı, ancak kendi hakemliği ile içinden çıkılabilecek bir buhrana doğru sürükletti. Meclisteki bazı seçimleri kendi aleyhine bir hareket sayarak bu oyuna gelmiyeceğini gösterir bir tavır takındı. Kimse de Mustafa Kemal ile açık bir savaşa girişmek niyeti olmadığı için, onun bu tavrı gerçekten bir anarşiye doğru gidildiği duygusunu yaydı. Eski arkadaşı Başvekil Fethi Bey, bu ''kuvvetli bir hükûmete ihtiyaç olduğu'' havası içinde istifasını verdi. Mecliste birçok listeler meydana geldi. Fakat bu listelerde şahsiyet denebilecek olanlar, Mustafa Kemal'den ayrılamazlardı. Ne onlarsız bir hükûmet yapmak, ne de, Mustafa Kemal kendilerine seçilmeyi reddetmek tavsiyesinde bulunduğu için, onlarla bir hükûmet kurmak ihtimali vardı. Öyle bir ''hâl ve şart'' doğdu ki, ya Mustafa Kemal'i düşürmek, yahut onunla birlikte yürümek yollarından birini tutmak lâzım geldi. Düşürmek mümkün olsa, bu fikir etrafında bir hayli insan toplamak imkânı da yok değildi. Fakat düşürmek mümkün değildi.

Gerçek bir ihtilâlci karşısındayız. O sonuna kadar her şeyi göze almıştır. Kimseye ne yapacağını da söylemez. Çankaya tepesinde kendisinden her şey beklenebilecek esrarlı bir tâli kuvveti bağlamıştır. Muhalifleri ise, işlerin ''kendiliğinden'' diledikleri gibi gelişmesini gizli gizli ve hiçbiri ortaya atılmıyarak hazırlamaktan başka bir şey yapamamaktadırlar.

Mustafa Kemal bir ayaklanmadan korkmaz. Ordudaki zafer arkadaşlarına ve halk arasındaki mistik nüfuzuna güvenmektedir. Komutanına ve subaylarına tamamiyle bel bağladığı muhafız kıtası vardır. Çankaya, Türkiye'de tutunabilecek tek tepe olsa, bu muhafız kıtası ile ihtilâli o tepede savunacak ve oradan tekrar bütün memleketi etrafına toplıyacaktır. Bu, son silâhtır. Hiçbir zaman kullanmıyacaktır. Fakat o türlü bir karar ve irade ile, Meclis koridorlarının kulaktan kulağa fısıltı ve küçük tertip taktikleri boy ölçüşemez.

Nihayet 1923 Ekiminin son günleri gelip çatar, 28'i 29'a bağlayan gece, Mustafa Kemal'in sofrasında bir toplantı olmuştur. Ertesi gün Meclisten gelecekler, ''İşin içinden çıkamıyoruz. Böyle zamanlarda liderler vazifeden kaçmamalıdırlar, buhranın halledilmesi için Meclise yardım etmelisiniz,'' diyeceklerdir. Mustafa Kemal de kısaca devlet şeklinin Cumhuriyet olmasından başka çare olmadığını söyliyecektir. Şüphesiz onu Cumhurreisi yapacaklar. Rejim kanunu, hükûmete de artık normal kabine mahiyeti verecektir. O gece yemekte bulunanların çoğu, asker milletvekilleri idi. Aralarında Hariciye Vekili İsmet Paşa da vardı. Mustafa Kemal, sabaha doğru Ocak 1921 tarihli anayasanın birinci maddesinin sonuna şu fıkranın eklenmesine karar verdiler: ''Türkiye devletinin şekli, Hükûmet-i Cumhuriyyedir.''

Eski rejimin son günü idi. Bunu bilenler az, bilmiyenler çoktu. Bilenler kaygılı bir rahat içinde idiler. Rahat, çünkü mesele kökünden kesilip atılacaktı. Kaygılı, çünkü kim bilir kaç yıl için, sadece Mustafa Kemal'in ömrüne bağlı bir yabancı rejime giriyorduk. Halkı bu rejime ısındırabilecek tek şey, Mustafa Kemal'in başta bulunmasına alışkanlıktan ibaretti. Acaba Mustafa Kemal, Meclisin içinde muhafaza ettiği halk adamlığı karakterinden uzaklaşacak mıydı? Çankaya ihtilâl karargâhı olmaktan çıkıp, yeni bir saray havasının itici merasim soğukluğu içinde, yaklaşılmaz, görüşülmez, kaynaşılmaz bir diktatörün saltanatkârî uzleti mi olacaktı? Kartal yuvası bozulacak mıydı? Hepimiz bir ucundan bu şüpheye tutulmuştuk. Mabeyni ve kuranası ile aramızdan ayrılıp giden Cumhurreisinde, inkılâpçıyı kaybetmekten korkuyorduk.

Bilmiyenler, bütün günü, ateşli bir hastalığın sayıklatıcı nöbetleri içinde geçirdiler. Bir Meclis hükûmeti kurmak imkânı kalmamıştı. Mustafa Kemal'in arkadaşlık edebileceği her şahsiyet, başvekillik veya vekillik tekliflerine:

- ''Hayır! cevabını veriyordu.

Nihayet 29 Ekim 1923 Pazartesi günü Halk Fırkası grubu, grup idare heyeti başkanı Ali Fethi Bey'in (Okyar) başkanlığında saat onda toplanmış, yeni kabine üzerinde gene çetin tartışmalar başlamıştı. İdare heyeti, bir adaylar listesi hazırlamıştı. Listede İktisat Vekilliğine aday gösterilen Celâl Bey (Bayar) söz almış, ''Bu listede görülenler, çekilenlerden daha kuvvetli değildir, Mecliste ben kendimi İktisat Vekilliğine lâyık görmüyorum,'' dedi. Öğleden sonra tartışmalar çok sertleşmişti. Sonra Kemalettin Sami Paşa'nın verdiği takrir, oya konmuştu. Bu takrire göre ''Umumî Reis Mustafa Kemal Paşa buhrana çare bulması için davet edilmeli'' idi. Mustafa Kemal Çankaya'da bu kararı bekliyordu. O gün de dişi sancıyordu. Toplantı salonuna girince hemen kürsüye çıkmış:

- Bana bir saat müsaade ediniz. Bulacağım hal tarzını arz ederim, demişti.

Küçük reis odasına çekilerek orada Meclis arkadaşları ile son görüşmelerini yaptı. Ve yeniden toplantı salonuna gelerek, kuru ve kısa bir nutuktan sonra, hep bildiğimiz takririni reise uzattı.

Muhalifler, devlet şekli meselesini bırakalım, önce hükûmet işini halledelim veya, biz Teşkilât-ı Esasiye Kanununu tadil edebilir miyiz, gibi geciktirici tedbirler üzerinde tartışma açılmasına çalıştılar. Tarihçi Abdurrahman Şeref Bey: ''Doğan çocuğun adını koymaktan başka ne yapıyoruz?'' diyordu. 23 Nisan 1920'den beri memleketi, sadece adı konmıyan Cumhuriyet rejimi ile idare etmiyor muyduk?

Fırka toplantısındaki görüşmeler hayli uzun sürdü. Akşama doğru, grup toplantısı, Meclis toplantısına çevrilerek, İkinci Millet Meclisinin milletvekilleri saat sekiz buçukta Teşkilât-ı Esasiye Kanunundaki tadilleri kabul ettiler ve Mustafa Kemal'i Türkiye'nin ilk Cumhurreisi seçtiler.

Cumhuriyet teklifi oya sunulurken yanımda bulunan rahmetli ve eski valilerden, bir aralık Osmanlı Dahiliye Nazırı Hâzım Bey'i hatırlıyorum. ''Birinci maddeyi kabul edenler?'' İki elini kaldırıyor ve yarı sesle: ''Aman Allah!'' diyordu. İki defa daha tekrarlaması üzerine: ''Beyefendi niçin aman Allah?'' diye sordum. ''Min küllilvücuh, yavrum, min küllilvücuh!'' demişti. Oy, sanki yüreğinin içinden tırnakla sökülüyordu.

O gece birkaç arkadaş belediye bahçesindeki gazinoya giderek geç vakitlere kadar şenlik yaptık. Beraber olduklarımıza bakıyordum: Meclisin bütün karmalığı bu yuvarlak sofranın etrafında idi. Cumhuriyet hepimiz için ayrı bir şeydi. Bazıları Tanzimatçı bile değildiler. Mustafa Kemal'in ne kadar tehlikeli bir mesuliyet yüklenmiş olduğunu gözlerimle görüyordum. Eğer, bütün müesseseleri ve bizi Batı'dan ayıran gelenekleri ile eski düzeni yıkmaz, bütün müesseseleri ve bizi Doğu'dan ayıran gelenekleri ile yeni düzeni kurmazsak, devrimci Mustafa Kemal tarihî vazifesini yapmazsa, hiçbir şey kazanmış olmazdık. Belki, sarayın ve onun otoritesine dayanan vezirlerin, ara sıra memlekette ''ıslahat'' yapmak ihtimalini de kaybetmiş olurduk. Cemiyet seviyesinin o günkü şartları devam ettikçe, her şey Mustafa Kemal'e bağlı idi.

Cumhuriyetten ileriye doğru daha bir şeyler umanlara, Mustafa Kemal'in zayıf damarlarını okşıyarak onu ''yapılmaması lâzım gelen şeyleri yapmağa teşvik edecek'' fesatçılar gibi bakılmakta idi. Meclisin büyük çoğunluğuna göre iş, hiç olmazsa burada kalmalıydı. Bu Mecliste, devrimlerden hangisine dair bir fikir ortaya atılsa, zındık gibi taşlanırdık.

Hâlbuki Tanzimat'tan beri sürüp gelen medeniyet ve kültür savaşı, Garpçılık davası lehine bir zaferle nihayet bulmazsa, devlete, Cumhuriyet şekli verilmemesi şüphesiz daha eyi olurdu. Mustafa Kemal hem bu vazifesini yapmalı, hem de eserini savunabilecek bir yeni nizam kadrosu yetiştirecek kadar yaşamalıydı.

Sabaha doğru uyuduk. ertesi gün İstanbul gazetelerinde kıyamet koptuğunu duyduk. Sonradan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kuran paşalar ve şahsiyetler, gizli muhalefetlerine daha açık bir hâl vermişlerdi. Her zaman bizden kalmış bir dostumdan 31 Ekimde aldığım bir mektupta İstanbul'un o sıradaki havası kolayca hissedilebilir:

''Cumhuriyete diyecek yok. Fakat ilân tarzına bayıldık. Oyun pek mahirane tertip edilmiş. Millet Meclisi azasının çoğundan saklanmıştır. Doğrusu Hâkimiyet-i Milliye prensibinin cari olduğunu her vesile ile tekrar ettiğimiz bir devirde devlet şeklinin tesbit edilmesi gibi bir meselenin böyle yapılıvermesi kolaylıkla hazmedilebilecek bir şey değildir.''

Bütün parola bu idi.

Trabzon mevki komutanı Kâzım Paşa (Orbay) o gece top atarak Cumhuriyet ilânını kutlamak emrini almış ve yerine getirmişti. Trabzon'da bulunan Kâzım Karabekir:

- Nedir bu toplar? diye sordu. Kâzım Paşa, Cumhuriyetin ilân edildiği cevabını verince:

- Neden bana sormadınız? dedi.

- Sorsaydım top atmamaklığımı mı emredecektiniz?

- Hayır ama... Biz bunu konuşmamıştık! dedi.

Atatürk'ün bana anlattıkları arasından küçük bir notu buraya alayım: ''Rauf Bey istifa edip yerine Fethi Bey seçildikten sonra İsmet'i görmüştüm. Başvekillik meselesi çıkınca kendisinin seçileceğini düşünmüş olduğunu tahmin ediyordum:

- Ben senin zihninden geçeni biliyorum, dedim.

Yüzüme baktı:

- Başvekil olmamaklığını düşünüyorsun. Fakat buna gelecekte cevap vereceğim, dedim.

Cumhuriyetin ilânı üzerine kendisini Başvekil seçince:

- Şimdi o günkü sözümü hatırla! Hangisi daha eyi? diye sordum.

İsmet Paşa tarihe Cumhuriyet devrinin ilk Başvekili olarak geçiyordu.''

1923 yılının Kasım ayında hoşnutsuzluk havası umumîleşti. Cumhuriyet, Meclis ve halk efkârı önünde açıkça ve serbestçe tartışılmaksızın ''acele'' ilân edilmiştir. Mesele bundan mı ibaretti?

Bu bir bahane idi.

İttihat - ve - Terakki Fırkasından arta kalan nüfuzlular hâlâ eski kolağası Mustafa Kemal'in aleyhindedirler. Talât Paşa'yı ve Merkez-i Umumî büyüklerini içeriye almamakta inat ederek öldürülmelerine o sebep olmuştur. Bu tez Dr. Nâzım'ındır. İttihat - ve - Terakki'nin İstanbul kâtib-i mesulü Kara Kemal, İzmit'teki toplantıya geldiği vakit, İttihat - ve - Terakki'nin temsilcisi sıfatı ile kendini takdim etmişti. Yakup Kadri Karaosmanoğlu Müdafaa-i Hukuk adına aynı seyahate katılmıştı. Mustafa Kemal, daha o zaman, Müdafaa-i Hukuk'tan gayri bir siyasî teşekkül tanımadığını söylemişti. İttihat- ve -Terakki'nin bir kolu vaktiyle bu fırkanın kurmuş olduğu bir millî şirketi idare eden rahmetli Nail'in reisliği altında, Ankara'da idi. Nail'i tanıdığım için ara sıra evine gider ve onun yanındakiler tarafından yadırgandığımı hissederdim. Biz Mustafa Kemal'e bağlandığımız için, arkamızdan nankörler diye gammazlanıyorduk.

Eski Maliye Nazırı rahmetli Cavit, İttihat - ve - Terakkinin göze görünür lideri hükmünde idi. Cavit bir komiteci değildi. Medenî bir adamdı. Onu Lausanne'dan beri muhalefete sürükliyen sebepler şunlardır: Büyük Avrupa devletlerinin yardımı olmaksızın ve bu yardımı temin edecek tavizler yapılmaksızın, Anadolu'nun ortasında tek başımıza bir devlet kurup yaşıyamazdık. İstanbul'dan ayrılmamalı idik. Mustafa Kemal de, İsmet de, nihayet, Enver gibi birer askerdirler. Ankara iktidarı, ister istemez kafasının dikine giden bir askerî dikta rejimi olacaktır. Cumhuriyet, işin iç yüzünü maskelemekten başka bir şey değildir. Cavit, iktisadî ve malî âlemden kafasını ayıramıyan, milliyetçiliği her bakımdan bir ''darlaşma'' sayan, devrim diktalarına aklı yatmıyan bir Osmanlı idi. Vatanperver ve namuslu adamdı. Bir şahsî kusuru lüzumundan fazla kibirli olması idi.

Hüseyin Cahit, Tanin gazetesinin başında Ankara'ya karşı savaşa geçmişti. Cahit, şüphesiz bir mürteci değildi. Daha Meşrutiyet devrinde Lâtin yazısının kabul edilmesi lehinde bulunmuştur. Fakat ta başlangıçtan beri, ne Mustafa Kemal ona, ne de o Mustafa Kemal'e ısınabilmişti. 1908 Meşrutiyetinde İttihat ve Terakki Fırkasının gazetecisi iken, Selânik'te toplantı olmuş ve Cahit'e bir altın kalem hediye edilmek teklifi ortaya atılmıştı. Merkez-i Umumî politikasını sevmiyen ve beğenmiyen Mustafa Kemal, bir nutuk söyliyerek, o politikanın İstanbul'daki savaşçısına altın kalemin verilmesini reddettiğini ve reddettirmeğe çalıştığını kendisinden dinlemiştim. Gerçekte Mustafa Kemal'in yaratmak istediği yeni Türkiye ve yeni Türk cemiyeti ile, Hüseyin Cahit'in ilk gençliğinden beri rüyasını gördüğü yeni zamanlar Türkiyesi arasında hiçbir fark yoktu. Cavit de; o da iki tabiî cumhuriyetçi idiler. Öyle olmalı idiler. İkisi de aşağı yukarı Mustafa Kemal ile aynı şeye inanmakla beraber Mustafa Kemal'e inanmıyorlardı. İttihat ve Terakki devrindeki Enver diktatoryası tecrübesinin bu türlü kaygılanmalarda derin tesiri olmuştur.

Tasvir-i Efkâr sahibi Velid Ebüzziya, o devirde belli başlı akımlardan birini temsil eder. Vatanperver, milliyetçi, fakat koyu şeriatçı denecek kadar geri fikirli idi. Bu geri fikirlilik pek basit bir formülde izah olunabilir: Avrupalılar maddece bizden üstündürler. Biz manaca onlardan üstünüz. Garp'ın maddî ileriliklerini almalıyız. Bu anlayış, devrimci anlayışı ile taban tabana zıttır: Biz Avrupa'nın maddî üstünlüğünü değil bu maddî üstünlüğü yaratan manevî üstünlüğünün kurbanı idik. Garp, bir hür tefekkür yoğruluşudur. Osmanlı gericilerinin zaafı, ''manevî'' kelimesini ''din'' ile bir tutuşlarında, din ve dünyayı birbirinden ayırmak söz konusu oldukça, dinimizi ve onunla beraber milliyetimizi kaybedeceğimiz korkusuna kapılmalarındandır. Velid hiç şüphesiz halifeci ve padişahçı idi. Cumhuriyetin temelinden aleyhinde idi.

Gazetelerin ve memleket aydınlarının toplandığı merkez olduğundan, İstanbul, hemen hemen, bütün sınıfları ile Ankara'ya ısınmamıştı. İstanbul'da o vakitler maddî ıstırabın da ne kadar derin olduğunu düşünmeliyiz. 1908'de İstanbul, Adriyatik kıyılarından Fars körfezine kadar uzanan koca bir imparatorluğun merkezi idi. Gittikçe fakir düşmekle beraber, umumî bir ayarlanma içinde, yaşayıp gitmekte idi. Meşrutiyet, saray ve konaklar sınıfı ile geçimleri bu hazne sınıfına bağlı olanları dağıtmıştı. Balkan Harbi devlet sınırlarını Meriç kıyılarına getirdi. Arkadan umumî harp ve onun, İstanbul ailelerini sandık diplerindeki kırpıntılara kadar neleri var yoksa sattıran sıkıntıları geldi, çattı. Para değerini kaybetti. Maaşlar ekmek parasına yetmez hâle geldi. Bir avuç türedi harp zengininden başka bütün Türkler bedbaht idiler. Nihayet batış ve mütareke devri çöktü. Şehrin ticarî ve iktisadî faaliyetleri ile ilgisi olmayan Türk halkı eski reaya durumuna düştü. Vatanı ve kendisini kurtaran zafer de başkentliğini elinden almakta, hazne sınıflarını Ankara'ya taşımakta idi. Istırap, muhakeme etmez. Istırap, sorumluyu geçmişte aramaz. Istırap, can acısından kıvrandığı vakit, karşısına kim çıkarsa onun yakasından tutar. 1923'te İstanbul mustaripleri Ankara'ya karşı hoşnutsuzlar seferberliğinin tabiî gönüllüleri olmuşlardı.

İkinci Büyük Millet Meclisine gelen Kuvay-ı Milliye şöhretlerinden asker olanlar, milletvekili kalmakla beraber Mustafa Kemal'den uzaklaşmışlar ve her türlü muhalefetler ümitlerini bu şöhretlere bağlamışlardı. Türkiye'de umumî hava, o tarihte bu şöhretlerin, hürriyet şartları içinde, pek kolay bir mücadele yapmalarına elverişli idi. Rauf Bey'in komutan arkadaşları ile uğurlanarak ve karşılanarak İstanbul'a gidip gelmesi, Cumhuriyet ilânı üzerine İstanbul gazetelerinde çıkan sözleri, bir şey yapmak veya bir şey yapılmasını istiyenlere, Rauf Bey ve arkadaşlarının da düşüncelerini aşan bir cesaret vermiştir.

Silâhlarının kuvveti, sadeliğinde idi. ''Ne istiyorsunuz?'' dendikçe:

- Hiçbir şey... ''Bilâ kayd-ü şart Hâkimiyet-i Milliye'nin tecellisini'' istiyoruz, diyorlardı.

Cumhuriyetin ilân şekli hakkındaki tenkitleri de Teşkilât-ı Esasiye Kanununun bu ana prensibine riayet edilmemiş olmak bakımından idi.

Bu sırada İstanbul'da halifenin istifa edeceği rivayeti çıktı. ''Tanin'' gazetesinin neşrettiği bir açık mektup üzerine gazetelerde kıyamet koptu: Nihayet bu felâket olacak mıydı? Halifemizden mahrum mu kalacaktık? İslâm âlemindeki manevî nüfuzumuzu, kendi elimizle feda mı edecektik? Düşününüz: Bu feryatlar lâik ve Lâtin harfçi Hüseyin Cahit'in gazetesinden işitiliyordu. Mustafa Kemal'in hasta olduğu haberi de ağızdan ağıza yayılmakta idi.

İşte 22 Kasım meşhur grup toplantısı bu şartlar içinde olmuştur. Parti üyesi Rauf Bey, etrafında uyanan şüpheler üzerine, kendi durumunu izah etmiye davet edilmişti. Esas tartışma İsmet Paşa ile Rauf Bey arasında geçti. İsmet Paşa'nın ilk kürsü imtihanı idi.

O da, Rauf Bey de imtihanlarını eyi verdiler. Genelkurmay Başkanı iken kürsüye çıktığı vakit, birkaç kelime kekeliyerek inen ve hiç de eyi bir tesir bırakmadığı söylenen İsmet Paşa, kendi kendini yetiştirmesini ne kadar eyi bildiğini isbat etti. Bize o günlerde tam bir Avrupa parlâmentosu hatibi hissini verdi. Rauf Bey de, insanı çileden çıkarabilecek birçok gayretkeş tahriklerine rağmen sabır ve soğukkanlılığını sonuna kadar korudu. Sıra tahrikçilerinin hizasına inmiyerek, İsmet Paşa ile baş başa kaldı. Lehinde olanlar sustukları ve çekingen davrandıkları, aleyhinde bir marifet gösterişi yapmak istiyenler, asabî ve hassas bir mizaca her türlü ölçülerini kaybettirecek taşkınlıklarda bulundukları düşünülürse, Rauf Bey'in bu imtihandan ne kadar eyi çıkmış olduğu tahmin olunabilir.

Bu grup tartışması, Mustafa Kemal ve onun yanında toplananların hiçbir muhalefet karşısında taviz vermek ve geri dönmek niyetinde olmadıklarını, onların gidişini beğenmiyenlerin de partiden ayrılarak açık bir mücadele cephesi kurmağa henüz akılları yatmadığını anlatmıştı.

Mustafa Kemal, bir müddet işleri kendi gidişinde bırakmak, daha doğrusu yeni kararlar verme fırsatının kendiliğinden hazırlanmasına vakit bırakmak üzere, iki aylık bir İzmir seyahatine çıktı.

Bu yılın hikâyeleri arasında İstanbul'a giden İstiklâl Mahkemesi hatırlanmağa değer. Kuvay-ı Milliye devrinde irtica ve isyan hâdiselerini bastırmakta işe yarayan bu ihtilâl mahkemesi, İstanbul'da gazetecileri muhakeme edecekti. Reis, eski Ankara İstiklâl Mahkemesi Reisi İhsan (Bahriye Vekili), savcı da Vasıf rahmetli idi. Mahkeme Fındıklı'daki son Osmanlı Mebuslar Meclisi binasında kurulmuştu. Biz de gidip locadan dinliyorduk. Gazeteler biz genç milletvekilleri ile ''Cumhuriyet Prensleri'' diye alay ediyorlardı. İstanbul'un pek çok zarif giyimli hanımları dinleyiciler arasında idi. Bilhassa İhsan'ın kolayca İstanbul havasına hoş görünmek zaafına tutulmuş olduğunu görmüştük. Öyle zamanlar oluyordu ki sanki sanıklar yargıçları muhakeme ediyorlardı. Oturum bitince Hüseyin Cahit salonun seyirci safına yaklaşarak: ''Bugünkü perde de indi!'' diye alay ediyordu. Sonunda yargıçlar hiç kimseyi mahkûm etmediler. Ankara ile görüşerek böyle bir sonuca varıp varmadıklarını bilmiyorum. Keşke bu İstiklâl Mahkemesi hiç gönderilmemiş olsaydı! İhsan ve arkadaşlarının zaafı kötü bir tepki uyandırmıştır. Nihayet daha sonraki sehpalı ve ölümlü İzmir İstiklâl Mahkemesi faciasına yol açmıştır.

Cumhurreisi Mustafa Kemal'in İzmir seyahati sonkânundan (ocaktan) şubat nihayetlerine kadar sürdü. Bu devirdeki gazeteler okunursa, Cumhuriyet ilân edilmekle büyük hiçbir meselenin halledilmemiş olduğuna kolayca hükmolunabilir. İstanbul'daki halife, er geç padişahlığını bekliyen şahane bir nöbetçidir. Bütün şer'iyeciler, medreseciler, muhafazakâr Osmanlılar, hepsi onun etrafında manevî bir saf birliği kurmuşlardır. Fakat İsmet Paşa'nın grup toplantısındaki meşhur cümlesi de kulaklarında çınlamaktadır: ''Tarihin herhangi bir devrinde, bir halife, eğer zihninden bu memleket mukadderatına karışmak arzusunu geçirirse, o kafayı behemehal koparacağız!''

Siyasî tartışmaların parolası, en küçük fırsatı ele alarak, Ankara rejimini kötülemektir. O aylarda Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun ''Akşam'' gazetesinde hilâfet ve hanedan meselelerine temas eden bir yazısı çıkmıştı. Bu, Meclisteki devrimci takımın bir Cumhuriyet bütçesinde hanedan ve damat maaşlarının yeri olmadığı gibi, ''Henüz yapılacak işler olduğunu ima eden'' koridor hasbıhallerini halk efkârına aksettirici bir yazı idi.

Yakup Kadri'nin, bu yazısından dolayı kürsüde hesap vermiye çağırıldığı günü hatırlıyorum. Meclisin tekmil hocaları ve muhafazakârları ön sıralara toplanmışlardı. İçlerinden biri elindeki kalemi uzatarak:

- Senin iki gözünü oyacağız, diyordu.

Sarıkların durmadan dalgalandığı görülüyordu. Yakup, hiçbir cümlesini tamamlıyamıyordu. Mustafa Kemal'in 2 Martta yapacaklarının yüzde birini yazmağa cesaret eden hatip, devrime on beş gün kala, kollarına güvenen birkaç delikanlı milletvekilinin kürsüye yaklaşarak savunmaya hazırlandığı pek küçük bir azlığın adamı idi.

Ortaçağlı teokratik devlet henüz bütün işliyen cihazları ile, ayakta idi. Müspet ilmin gölgesini bile kapılarından içeri sokmayan medreseler, ömürleri boyunca, Batı medeniyetçiliği düşmanlığı edecek unsurları, sivil mektep öğrencilerinin birkaç misli yetiştirmekte idiler. Şer'iye Vekâleti, bütün teşkilât ile, ister istemez hilâfetin tamamlayıcısı idi. Sonradan vekilliğe kadar çıkan bir mebus, çarşaflı karısı ile Karaoğlan çarşısında görüldüğü için, Meclis koridorlarında kendisine günlerce lânet okunuyordu. Dekoru ile, az çok uyanık cemiyeti ve gelenekleri ile içinde yaşayan ve çalışanlara otoritesini hissettiren İstanbul'dan Ankara'ya taşınmakla büsbütün gerilemiştik. Bizler yeni başkentte 1915 Türkçüler çevresini bile bulamıyorduk.

Umumî fikir kargaşalığının herkesi şaşırttığı günlerde, 22 Şubatta Mustafa Kemal Çankaya'ya döndü. Onun yeni kararlarını ağzından duyunca, kınından sıyrılmış bir kılıç pırıltısını andıran iradesi karşısında ruhlarımızın ısındığını duyduk. Tanzimat'tan beri devlet ve millet bünyesinde bir ur gibi kaskatı şişen Ortaçağı kökünden kesip atacaktı.

Her zaferinin sağladığı büyük itibar, eline geçen eşsiz ikbal, fâni ömrüne kadar nesi varsa nesi yoksa hepsini, büyük fikir uğruna harcamağa hazırdı.

Hakikati söyliyelim: Mustafa Kemal, bir devrimci olarak, 18 yaşından son nefesine kadar hiçbir taviz zaafı göstermiyen bir idealisttir. Bu tarafı çağdaşlarından hiç kimseye benzemez. Ve hiçbir türlü tenkit edilemez. Mustafa Kemal'in tenkit edilecek zaaflarını insan ve politikacı tarafında arayabiliriz. Bulabiliriz de!

Mustafa Kemal'in basit İtaatçılar dışında, üç türlü takımı olmuştur: Devrimciliğine bağlı fikir ve ideal takımı, insan ve politikacı zaaflarını ya haksızlıklar, ya menfaatler için sömürmekten başka bir şey düşünmiyen türediler takımı! Bu üç takım, Mustafa Kemal'in sofrasında daima yan yana gelmişler, fakat hiçbir zaman birleşmemişlerdir. Bu fikri daha fazla izah edecek vakaları ileride okuyacaksınız.

Biz Mustafa Kemal'in kesip atmasını ve yeni düzeni, sağlam teminat elde edinceye kadar, sıkı bir disiplin altında korumasını istiyorduk. Bu bakımdan Hâkimiyet-i Milliyecilerden tamamiyle ayrılıyorduk. Bize göre Türkiye, her şeyin başında, medeniyet meselesini halletmeli idi. Bir milletin tarihinde medeniyet meselesinin oy toplıyarak halledildiği görülmemiştir. Bize göre 1923'te Hâkimiyet-i Milliye silâhı, muhafazakârların, yani halledilecek bir medeniyet meselesi olduğuna inanmayanların, yahut irticaın, yani Tanzimat'tan beri medeniyet düşmanlığını elden bırakmayanların silâhı idi. Bize göre millî irade hür değildir. Millî irade, batıl fikirler ve batıl inançlarla paslanmış ve büyük ölçüde Ortaçağ müesseseleri kadrosunun köleliği altında idi. Her şeyden önce bu irade, müspet ilme dayanan ilk eğitim terbiyesi ile, kara inançlardan temizlenerek saf kılınmalı ve hürriyetine kavuşturulmalı idi.

Bizler usul olarak tekâmülden ötesini görememiştik. Ortaçağ müesseselerinin hükmü altındaki bir toplulukta, ileri fikirlerin ihtilâli alttan gelmez, üstten gelir. Büyük Rus ihtilâlcisi Deli Petro'dur. İlk Osmanlı ihtilâlcileri padişahlardır, vezirlerdir. Böyle topluluklarda alttan yalnız ''karşı-ihtilâller'', yani irtica gelir. Medeniyet düşmanlığının bir millî irade zevahiri almakla haklı olabileceğini düşünmek, bir budalalıktır.

1923'te devrimi gerçekleştirecek ve Tanzimat'tan beri devam eden savaşı nihayetlendirecek tek otorite Mustafa Kemal idi. Bir millî kahramandı, halk kahramanı idi. Onun bir de fikir kahramanı oluşu 1923 gençliği için, zaferden de büyük kazanç olmuştur. Son asır tarihimizde de askerî zaferler eksik değildir. Türk milletinin kurtuluşu için zaferlerin yeterli olmadığı anlaşılmıştır. Zaferler, tarihî düşman bildiğimiz Rusları ve Almanları kısa veya uzun müddet herhangi bir sınır çizgisinde tutabilmişti. Fakat Osmanlı saltanatının, batışa kadar, tabiî kaderini takip etmesine engel olmamıştı. Çünkü Türk milletinin gerçek düşmanı, Ortaçağlı yarı teokratik devletin, müsbet ilim ışığı vurmayan Şark kafasının ta kendisi idi. Düşman onun dışında değil, içinde idi.

2 Martta grup toplantısı yapılarak yeni kararlar verilecek ve 3 Martta, Türkiye'yi Ortaçağa bağlıyan bütün köprüler atılacaktı.

3 Mart devrimi, İkinci Büyük Millet Meclisine şu üç teklif ile gelmiştir:

"1- Hilâfetin ilgasına ve hanedan-ı Osmanînin Türkiye haricine çıkarılmasına dair Şeyh Saffet Efendi ile elli arkadaşının teklif-i kanunîsi.

2- Şer'iye, Evkaf ve Erkân-ı Harbiye Vekâletlerinin ilgasına dair Siirt Mebusu Halil Hulki efendi ve elli arkadaşının teklif-i kanunîsi.

3- Tevhid-i tedrisat hakkında Saruhan Mebusu Vasıf Bey ve elli arkadaşının teklif-i kanunîsi.''

Görüşmeler başladığı vakit Mustafa Kemal, reislik bürosunun karşısındaki geniş odada idi. Bir aralık birkaç sarıklı hocanın içeriye koşuştuklarını gördüm. Kürsüde rahmetli Vasıf nutuk söylüyormuş. Aralarından biri Mustafa Kemal'e atılarak:

- Paşam, paşam, diye haykırdı, maksadın kitabı da kaldırmak olsa, bize emret, yolunu bulalım, (toplantı salonunu işaret ederek) ama bunları söyletme...

Hilâfeti ve Şer'iye Vekâletini kaldırma tekliflerinin baş imzalayıcıları da hocalar idi. Bunlar için din ve mukaddesat bahaneden ibaretti. Korkuları halk üzerindeki nüfuzlarını ve bin bir ''cer'' kaynağını kaybetmekti. Hilâfetin dinde yeri olmadığını, o gün hiçbir hocanın cevap veremiyeceği şer'î delilleriyle isbat eden Seyyid Bey de eski bir hoca idi. Nutkunu büyük bir başarı ile bitirip kürsüden indiği zaman, Mustafa Kemal:

- Seyyid Bey son vazifesini yaptı, diyordu.

Yaşlı ve pek itibarlı bir hoca, yanına gelip oturmuştu. Mustafa Kemal onu göstererek:

- Hilâfetin dinde hiçbir yeri olmadığını bana öğreten efendi hazretleridir. Öyle değil mi? demesi üzerine, efendi hazretleri hilâfetin dinde hiçbir lüzumu olmadığını Mustafa Kemal'e öğretmek şerefini ne kadar kıskandığını gösterecek bir telâşla tasdik etti idi.

Daha on beş gün önce Yakup Kadri'yi nerede ise linç edecek olanlar, Saracoğlu'nu dövmek için kürsüye hücum edenler, şimdi hepsi kızıl devrimci idiler. Tevhid-i Tedrisat Kanununun konuşulmasında rahmetli Vasıf:

- Bütün dünyada Maarif Vekâletlerine bağlı olmayan hiçbir mektep yoktur, gibi kendine has bir atılganlık gösterdiği vakit, doğruluk meraklısı rahmetli Yusuf Akçura:

- Müsaade buyurunuz, beyefendi, Fransa'da benim okumuş olduğum Ulûm-i Siyasiye Mektebi Maarif Nezaretine bağlı değildir, diye itiraz etti.

Vasıf:

- Beyefendi, beyefendi, iyi tahkik buyurunuz da öyle geliniz, diye haykırdı ve sıralardan bir alkıştır koptu. Çünkü Yusuf Akçura Rusya asıllı olduğu için, çoğunlukça sevimsizdi.

Büyük iradelerin sihri böyledir. İnanmayan da inanışın, istemeyen de isteyişin heyecanına tutulur. Güçlük bu havanın yaratılmasındadır. An'ın, kader ânı'nın tam üstüne düşülmesindedir.

Hanedandan damatlar ve kadınlar sınırdan dışarı çıkarılmalı mıdır, yoksa memlekette bırakılmalı mıdır? Bu mesele, tartışılmasında büyük bir mahzur olmamak gevşekliği içinde ortaya çıktı. Bir iki yoklayışta davayı yürütebileceklerini sananlar, bir şey koparmak hıncı ile sanki bunu koparırlarsa, bütün günün öcü yatışacakmış gibi, üstüne üşüştüler. İçlerinden rahmetli Hâzım Bey'in damatları savunarak, başını ipten kurtaran damat Arif Hikmet Paşa'ya borcunu ödemekte olduğunu yalnız ben biliyordum. Celseyi bir müddet tatil ettiler. Karşıki ufak salonda, eski Fransız İhtilâli gravürlerini hatıra getiren, pek ateşli bir sahne geçti. İskemle üstüne çıkan, masalar üzerine fırlayan hatipler sesleri kısılıncaya kadar haykırışıp durdular. Eğer o sırada Mustafa Kemal damat ve sultanların memlekette kalabileceği hakkında bir takrir vermiş olsaydı, belki de devrime hıyanet etmekle suçlanacaktı. Devrimci Meclis çoğunluğu hiçbir taviz vermemekte ısrar eder görünüşü ibret verici idi.

Halife ve bütün hanedanı o gece Türkiye topraklarını terk ettiler.

Mustafa Kemal İzmir'de iken Matbuat Cemiyeti Reisi Necmettin Sadak, İstanbul gazetecileri ile lider arasında anlaşma imkânları aramıştı. İstiklâl Mahkemesi hiçbir gazeteciyi mahkûm etmediği için, hava da böyle bir anlaşmaya elverişli idi. Bütün bu hâdiselerin geçtiği zaman üzerine okurlarımın daha iyi bir fikir edinmeleri için Necmettin Sadak'tan aldığım mektubu buraya nakletmek istiyorum:

''Kardeşim Falih, İzmir seyahati hakkında biraz malûmat vereyim. Seyahat iyi geçti. Bu işe teşebbüs ettiğim için derin bir memnuniyet duyuyorum. Eğer Velid (Velid Ebüzziya) hâdisesi olmasaydı, daha iyi olacaktı. Maamafih Velid'in paşa ile görüşmemesi hiçbir şeye mâni olmadı. Velid, İstiklâl Mahkemesinden sonra kendisini bir kahraman addediyor. Seyahatten evvel burada gazetesine, İzmir'e davet edildik, tarzında bir havadis yazdı. Kendisini hem ben, hem İhsan Bey tekdir ettik. 'Ben yazmadım, haberim yok,' dedi.

İzmir'e gittiğimiz gün Tevhid-i Efkâr gazetesi de gelmiş, paşa o fıkrayı okuyunca otele Tevfik Bey'i gönderdi. Tevfik Bey: 'Paşa, Velid Bey'i kabul etmiyecek!' dedi. Biz meselenin düzeleceğinden emin idik. Hatta paşaya bizzat rica ettim. ''- Bir fena tesadüf eseridir, Velid Bey'in haberi olmadan yazılmıştır,'' diye izah ettim. Paşa herhalde affedecekti. Fakat Velid müthiş bir pot daha kırmış, Tevfik Bey'e: 'Ben zaten paşayı ziyaret etmek arzusunda değildim, dâvet edildim zannı ile geldim. Bilseydim gelmezdim' tarzında hezeyanlar etmiş. Tevfik Bey de bunları aynen Paşaya nakletmiş. Tavassut ve ricada bulunduğum zaman paşa bunları söyleyince yerin dibine geçtim. Yine ısrar ettik. Ertesi gün kendisinden Tevfik Bey'e hitaben gayet basit bir mektup istediler. 'Yazılan fıkradan haberim yok, ben İzmir'e paşayı ziyarete geldim,' gibi bir şey. Eğer bunu yazsaydı paşa, Velid'i yine kabul edecekti. Kahraman Velid, Gazi Paşa'yı kendisi ile müsavi gördüğü için bu mektubu taziye addetti ve yazmadı. Ancak paşanın bizlere söylediği şeyleri ve istikbal hakkındaki programını kendisine anlattığım vakit, Velid artık gazetecilikten vazgeçmekten başka çare olmadığını söyledi. Ahmet Cevdet Bey de (İkdam sahibi) Velid'e bunu tavsiye etti.

Gazi ile bir defa üç, bir defa dokuz saat konuştuk. Azizim, ben ömrümde böyle adam görmedim ve iddia ederim ki, hiçbir memlekette böyle bir adam yoktur. Benim üzerimde müthiş bir tesir yaptı. Kendisi iş başında kaldığı, bizzat âmil olduğu takdirde memleketin salâh bulmamasına imkân yoktur.

İki mühim sual sordum: 1- Mademki Cumhuriyet bir emr-i vâki suretinde ilân edildi, (Kendisi böyle anlatmıştı) demek ki, Mecliste Cumhuriyete muarız kuvvetli bir hizip var. Fakat cumhuriyet tamam olmadı. Bunun icabatını Meclisten nasıl geçireceksiniz? Yoksa başka emr-i vâkiler oluncaya kadar Cumhuriyet böyle eksik mi kalacak? Medreseler, şer'iye mahkemeleri, Şer'iye Vekâleti v.s. ne zaman kalkacak? Teşkilât-ı Esasiye'deki din maddesi kalacak mı?

Paşa, Meclisten geçse de geçmese de, bunların hepsinin yapılacağını söyledi.

- Mademki bu Meclis Cumhuriyet ilân etmiye kendisini salâhiyetli gördü. O hâlde başka bir Mecliste başka bir ekseriyet bir gün Meşrutiyet ilân ederse ne yaparız? dedim.

- Olabilir. Fakat hepsini sopa ile kovarız, dedi.

Bunun için fırkanın başında kalmak istediğini ve hakikî bir Cumhuriyet Fırkası teşkil edeceğini ilâve etti.

Hüseyin Cahit, Cumhurreisliği ile fırka reisliğinin beraber olamıyacağını söyledi. Hem epeyce sert ve serbest söyledi. Paşa uzun uzadıya cevap verdi.

Konuştuğumuz şeylerden çıkan esaslı neticeler şunlardır: Hilâfeti kaldıracak, mevcut devlet teşkilâtını ta esasından yıkacak ve yeni bir bina kuracak. Gidişten memnun değildir. Radikal hareket etmiye karar vermiştir. Fakat bunun için kuvvetli, mütecanis bir fırkaya ihtiyacı var. Azim ve kararı müthiştir. Bunun dışında da yanmağa imkân yoktur. Paşanın nutkuna Cahit'in cevap vermesini istedim ve bu suretle kendisini taahhüt altına soktum. Cahit çok güzel söyledi. heyecandan sesi titriyordu. Kendisi bu mülâkattan çok memnundur. Ne çare ki, İttihatçı inadı, memnun olduğunu söyleyemez!

Fakat azizim, paşanın bu katî azim ve iradesi, yeni fikirlere yeni insanlara ihtiyaç göstermektedir. Artık İttihatçılığı filân bırakmalı, bilâ istisna her değerli adamı kullanmalıdır. Gazinin fikirleri o kadar asrîdir ki, bugün iş başında bulunanlardan ekserisi bunları tatbik etmekten değil, anlamaktan bile âcizdir. Allah bu memleketin başına böyle bir adam ihsan etmiş. Eğer onu yalnız bırakıp, azim ve dehasından istifade edilmezse günahtır. Paşa, mart başında Ankara'ya gidecek. Ben de o zaman gelirim.''

Necmeddin Sadak'ın bir eski mektubunu buraya alışımın bir iki sebebi var.

Necmeddin o zamanlar yine ''Akşam'' gazetesinin başyazarı, öğrenimini Avrupa'da bitiren bir sosyoloji hocası, Türk milliyetçisi ve Garp medeniyetçisi idi. Mustafa Kemal'i İzmir'de ilk defa görüp tanıyan bu objektif tenkitçi, biri üç, biri dokuz saatlik iki konuşmada ''Bizim Mustafa Kemal'i'' keşfetmiştir.

Bugün bu Mustafa Kemal, binlerce, on binlerce Cumhuriyet devri yetişmelerinin anladığı, hatta ondan başkasını anlamadığı adamdır. 1923'te bu binlerce, on binlerce Kemalist, Necmeddin gibi bir avuç ileri kafalı aydından ibaretti. Cumhuriyetin onuncu yıldönümüne doğru, bir akşam ölümünün tehlikesi yine ortaya atıldığı vakit:

- Mustafa Kemal'ler yirmi yaşındadırlar, demesinin sebebi bu idi. Bugün onlar kırkına, kırk beşine, Mustafa Kemal'in kurtuluş zaferini kazandığı yaşa basmışlardır.

Mustafa Kemal 1923'te bugünkü aydınlar ve uzmanlar takımının yarısını bulsaydı, Türkiye şimdi tam kuruluşlu bir Batı devleti ve topluluğu, tam yoğruluşlu bir Batı topluluğu olup gitmişti.

Mustafa Kemal'i, sadece hüküm ve nüfuz sürmek için iktidar peşinde koşan bir hırs maceracısı olarak tanıyanlar, onun ele geçebilecek en parlak ikbale erdikten sonra dahi durmadığını, bilâkis zaferini de, bu ikbalini de fikirleri uğruna tehlikeye attığını görerek şahsı üzerine yeni bir anlayış edinmeli idiler. Mustafa Kemal, yeni düzeni kurmak dâvasında kendisi ile beraber olmak şartı ile, herkesle işbirliği yapmak istemiştir. İzmir'de Velid hâdisesindeki sabrı ve hoş görürlüğü, o güne kadar aleyhine yazmadığını bırakmıyan Hüseyin Cahit'le münasebetleri de bunu gösterir. Daima o reddedilmiştir. Keşki böyle olmasaydı, keşki bütün eski arkadaşları ve kafa terbiyeleri ile tabiî Cumhuriyetçiler onun etrafında kalabilseydiler...

Türkiye'nin Ortaçağlı bir teokratik devlet ve Türk milletinin geri bir Şark topluluğu olarak yaşıyabilmesine ihtimal olmadığını son asır tarihi isbat etmişti. Şekillerin hiçbir değeri olmamıştı. Tanzimat 1856 doğumlu idi. İlk parlâmento 1877'de açılmıştı. Galatasaray Lisesi 1886'da kurulmuştu. 31 Mart, 1909'da olmuş. 1922'de bir milletvekili, Kur'an varken kanun yapmak iddiasında bulunan bir Mecliste bulunamam, diye Millet Meclisinden çekilip gitmişti.

Japonlar çok daha kısa bir mühlet içinde yeni zamanların büyük devletleri sırasına geçmişlerdi. Çünkü ilk işleri, Çin medresesinden kurtulmak ve Garplılaşmak olmuştur. 1923'te bile Anadolu maarifinin dörtte üçü henüz medrese çatıları altında idi.

Bizim ilim kafası ile ''bilmiyorduk''. Tefekkür kafası ile ''düşünmüyorduk''. Fakat Tanzimat'tan beri hiç olmazsa mukayese yapma imkânları elde etmiştik. Bir karar vermek lâzımdı. Bu kararı veremiyorduk. Mustafa Kemal bu kararı vermişti.

3 Mart, devrimin başlangıcı idi. 1924 Nisanında şer'iye mahkemeleri kaldırılarak, öğretim birliği gibi, adalet birliği de temin olunacaktı. 925 Ağustosunda şapka giyilecek, aynı yılın Kasım ayında tekkeler kapatılacaktı. Medenî Kanun, yeni cemiyetin temellerini atacaktı. Nihayet 1928'de Anayasa tadilleri ile devlet tamamiyle lâikleşecek ve aynı yıl Lâtin yazısı kabul edilerek devrim eseri tamam olacaktı.

Demek ki, inkılâp devri, eğer Cumhuriyet ilânını başlangıç alırsak, 29 Ekim 1923'ten 3 Kasım 1928'e kadar beş yıl bir ay sürmüştür.

Ondan sonra bütün iş, yeni düzeni bütün topluluğa sindirmekte idi. Bu da Türkiye halkını, yüzde yüz müsbet ilme dayanan ilk eğitim terbiyesinden geçirmeğe bağlı idi.

Bizler Tanzimat'tan beri çok zaman geçtiğini sanırdık. İlk eğitim görmiyen köy için, Tanzimat gelmemişti bile!

Biz hatıralarımızda bu devre ''devrimler devri'' adı takıyoruz. Artık tarih sırasını bırakarak, kuruluş devrinin başlıca hadiselerini toplu olarak hikâye edeceğiz.

Din ve Devrimler

Tanzimat fermanı başımıza ne gelmişse şeriatın bozulmuş olmasından geldiği önsözü ile başlamaktadır. Gerçekte ise, din ve dünya, din ve akıl işlerini birbirinden ayırmamaklığımızın cezasını çekiyorduk. Âli Paşa, Fransız Medenî Kanununun alınmasını teklif ettiği vakit, karşısına Mecelle tavizciliği çıkmıştır. Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi Tanzimat fikir adamları Reşit ve Âli paşaları ''Şeriat-ı İslâmiyye dururken, Garp'tan kanunlar almakla'' suçlamışlardı. Her şey ''Şer-i Şerif''e uygun olmalı, bir fetvaya bağlanmalı idi. Sivil okulla medrese ve cami birbirine düşmandı. Halk yığınları ise camiye bağlı idiler. Batı medeniyetçiliği, daima pek küçük bir azınlığın malı kalmıştı.

Kemalizm, aslında büyük ve esaslı bir din reformudur. Tanrı, bir paygambere verdiği şeriatı, ikinci bir peygamberde değiştirmekle, hatta Kur'an'ın bir ayetindeki emrini başka bir ayette kaldırmakla hükümlerin toplum evrimini izlemesi gerektiğini göstermiştir. Fıkıhta buna "nesih" diyoruz. Muhammed, son peygamber olduğuna göre, ondan sonra nesih hakkı insan aklına kalmıştır. Onun için İslâm bilginleri, ''zamanla hükümlerin değişeceği'' içtihadında bulunmuşlardır. Mustafa Kemal'in yaptığı işte bu nesih hakkını kullanmaktı.

İslâmda bütün şer'î meseleler iki büyük bölüme ayrılmıştır: Birinci bölüm, ahreti ilgilendirir ki ibadetlerdir: Oruç, namaz, hac, zekât! İkinci bölüm, dünyayı ilgilendirir ki bunlar da nikâh ve aileye ait hükümlerle muamelât denen mal, borç, dava ilişkileri ve ukubat denen ceza hükümleridir. Kemalizm, ibadetler dışındaki bütün âyet hükümlerini kaldırmıştır.

Kaldı ki insan aklı nesih hakkını farzlar üzerine de götürebilir; zekât kazanış ve gelir vergilerinin bulunmadığı bir devrin mirasıdır. Hac, Kâbe'den faydalanan Mekkelilerin Müslümanlığını sağlamak için konmuştur ve bu döviz çağında Hicaz dışındaki hiçbir yabancı Müslüman halkı buna zorlanamaz. Namaz şekli de iskemle olmıyan entarili bir halkın yaşayışına uygundur. Pantolon, etek ve hele başkasının ayağı değen yere yüz değdirmeyi yasak eden ijyen devrinde yürüyemez. Cenaze namazını neden ayakta kılıyoruz? Camiin dışında olduğu için! Bugünkü ijyen anlayışına göre camiin içi ile dışı arasında fark yoktur.

Atatürk ibadet devrimine ezan ve namazı Türkçeleştirmekle başlamıştı. Gerçekte verdiği ilk emir ezan ve namazın Türkçeleşmesi idi. Muhafazakârların sözcülüğünü yapan İnönü, Atatürk'e yalvarmış, önce ezanı Türkçeleştirelim, sonra namaza sıra gelir, demişti. Arkadan dil ve Kur'an metni meseleleri çıkıp namazın Türkçeleşmesi gecikti idi. Atatürk sağ kalsaydı ibadet reformu olacağında da şüphe yoktu.

İç Didişme

Ordu müfettişleri aynı zamanda milletvekili idiler. 1924 Kasımında birinci ve ikinci ordu müfettişleri Kâzım Karabekir ve Ali Fuat paşalar istifalarını vererek Büyük Millet Meclisine katılacaklarını bildirdiler.

O tarihî gecelerde Çankaya'da Mustafa Kemal'in davetlileri arasında bulundum. İstifa haberlerinin kendi üzerinde ilk bıraktığı etki, Meclisin içinde ve dışındaki muhalefet hareketi ile ayarlanmış bir askerî komplo karşısında bulunmuş olmak ihtimalidir. Bu böyle imişçesine harekete geçti. Bir askerî isyan da olsa, hiç tereddütsüz karşılıyacağı belli idi.

Mustafa Kemal üçüncü ordu müfettişi ile milletvekili komutanlara bir şifreli telgraf çekerek, kendilerini Meclisten istifa etmiye davet etti. Genelkurmay Başkanı da çağrılanlar arasında idi. Seçmenleri ile danışmaksızın istifa etmeyi münasip görmediklerini söyliyen ikisi müstesna, hepsi Millet Meclisinden çekildiler.

Bunun bir sonucu, ordunun artık kesin olarak politikadan ayrılmış olmasıdır. Kuvay-ı Milliye zamanı politika ile uzaktan yakından ilgili ne kadar komutan ve subay varsa, yaverlerine kadar hepsi sivil olmuşlar ve çoğu Meclise katılmışlardır.

İkinci sonucu, ''Terakkiperver Cumhuriyet'' Partisinin kurulmasıdır.

''Cumhuriyet'' kelimesi bir muhalif partiye mal edilmemek için ''Halk Partisi''nin başına ''Cumhuriyet'' kelimesi eklenmiştir. Fakat yeni parti üzerinde asıl tartışma, programdaki ''hissiyat-ı diniyye''den bahseden fıkra üstünde koptu. Bu fıkranın bütün irtica unsurlarını tahrik edeceği meydanda idi. Gerçi bu kayıt olsa da olmasa da, Cumhuriyet devri boyunca ne zaman bir muhalefet hareketi uyansa, onun başlıca kuvveti, liderler istese de istemese de, irtica olması tabiî idi.

Terakkiperver Cumhuriyet Partisi'nin kuruluşunu da, şahsî kıskançlıklar, rekabetler veya geçimsizlikler gibi basit sebeplere bağlamak, çok üstün körü bir şeydir. Böyle bir yorum hiçbir şey öğretemez. Hâdiseler üzerinde fikir yorabilecek kabiliyetleri olmıyanların yakıştırmalarından ibarettir.

Eğer Mustafa Kemal, İsmet Paşa yerine, meselâ Kâzım Karabekir Paşa'yı başvekil seçseydi. Kâzım Karabekir Paşa kafasını değiştirecek miydi? Yahut, Rauf Bey, Mustafa Kemal'in baş adamı olmakla, fikir ve kanıları ne ise onlardan vaz mı geçecekti? Rauf Bey başvekil olduğu zaman da, kendi fikir ve kanılarına bağlı kalmamış mıydı?

Yoksa Mustafa Kemal beraber çalıştığı ve buluştuğu kimselerin kuklası mı idi? Yani, Mustafa Kemal'in yanında İsmet Paşa veya başka bir şahsiyet bulunmakla, Mustafa Kemal ayrı bir adam mı olacaktı?

Bir gün eski yaveri mebus Salih Bozok'a:

- Tarih size lânet okuyacak, demişler.

- Neden? diye sormuş.

- Mustafa Kemal'e içki içiriyorsunuz. Kadın eğlenceleri tertip ediyorsunuz. Ömrünü kısaltıyorsunuz.

- Ya... Öyleyse tarih bizim hepimize birer heykel dikecek. O bize yalnız içkide ve eğlencede esir olmaz ya, demek İzmir'i de ona biz aldırdık, cevabını vermiş.

Mustafa Kemal'de tek olmayan şey, ''alet olmak'' zaafı idi. Uzun yalnızlık ve halktan uzaklaşmanın ve netameli hastalığın tesiri altında kalıncaya kadar, kendine has kontrol metotları ile her türlü telkinleri de karşılamayı bilmiştir.

Terakkiperver Cumhuriyet Partisi, ciddî ve büyük bir hareket idi. Halk, hatta o devrin aydınları arasındaki karşılığı devrim ideolojisinin karşılığından çok daha esaslı idi. Ben Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kuranlarla o gün de bir fikirde değildim, bugün de bir fikirde değilim. Fakat bu ayrılık, bizi tarihi yanlış görmeye ve göstermeye, Terakkiperver Cumhuriyet Partisinin başındaki ve içindeki ve etrafındaki şahsiyetleri, mahalle mektebi kıskançlığı veya sadece şahsî hırs ve hesaplar üzerinde yürüyen basit kimseler gibi teşhir etmiye sevk etmemelidir.

Mustafa Kemal, hükûmet reisi olarak, kendi davasını birlikte yürütebileceği bir ikinci aradığı vakit aklına ilk gelen İsmet Paşa olmamıştır. Fethi Bey olmuştur. Fethi Bey, şüphe yok, Batı medeniyetçisi idi. Fakat bir devrim rejiminin dikta sıkısına aklı yatmıyacak kadar liberaldi. Ona göre ''şeyler'' zorlanmamalı idi, olmalı idi.

Mustafa Kemal'in vefalı ve eski arkadaşı olmakla beraber, başvekilliğinde, Mustafa Kemal ile çok defa hiç uyuşmadığı görülmekte idi. Biz Fethi Bey'i fikir adamı olarak pek düzden bulurduk. Onda, hayalimizdeki yeni Türkiye'nin adamını bulamazdık. Fethi Bey'in başvekilliği zamanında Mustafa Kemal ile hayli çetin çarpışmaları olmuştur. Bir defasında Mustafa Kemal:

- Yarın Meclisin kararını göreceğiz, demesi üzerine Fethi Bey:

- Siz Meclise gelmeseniz daha iyi olur, demişti.

Mustafa Kemal'in:

- Niçin? sualine de:

- Güç mevkide kalabilirsiniz, cevabını vermişti.

- Ya? Güç mevkide nasıl kaldığımı ben de görmeliyim. Onun için geleceğim.

Ertesi günü gerçi Fethi Bey Mecliste kaybetti. Fakat ön sırada oturan Mustafa Kemal'in tam karşısındaki kürsüye gelen mebuslardan 52 si, onun gözü önünde, oy kutusuna elli iki kırmızı pusula attılardı.

Daha önce Fransızca bilen, Paris'te bulunan ve Fransız kültürüne ısınan Fethi Bey, Malta'da İngilizce öğrenmişti. İnatçı ve huylu olduktan başka, görüşlerinde ve anlayışlarında devrimci takımın sistem görüşünden ve anlayışından çok uzaktı.

Arkadaşları da, doğrusu, seçme ''sathî''ler idi. Dalkavuk, Mustafa Kemal'i yalnız eğlendirir, fakat Fethi Bey'i sırasına göre sevk ve idare de ederdi. Pek arkadaşçı ve arkadaşlığı da tatlı idi. Tembel denecek kadar az çalışıyordu. Harap, yoksul, temelinden çatısına kadar yeni baştan ve maddeten ve manen inşa edilecek o günkü Türkiye'nin, gecelerini gündüzlerine katan, yılmaz ve yorulmaz faaliyet adamlarına ihtiyacı vardı.

Mustafa Kemal, İsmet Paşa'yı niçin seçti? İsmet Paşa, daima ''almak'' ve kendisinden hiç ''vermemek'' âdetinde olduğu için fikir kıymeti pek tanınmaz.

Meselâ İsmet İnönü'nün çok iyi Almanca bildiğini, Fransızca konuştuğunu ve okuduğunu, ellisinden sonra öğrendiği İngilizce ile en güç metinleri takip ettiğini pek az kimse bilir. O kadar kendi içine kapalıdır. Hâlbuki bizim kürsülerde Farsça ''perestiş'' kelimesiyle Fransızca ''prestige'' kelimesini karıştıranlardan niceleri, Frenkçe söz katmadan beş cümle söylemezlerdi.

Ona dair sık sık anlattığım bir fıkra vardır. Öğleye doğru yanına gidersiniz. O sabah gazetede Londra'dan gelme bir havadis çıkmıştır. İsmet Paşa'nın bu havadisi sizden önce okuduğuna şüphe yoktur. ''Gördünüz mü efendim?'' diye sorarsınız. Görmemiş gibi, sizi dinler. Siz anlatırken, havadisi nasıl muhakeme ettiğinizi de yoklamaktadır. Biraz sonra başka bir ziyaretçi gelir, aynı suali sorar, aynı sahnenin tekrarlandığına şahit olursunuz.

Bir akşam Saracoğlu, rahmetli Nafi Atuf ve daha birkaç arkadaş yanında idik. Acaba Türk milleti Osmanlı saltanatı devrinde kaç yıl barış yüzü görmüştür, meselesi konuşuluyordu. Hepimiz bir cevap veriyorduk. İsmet Paşa garsonunu çağırdı:

- Bana bir bloknot getiriniz! dedi.

Büyükçe bir kâğıdın üstüne Sultan Osman'dan Vahideddin'e kadar bütün padişahların sıra ile isimlerini yazdı. Her padişahın yanına alafranga cülûs ve ölüm tarihlerini koydu. Bunların arasına belli başlı harp ve barış tarihlerini dizdi. Bir sürü isim ve bir sürü rakam içinden yalnız ikisi üzerinde sual işareti vardı. Böyle bir imtihanı pek az tarih hocasının geçirebileceğini tahmin ediyorum. Çünkü İsmet Paşa, saltanatın kaldırılması gibi bir mesele olunca, onun bütün tarihini bilmeli idi. Ona aklı yatmalıydı. İnkılâpların daima en eyi esbab-ı mucibesi onun kafasından doğardı.

1923'te Mustafa Kemal'in, İsmet Paşa üzerinde karar kılması için başlıca sebepler şunlardır: Mustafa Kemal'e karşı hususî bir rakiplik hissi olmadıktan başka, Mustafa Kemal'in otoritesine katî ihtiyaç olduğu kanısında idi. Son derece çalışkan, ciddî bir hükûmet adamı idi. Mustafa Kemal'in ''maddî ve manevî topyekûn bir inşa'' kelimeleri ile hulâsa edebileceğimiz devrim davasına en aşağı onun kadar inanmış bir fikir adamı idi.

Mustafa Kemal teferruat ile uğraşmayı sevmezdi. Yalnız dış politikaya devamlı bir ilgi göstermiştir. Bunun dışında hükûmet, İsmet Paşa'ya, ordu Fevzi Paşa'ya emanet idi. Bazı meselelerde, şikâyet ve tenkitler üzerine, müdahaleler yapmak ve hakem rolü oynamaktan başka, hükûmet işleri ile pek yorulmamıştır.

Mustafa Kemal büyük aksiyonlar kahramanıdır. Türk milletinin talii, Mustafa Kemal'in askerliğini Dumlupınar zaferi ile bırakmış olmasındadır. Ondan sonra onu ancak devrimler içinde geçen ''devam tehlikeli hayat'' havası avutabilmiştir. Çok defa Çankaya'daki köşkünde yapacak bir iş bulamadığı için iç sıkıntısına tutulduğu vakit, kendisini cangıldan alınarak kafese konmuş bir arslana benzetirdim.

Mustafa Kemal, omuzlarındaki yükün ağırlığı hakkında fikri olmayan bir kabile reisi değildi. Görevlendirdiği her arkadaşını imtihandan geçirirdi. Bir istidat gördüğü vakit çabuk feda ederdi.

Mustafa Kemal'in sadece itaat gibi, etrafındaki bin bir kişiden bininde kolaylıkla bulacağı bir hassasından dolayı, koskoca devleti şuna buna bırakacağı gibi bir düşünce, Mustafa Kemal hakkında hiçbir fikri olmamak demektir. Nitekim Mustafa Kemal'i yatak odasına kadar girenler değil, kafasının içine sokulabilenler tanımışlardır. Hiç yüzünü görmemiş olsalar bile!

Mustafa Kemal'in İsmet Paşa ile yakından tanışması, Ahmet İzzet Paşa'nın yerine şarktaki ordunun kumandanı olduğu vakit İsmet Bey'i Kurmay Başkanı olarak bulmasından sonradır. Mustafa Kemal, bir Türk tabiri ile, insan sarrafı idi. Daha önceden İsmet'e hiç ısınmamıştı. Her nedense onu da galiba Envercilerden sayarmış. Beraber çalışmaya başladıktan az zaman sonra, arkadaşını bütün zaafları ve kuvvetleri ile, kusurları ve meziyetleri ile tanıdı ve ona bağlandı. Mustafa Kemal, sonuna kadar, gerek orduda, gerek siyasî hayatta İsmet Paşa'nın bu kuvvet ve değerlerinden faydalanmıştır. Zaaf ve kusur saydığı şeylerde de, pek ihtiyatlı ve nazik müdahalelerde bulunmuştur.

Buna karşı İsmet Paşa, Mustafa Kemal'in gittikçe kuvvetlenen otoritesini kendi menfaatleri için sömürenlere karşı mücadele ederek, ona belki de en büyük hizmeti etti. İsmet Paşa'nın etrafındaki bütün hasımlıkların baş sebebi, bu mücadeledir.

İsmet Paşa, Mustafa Kemal ve Atatürk sofrasının birincisi ve müstesnası idi. Nüfuzu o kadar büyüktü ki, bugün kendisinden lâlaûbalîce bahsedenlerin, İsmet Paşa sofraya gelince ağızlarını bile açamadıkları sayısız akşamları hatırlıyarak içimden gülüyorum.

Bir misal verelim. İnönü orkestra konserleri ile at yarışları meraklısı idi. Bazı kimseler musiki ve at sevdikleri için değil de İnönü'ye görünmek ve yaranmak için konser veya yarışları kaçırmazlardı. Bugün İnönü'den kabaca bahsedenlerden birinin bir pazar günü ''Yahu, yine mi yarışa gideceğiz?" diye mırıldanan arkadaşına:

- Haberin yok mu? İsmet Paşa nezle olmuş, gelmiyecekmiş. Bugün kurtulduk, müjdesini verdiğini işitiyor gibiyim.

Hâlbuki İnönü'nün böyle şeyler umurunda değildi. Birçoklarımız hemen hemen hiçbirine gitmezdik. Ama yaranıcıların belli başlı marifetleri böyle şeylerdi.

Mustafa Kemal'in İsmet Paşa yokken onun zaaflarına ait bazı tenkitlerde bulunması neyi ifade eder? Mustafa Kemal kendi kendisinin zaafları ile alay bile ederdi. Biz Paris'teki şapka hikâyesi gibi, Picardi manevralarındaki bazı Fransızca gafları gibi gülünç fıkralarını onun ağzından duymuş ve beraberce gülmüştük. Orman çiftliği kurulduğu yıllarda idi. Toprağa ne koyarsa, kaybediyordu. Bir yıldönümü akşamı aşağı ufak köşkün önünde oturuyorduk. Topraklar bomboştu. Müdür Tahsin Bey bu köşkün önüne bir havuz yaptırmıştı. O gün, bir senelik zararı haber aldığı için düşünceye daldığı sırada, havuzun fiskıyesini açtılar. Meğer Tahsin Bey suyun içine renkli ampuller koydurmuş. Bozkırın bir köşesinde, alaca karanlıkta birdenbire yeşilli, mavili, allı sular fışkırınca, Mustafa Kemal güldü:

- A Kemal, dedi, sen ziraat okudun mu? Hayır. Çiftçi misin? Hayır. Baban çiftçi miydi? Hayır. İşte bilmediği işe parasını koyup da kaybedenlere sular bile güler.

Mustafa Kemal, her şeyi ve herkesi, kendisine kadar herkesi zaman zaman tenkit etmiştir. Fakat on beş yıl onun hususî meclislerinde bulunanlar bilirler ki, Mustafa Kemal, İsmet Paşa'yı bütün arkadaşlarından daima üstün tutmuştur. Onun zekâsına, faziletine, devlet idaresine güvenmiştir. Nice defalar:

- Çocuklar, Çankaya'da rahat ediyorsam, İsmet sayesindedir, demiştir. Bu sözü duymayan Çankaya davetlileri parmakla gösterilebilir.

Mustafa Kemal ve İsmet, aralarındaki nisbet daima ayrıca muhakeme edilmek üzere, birbirlerini tamamlamışlardı.

Birinci Dünya Harbinden sonraki sivil diktatörler iktidara geçince üniforma giymişler ve bir daha arkalarından bu üniformayı çıkarmamışlardır. Mustafa Kemal, İsmet Paşa ile beraber zaferden sonra üniformalarını çıkardılar ve bir iki askerî manevra müstesna, bir daha giymediler. Mustafa Kemal, yeni düzen devletini ve toplumunu kurmak, yeni düzene aykırı bütün müesseseleri ve gelenekleri yıkmak, yerlerine yenilerini koymak davasında samimî, açık ve tereddütsüzdü. Birçok Türkçüler kendisi ile beraber idiler. Ancak bunlar bir şahsî ve keyfî otorite değil, Mustafa Kemal'in liderlik itibar ve nüfuzunu da içine alan bir Meclis ve kanunlar otoritesi istiyorlardı. Teşkilât-ı Esasiye Kanununun tadillerinde Cumhurrisine veto ve fesih hakları verilmek meselesi tartışıldığı zaman, devrimin otoriter idaresini zarurî bulan ileri fikir arkadaşları dahi kendisine karşı koymuşlardır. Bunlar arasında Saracoğlu Şükrü ve rahmetli Mahmut Esat Bozkurt vardı. Mustafa Kemal, Meclis görüşmeleri sırasında, en çok kürsü nüfuzu kazanan bu iki genci bir akşam çağırdı. Sabahlara kadar kendileri ile tartıştı ve sonunda bu yeni haklarla şahsî otoritesini kuvvetlendirmek iddiasından vagzeçti. Bütün nimetlerin ve mahrumiyetlerin kaynağı olan bir zamane hâkimi bunu yapmaz. Mustafa Kemal emir kulları ile fikir yoldaşlarını birbirinden ayırmasını ve hangilerini nerelerde kullanacağını bilmeseydi, Atatürk olur mu idi? Keşki bazı hususî zaafları ve müsamahaları da olmasaydı!

Hastalanıp o korkunç illetin pençesi altında abasî müvazenesi sarsılıncaya kadar, Mustafa Kemal ile hükûmet ve Meclis arkadaşları arasında çok tartışmalar ve kendisine, yahut kötü yakınlarına karşı çok dayatışlar olmuştur. Mustafa Kemal, devrim yolculuğunda kendisi ile birlik olduğuna şüphe etmediği arkadaşlarının her türlü nazını çekmiştir.

Ama etrafındaki bu adam ve seviye karışıklığının sebebi ne olduğunu soracaksınız. Bu, o devrin, kendisine eski komitekâri taktiklerden faydalanmak zaruretlerini duyuran özelliklerinden gelir. Sofrasında devrinin bütün çeşitleri vardı. Bir akşam yanındaki hanıma sofrasındaki bir davetliyi göstererek:

- Bu adamın ne bayağı olduğunu bilemezsiniz, demişti.

Sonra fikrine daha da kuvvet vermek için:

- Hani çöp tenekesi vardır. İçine her türlü süprüntüler konur. Ne kadar boşaltsanız, dibinde yapışık bir şeyler kalır. İşte bu o şeylerdendir, sözlerini ilâve etmişti.

Hanım, şaşırarak:

- Aman paşacığım öyle ise ne diye sofranıza alıyorsunuz? demesi üzerine:

- Ha... İşte onu da sen bilmemezsin kızım, cevabını vermişti.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının büyük bir hareketin temsilcisi olduğunu yazmıştık. Bu hareket türlü akımların kaynaşağı idi.

İçinde samimî demokrasi savaşçıları vardı. Bunlar şahsî veya takım tahakkümü olmaksızın, serbest seçimli hür bir murakabe meclisi taraflısı idiler. Bunlara Terakkiperver Cumhuriyet Partisinin idealistleri diyebiliriz. İçlerinde, işlerin dürüst gitmesinden, tahakküm ve yolsuzluk olmamasından başka bir şey istemeyen mütevazı memleketçiler vardı.

Yine hareketin içinde şahsî kinler ve rekabetler vardı. Bilhassa eski İttihatçılardan bir kısmını bu takıma katmak lâzım gelir. Gericiler ise, pek tabiî olarak, Terakkiperverlerin safında idi.

Şahsî idareye nihayet vermek, Hâkimiyet-i Milliye prensiplerine göre tam bir murakabe sistemi kurmak umumî parola idi. Mustafa Kemal'e karşı hususî bir kasıtları olmayıp yalnız otorite ve sistemden kurtulmak isteyenler de, Mustafa Kemal'i düşürmekten başka bir şey düşünmeyenler de, henüz başlayan devrimi, olduğu yerde durdurmak veya eski düzeni tekrar kurmak isteyenler de, hepsi bir parolada birlik idiler.

Mustafa Kemal'in millî kahramanlık ve liderlik otoritesi gittikçe zayıflamakta idi. Kurmağa başladığı yeni düzenin devam edebilmesi için Mustafa Kemal'in uzun yaşamasından başka çare olmamakla beraber, bu çarenin de kâfi olduğuna inananlar gittikçe azalıyordu. İstanbul'a gelip gittikçe Ankara'nın ne kadar hafife alındığını görüyorduk. Meclislerde sözünü esirgeyen yoktu. Bizler gazetelerde ''dalkavuklar'' diye teşhir ediliyorduk. Halk efkârı bir Ankara müdafaacısına tahammül edemediği için, ortak olduğum ''Akşam'' gazetesinden ayrılarak Hâkimiyet-i Milliye'ye geçmek zorunda kalmıştım. Bu gazetenin de sürümü, resmî aboneleri ile beraber iki üç bin arasında idi.

Muhalefetle iktidar arasındaki Meclis çatışmaları, İsmet Paşa ve karşı parti liderleri arasında kalsa iyi olacaktı. Ne yazık ki, Mustafa Kemal'in yakınlarından bazıları kürsüde veya koridorlarda muhalefet şahsiyetlerine ağır hakaretlerde ve hücumlarda bulunarak, hepsini hak ve halk kahramanı kılmakta idiler. Eski İttihatçı Şükrü Bey'in bir lokantada masasına tabak fırlattığını duymuştuk. Terakkiperver Cumhuriyet Partisinde bir suikast fikrinin uyanmasında, şahsî kırgınlıkları affetmez kin kızgınlığına çıkaran bu aşırılıkların da büyük rolü olduğunu sanıyorum.

Bizim duyduğumuza göre İttihatçıların eski Maarif Nazırı Şükrü Bey, 1908 Meşrutiyetinde suikastlar tertip eden hususî komitenin başında idi. Acaba Mustafa Kemal'i öldürmek doğrudan doğruya onun mu aklına geldi, yoksa eski fedayiler zihniyeti içinde kendiliğinden mi doğdu, bilmiyorsam da, Meclis içindeki ve dışındaki liderlerin suikastlar söylenti ve söyleşmelerini duyup dinlemekten ileri bir ilgileri olabileceğine hiçbir zaman inanmamışımdır.

Mustafa Kemal'in ölümü o tarihte yeni rejimi olduğu yerde durdurmak, hatta yıkmak için tek çare idi. Orduyu emniyetli ellere teslim eden Mustafa Kemal'i düşürmek imkânı yoktu. Ölümün bir çare olması başkadır, öldürmeğe karar vermek başkadır.

Suikast İzmir'de yapılacaktı. Tertipçiler pek iyi bir nokta seçmişlerdi. Mustafa Kemal'in otomobili bu noktadan yavaşlayarak geçmek zorunda idi. Kalabalık arasına sokulan ve saklanan katil, onu vuracak ve kargaşalıktan faydalanarak savuşacaktı. Mustafa Kemal tren yolculuğunda gecikti. Bu gecikmeyi suikastın keşfedilmiş olmasına veren tertipçilerden biri, ilk ihbarda bulunanın cezadan kurtulması imtiyazını kazanmak için gitti, her şeyi İzmir valisine anlattı. Sanıklar ve şüpheliler tutularak İstiklâl Mahkemesine verildiler.

Muhalefet hareketine liderlik eden kimler varsa, hepsi tutulanlar arasında idi. Bunlardan Şükrü Bey'le birkaç arkadaşından başkasının suikastçı olabileceğine inanılmıyordu. Muhakemeye adalet mi, umumî bir tasfiye fikri mi hâkim olacaktı? Genç devrimin cinayetle lekelenmesini isteyenlerin büyük kaygısı bu idi.

Ankara'da Kâzım Karabekir'i tevkif etmişlerdi. Kâzım Karabekir kendisini götürenlere Başvekil İsmet Paşa'yı görmek istediğini söyledi. Yanına çıkardılar. İsmet Paşa, Kâzım Karabekir'in suikastçılık sanığı olarak yakalandığını duyunca, bütün suikast hikâyesinin topyekûn bir tertip olduğuna hükmetti. Kâzım Karabekir çok eski arkadaşı idi. Mizacı, karakteri, ahlâkı ne olduğunu, neye elverişli, neye elverişsiz olduğunu pek iyi biliyordu. Mustafa Kemal, suikast tertibinin arkasından çıkacak vakalar bilinmediği için hükûmet reisinin Ankara'da kalmasını istemişti. Kâzım Karabekir meselesindeki müdahalesini duyunca, kendisine, meselenin gerçekten ciddî olduğunu temin etti ve İzmir'e gelerek durumu yakından incelemesini istedi. İsmet Paşa İzmir'e giti. Suikast hikâyesinin aslı olduğuna, hapishaneye giderek Ziya Hurşit'in kardeşi Faik Bey'le görüşüp, bizzat Faik Bey'in kendisine verdiği açıklama üzerine inanmıştır. Fakat Kâzım Karabekir ve arkadaşlarının acele bir hükme kurban gitmeleri ihtimali üzerine Mustafa Kemal'den iyice teminat da almıştır.

Terakkiperver Parti liderlerinin, Kâzım Karabekir, Refet ve Ali Fuad paşaların meselesini sonuna kadar takip etti. Paşaları mahkûmiyetten kurtarmak için Mustafa Kemal'le yapmış olduğu tartışmalardan sonuncusunu, o sırada tesadüfen yanlarına giden General Fahreddin Altay'dan dinledimdi.

O aralık ben de İzmir'e gitmiştim. Sinemadaki muhakemenin bir celsesinde bulundum. Milletvekili olduğumuz için mahkeme heyeti ile beraber sahnede oturuyorduk. Reis Ali Bey'in Cavit'e bir ağır muamelesi pek gücüne gitti. Cavit'in eli cepte konuşmak eski âdeti idi. Birçok fotoğrafları da böyle çıkmıştır. Şüphesiz bir mahkemenin karşısında eli cepte konuşulmaz. Fakat başı ile oynanan bir sanık, heyecanlı anlarda kendi kendinin kontrolünü kaybeder. Ona yargılamasından fazla alışkanlıkları hükmeder. Ali Bey bunu görünce, herkese saygılı ve yavaş hitap etmişken, birdenbire alabildiğine köpürdü. Cavit'e haykıra haykıra hakaret etti. Bu hakarette eski bir geri İttihatçının, eski bir ileri İttihatçıya karşı kininin köpürdüğünü hissediyordum. Bu hakaret, Cavit'in medeniyetçilikte bizden ayrı olmayan kafasına idi.

Öğleden sonra Mustafa Kemal'in ve İsmet Paşa'nın bulundukları Çeşme'ye gittim. Mustafa Kemal, küçük bir köşkte oturuyordu. Haber verdiler. Beni yanına çağırdı. Talât Paşa'nın eski yaveri Abdülkadir'le görüşüyordu.

- Ne var, ne yok? diye sordu.

İzmir'e uğrayarak geldiğimi söyledim. İstikâl Mahkemesi'nde gördüklerimi anlattım. Ve:

- Paşam, bir adalet mahkemesi, veya siyasî bir rejim mahkemesi, ikisi de olur. Adalet yalnız haklıyı haksızı, rejim de yalnız kendi selâmetini düşünür. Ben ikisini de anlıyorum. Ali Bey'in ne yapmak istediğini anlıyamadım, dedim.

Ve o günkü celseden bazı misaller verdim.

Mustafa Kemal'in benim açıklamalarımdan neler sezindiğini bilmiyorum. O akşam Çeşme'nin otelinde bir suare vardı. İstiklâl Mahkemecileri de köşkte yemeğe davetli idiler. Gelince üst kata çıktılar. Onlar, İsmet Paşa ve Fevzi Paşa konuşmaya daldılar.

Ben aşağıda, davetlilerden olan İzmir müstahkem mevki komutanı ile bekliyordum. Konuşma uzun sürdü. Meğer bu bir tartışma imiş. Mustafa Kemal birtakım tenkitlerde bulunmuş. Arada benim adımı da ağzından kaçırmış.

Tabiî hepsi bana düşman kesilmişler: ''Her şey yolunda idi. Bu müfsit geldi, araya nifak soktu'' diye söylenmişler.

Sofraya inildiği vakit, İstiklâl Mahkemecilerinin bana selâm vermediklerini gördüm. Mustafa Kemal ise beni sofrada tam karşısına oturttu. Lüzumlu lüzumsuz benimle alâkalanmasına bir mana veremiyordum. Neden bahsedilse, sık sık:

- Öyle değil mi Falih? diyordu.

Yemekten sonra İstiklâl Mahkemecileri Çeşme'de kalmadılar. Biz suareye birkaç kişi gittik.

Ertesi sabah otelde otururken başkâtip Tevfik Bey geldi:

- Paşa, hemen İzmir'e gitsin, bir vapurla İstanbul'a, oradan Ankara'ya gelsin, diyor.

Kendi kendime: ''Bu da ne demek?'' diye sinirlendim. Doğru köşke gittim. Mustafa Kemal, İsmet Paşa ile beraber aşağı avluda idiler. Gülerek:

- Ne o? dedi.

- Bir emrinizi aldım. Ama kusurumun ne olduğunu bilmiyorum, dedim.

- Çocuğum senin kusurun yok. Ben bir gaftır, yaptım. Biliyorsun görülecek işler var. Ben yarın Ankara'ya dönüyorum. Sen de doğru İstanbul'a git, oradan Ankara'ya gel. Hem rica ederim sana, bir mektup yaz, Ali Bey'in hatırını al, dedi.

Dediklerini yaptım. Ali Bey'in bir yakınına mektup yazdım. Fakat Ali Bey ve arkadaşlarından kimlerse bilmiyorum, âdeta sofrasında ya o, ya biz, diyesiye kadar ileri varmışlar.

Mustafa Kemal böyle zorlamalara hiç gelmezdi. Nasıl düşünememişler, şaşarım. Ben bilâkis Mustafa Kemal'in büsbütün sık davetlileri arasına geçtim. İstiklâl Mahkemecileri de bir akşam, Hariciye köşkünün bahçesinde birer birer elime sıktılar.

Keşki fesatçılığımda muvaffak olabilseydim! Biz Cahit'le Cavit'in hiçbir zaman suikastçı olamayacaklarını biliyor ve Ankara'ya geldikten sonra da durmadan İsmet Paşa'ya baskı yapıyorduk. Cavit'in, eğer onunla beraber başka günahsızlar varsa onların ölümden kurtulamamış olmalarına hâlâ vicdanım yanar. İttihatçılardan bazıları, kendilerine sığınanları vaktiyle haber vermemek gibi, kabadayılık jestlerinin kurbanı olmuşlardır.

Suikastçılar Mustafa Kemal'i öldüremediler. Fakat kendi partilerini öldürdüler. Ne kadar yazık ki, yeni rejimin otoritesi, İzmir ve Ankara sehpaları üstünde tutundu. Bu kesin tasfiye, her türlü aleyhtarlığın veya gericiliğin bütün cesaretlerini kırdı. Mustafa Kemal'e başladığı inkılâbı tamamlamak fırsatını verdi.

Nasıl ki, Meşrutiyet İttihat ve Terakki otoritesi de taklib-i hükûmet hadisesinin sehpaları üstünde tutunmuştu.

Fakat, hükûmet içinde hükûmet gibi bir de İstiklâl Mahkemesi otoritesi meydana geldi. Reisin evi hemen hemen ''merci-i enam'' idi. Bu hâl, İsmet Paşa'nın devamlı ısrarları üzerine bir akşam, Ankara Palas'ın bir balosunda Mustafa Kemal'in İstiklâl Mahkemecilerini çağırıp hemen oracıkta vazifelerine nihayet vermelerine kadar sürdü. Ertesi günü kendilerine hediye edilen Benz otomobillerine binerek, fakat artık basit milletvekili sıfatı ile Meclise gelmişlerdi.

Değişen Hayat

Tarih der ki: ''Japonlar bağımsızlanmak ve kuvvetlenmek için medeniyetlerini değiştirmek zaruretini duydular. İlk akıllarına gelen şey feodalizm kurumlarını yıkmak ve Garpkârî, bilhassa Amerikankankârî teşkilâtlanmaktı.

1868 ile 1877 arasında geçmişe ait ne varsa tahrip olunmuştur. Japonlar, Çin kaynaklarından Avrupa ve Amerikan kültür kaynaklarına doğru bu gidişe "Garplılaşma" (Batılılaşma) adı vermişlerdir. 1858'den sonra, adliyede, askerlikte, ticarette, ilim, edebiyat ve sanatta bu hareket büyük bir hız almıştır.

Bu ilk devirde Japonlar âdeta kendilerinden soğumuşlar, şiddetli bir Garp (Batı) taklitçiliğine kapılmışlardı. Kadınlı erkekli suvareler, maskeli balo, smokinle lokantaya gitmek gibi şeyler hemen kibar âdetleri arasına girdi. Radikal bir ahlâk devrimi yapmak, kadını kölelik ve dişilikten kurtarmak fikirleri aldı, yürüdü. Frenge benzemek için saçlarını kıvırtanlara, mavi gözlü olmadıklarına esef edenlere sık sık rastlanmakta idi. Bir büyük Japon muharriri, Japon ırkı beyaz ırktan aşağıdır, bu aşağılıktan kurtulabilmek için Avrupalı kanı ile aşılanmalıyız, diyordu. Japonlar, Garplı tefekkürün cevherini bırakarak, sathî bir taklitçiliğe kapıldılar. İlk tepki 1889'da duyulmuştur. Ondan sonra Japonluğun yaratış devri gelir.''

Charles Seignobos, on yedinci asır sonlarının hikâyelerini yazdığı sırada der ki: ''Büyük Petro, Rusları Asyalı geleneklerden kurtarmak ve Garplılaştırmak için kadınlı erkekli salon toplantılarına da önem verdi. Asilzadeleri bu toplantılara karıları ile birlikte gelmek zorunda bıraktı. Fakat toplantılarda kadınlar ve erkekler, hareketsiz ve sessiz, birbirlerinden ayrı otururlardı.''

Bu, dar kalıbı kırmak ve topluluğu bir hapis yaşayışından serbest havaya çıkarmak ihtiyacından ileri geliyor. Kadın hür olmadıkça ve umumî hayata katılmadıkça, topluluğun durgun suyu dalgalanmaz. Taklit ve özenti devri en çok bizde sürmüştür. Büyük şehir Osmanlılığı kıyafetini, başlığını, birçok âdetlerini değiştirmişti. Fakat kadına ve tefekküre el dokunduramamıştı. Meşrutiyetin sonlarında dahi aile ve üniversite şeriat takımının hükmü altında idi. Hür yaşayış ve hür düşünüş gizli ve her tarafta dört duvarla kapalı idi. Bu bir riyakârlar topluluğu idi. Evlerinde açılan, her türlü Batı âdetlerini benimseyen ailelerin kadınları bile çarşafsız ve peçesiz sokağa çıkamazlardı.

Vakanüvis on dokuzuncu asrın sonlarına ait bir balo davetini şöyle hikâye eder: ''Bu esnada İngiltere elçisi Tersane-i Amire Haliç'inde, gemisinde balo tertibi ile vükelâyı davet etmiştir. O vakte kadar alafranga ziyafet ve hususiyle balo İstanbul'ca görülmüş şey olmadığından görenler ve işitenlerin taaccübünü mucip olarak türlü sözler tahaddüs etmiştir. Davetli olan zevat, yatsı namazını tersane divanhanesinde kılarak asat ikide (alaturka saat) sandallar ile gemiye gitmişler, sabaha kadar orada eğlenmişlerdir. Ertesi gün sudurdan Yahya Bey, Hüsrev Paşa'ya ziyafetten sual ettikte:

- Az vakitte çok tekellüf etmişler. Biz bir ayda tanzim edemeyiz. Çare ne? Devletçe bir şeydir, oldu. Gidilmese olmaz. Kaşık, çatal gibi bazı mekruh şeyler vardı, diye münafıkane davranmış ise de, 'Murassa çatal ve kaşığı padişaha arz eden ve böyle şeylere alıştıran kendisidir' demiş olduğunu Esat Efendi kaydeylemiştir.

Beş on gün sonra Fransa elçisi mükemmel bir balo vermiştir ve buna davetlilerden bazıları gitmemiştir.''

Osmanlı topluluğunda kadın, taassuba karşı devletin başlıca tavizi idi. Taassup için ahlâk, ırz, ırz da bilhassa kadın demektir. İstanbul'da kadınların ırzından yalnız kocaları, ana babaları sorumlu değil idiler. Bütün mahalle halkı aile hayatını kontrol ederdi. Bir eve kadın alındığı haberi duyuldu mu, imam, bekçi ve belli başlı mahalle eşrafı gider, o evi basardı. Çatı arasına ve kümese kadar aramadığı yer bırakmazdı. Sokakta herkes kadın kıyafetine karışmak hakkını kendinde görürdü. Yüzler, eller, kollar ve bacaklar iyice kapanmalı, çarşaflar vücut biçimini hiç sezdirmemeli, peçeler bir süs değil, tam bir örtü olmalı idi. Bazı kibar semtlerde ve Beyoğlu'nda bu disiplin biraz gevşerdi. Fakat harp, pahalılık gibi hadiseler olduğu, veya idare aleyhine dedikodular arttığı vakit, hemen kadın kılığı günün meselesi hâline gelirdi. Kadın erkekle bir arabaya binemezdi. Vapurlarda, tramvaylarda, muhallebici dükkânlarında kadın yerleri perde veya kafesle erkek yerlerinden ayrılmıştı. Mesirelere kadar her yerde harem kısmı vardı.

1908 Meşrutiyetinden sonra dahi meselâ kız mekteplerinde edebiyat hocası harem ağası idi. Batılı tefekkür adamı, bir milletin medeniyetini ölçmek istiyor musunuz, kadına nasıl muamele ettiğine bakınız, der. Osmanlı topluluğunda bu bir dişi muamelesi idi.

Türkçe oynayan tiyatrolarda kadın rolü, bilhassa Ermenilerde idi. Orta oyununda kadın ''zenne''dir: Yani kadın rolünde yaşmaklı bir erkek!

Kaçgöç hemen hemen umumîdir. Evinin kadınlarını yakın erkek ahbapları ile tanıştıran açılmış aileler bile, erkek misafirlerini selâmlıkta kabul etmek, ''dile düşmemek'' zorunda idiler. Rahmetli Müşir Ethem Paşa'nın bir fıkrasını duymuştum. Girit'te vali iken bir konsolosun davetine gitmiş. Hristiyanlar ve ecnebiler kadınlı erkekli imişler. Kendisine:

- Bakınız, biz bu davetlere kadınlarımızla geliyoruz. Siz niçin böyle yapmazsınız? diye sormuşlar.

Pek Fransızca bilmeyen rahmetli Müşir:

- Yoo... demiş, bizde femme maison, clef poche...

Hamdullah Suphi Türkocaklarında Türk kadınını piyano konserleri veya konferans vermek üzere sahneye çıkardığı zaman, bu, zamanın büyük hâdiseleri arasına geçmişti.

Bununla beraber harem, artık selâmlık duvarını zorluyordu. Edebiyat, kadın davasını tutuyordu. Birinci Dünya Harbi gelince, bu da geri kaldı. Hele bozgunlar üzerine Enver Paşa halk arasındaki dedikoduları durdurmak için kadın tavizine girişti. Çarşafların ayakların hangi noktasına kadar ineceğini tesbit etmek üzere bir komisyon bile kurulmuştu. Bir gün bir polis müdürü, ada otellerinden birinde bir karı kocanın beraber oturduklarını duyunca, bizzat otele giderek kadını sokağa atmıştı.

Çanakkale cephesinde döğüşen büyük rütbeli bir subayın, anaları Alman olan kızları bir gün Alman davetlileri ile buluşmuşlar. Enver Paşa bunu duyunca, cephede harp eden babayı hemen emekliye ayırmıştır. O aileden bir hanımla evli olan bir rüsumat memurunun da vazifesine nihayet verdirmiştir.

Mütareke gazeteleri okununca, Osmanlı saltanatının sanki kadınlar yüzünden batmış olduğunu zannedersiniz. Mondros'ta teslim olmuşuz, kadına hücum. Düşman donanmaları İstanbul limanına demirlemişler, kadına hücum. Hazne dar, o ay maaş çıkmamış, kadına hücum. Gazetelerin birçoğunda İstanbul polis müdürlüğü kadın meselesi ile alâkalanmadığı için tenkit edilmekte idi.

Fakat kadınlar, bilhassa Beyoğlu ve Kadıköy semtlerinde, ecnebi işgali sırasında, hayli serbestleme denemesinde bulunmuşlardır.

Mustafa Kemal'in anlattığına göre, İsmet ve Fevzi paşalar, devrimlere başlamazdan önce, kendisine evlenmek tavsiyesinde bulunmuşlar. Yeni ve gerçek hürriyet devri, kadınla başlayacaktı. Kadın hayata katılacaktı. Hâlbuki biz 1923'te Ankara'ya gittiğimiz vakit, ora hayatını İstanbul'dan da çok geri bulmuştuk. Ankara'da İstanbul alafrangalarından hemen hemen hiçbir aile yoktu. Çankaya'da oturan birkaç uyanık milliyetçiler, kendi aralarında erkekli kadınlı buluşmakta idiler. Fakat sokak tamamiyle kadınsızdı. Cinsî ahlâk da, bu yüzden, pek aşağı idi. Hatta burada zikretmekten utandığım bir ağız tamimi yapıldığını hatırlıyorum.

Mustafa Kemal dar kabı kıracaktı.

Burada devrimci Mustafa Kemal'in hayran kaldığım bir özelliğini anlatmalıyım. Mustafa Kemal, bir Şarklının tamamiyle zıddına, kendi mizaç ve âdetlerini çiğneyerek fikir kahramanlığı etmiştir. Sevdiği musiki alaturka, inandığı Garp musikisi idi. Evinden alaturka musikiyi eksik etmemişken, millî eğitimde yalnız Batı musikisini tutmuştur. Daima musikisiz devrim olmaz, sözünü tekrar eder. ''Çocuklarımızın ve gelecek nesillerin musikisi, Garp medeniyetinin musikisidir'' derdi. Garp (Batı) musikisinin ancak pek hafiflerinden zevk almakla beraber, hemen hemen bütün inceliklerini kavradığı alaturka musiki ile onun arasında ve alaturka lehine bir mukayese yaptığını hatırlamıyorum.

Kadın anlayışında pek Garplı olduğu söylenemez. Hatta hanımların tırnaklarıını boyamasını bile istemezdi. Son derece kıskançtı. Denebilir ki harem eğiliminde idi. Bu onun hissi, mizacı ve alışkanlığıdır. Kafasına göre kadın, hür ve erkekle eşit olmalı idi. Batı medeniyeti dünyasının kadını ile Türk kadını bütün aşağılık duygularından kurtarılmalı idi. Medenî Kanunla Türk kadınına Garp kadınının bütün haklarını veren Atatürk, kendi münasebetlerinde, bırakınız ecnebi erkekle evlenen Türk kadınını, ecnebi kadınla evlenen Türk erkeğine bile tahammül etmezdi. Devrimlerin büyük ve eşsiz kahramanı, kendi koyduğu kanunun sonuçları ile karşılaşmak lâzım gelince: ''Bize göre değil ha çocuklar...'' dedi.

Devrimci ve ıslahatçı Mustafa Kemal, bir beyin adamı idi. Beyni kendi kalbinin de bütün isyanlarını ezerdi. Bir gün bir Türk armasına hangi timsaller konacağı tartışıldığı sırada eski Türk kurdundan bahsedilmesi üzerine:

- Timsal... timsal... insan zekâsıdır timsal, diye haykırmıştı.

Zekâ, akıl ve müsbet ilim, onun saygısı yalnız bunlara olmuştur.

Kadını kurtaracaktı. Kurtarmak için önce açmalı idi. Haremi yıkmalı idi. İlk yapılan işlerden biri, İstanbul tramvayları ile vapurlarındaki perdelerin kaldırılması olmuştur. Gariptir, o sırada pek aydın ve ileri bir İstanbul hanımı ile, Halide Edip'le (Adıvar) konuşuyordum. Hanım, Ankara aleyhindeki cepheye katılmıştı: Bana:

- Hem efendim bizim peçelerimize, perdelerimize ne karışıyorsunuz? demişti.

Pek talihsiz adamdı Mustafa Kemal! Fakat talihinden de kuvvetli idi. Fikirlerini en çok anlayabilecek olanların, rüyalarında görmedikleri ve ilk gençliklerinden beri özledikleri ıslahat tedbirlerini tatbik ettiği zaman, onların mırıldandıklarını görmüştür.

Dikta perde idi. Dikta peçe idi. Kara kuvvetin ve taassubun diktası altında Şark köleliği ömrü sürenler, kendilerini bu diktadan kurtaran inkılâpçıya:

- Ben senden hürriyet istedim mi? demek istiyorlardı.

Kerpiçten bir okulu, galiba bir Rum okulu imiş, Hamdullah Suphi, Türkocağına çevirmişti. Mustafa Kemal ilk defa arkadaşlarını hanımları ile oraya davet etti.

Hâlâ gözümün önündedir. Salonun bir tarafında kadınlar, bir tarafında da erkekler toplu olarak oturmuşlardı. Ayakta yalnız birkaç uyanık hanım vardı. Kadınlar büfeye gidip bir şey yemek için bile kımıldam yorlardı. Hiç kimseye ailece takdim edilmiyordu. Kadınlar, erkeklerinin göz hapsinde idiler. Mustafa Kemal bize:

- Çocuklar, ayaktaki hanımlara itibar ediniz. İkram ediniz. Oturanları kıskandıralım. Yavaş yavaş hepsi kalkar, diyordu.

Yavaş yavaş hepsi, fakat o akşam değil, bir iki yıl içinde yerlerinden kalktılar ve topluluğa karıştılar.

- Elbet, bu açılışta biz de kurbanlar vereceğiz, fakat nihayet alışacaklar, diyordu.

Kadın hareketi büyük bir hızla gelişti. Mustafa Kemal ve İsmet Paşa davetlerin kadınlı olmasına bilhassa dikkat ederlerdi.

Nihayet hareket Medenî Kanuna, kadınla erkek arasındaki her türlü hukuk farklarının kaldırılmasına kadar gitti. Parola, ileride hiçbir gerilemeye imkân vermeyecek kadar, kadına her meslekte yer vermekti. Kadın milletvekili, belediye azası, hekim, avukat, her şey olmalı idi. Üniversitede erkeklerle beraber okumalı idi. Seçimlerde rey vermeliydi. Taassup şaşırıp kalmalı idi.

Mustafa Kemal büyük bir realisttir. Köy kadınını zorlamamıştır. Devrimlerinde evrimciliğe bıraktığı tek şey belki de budur. Köyde çok evliliğe dahi göz yummuştu. Köy kadınının kurtuluşu, iktisat ve terbiye şartlarının tamamlanmasına bağlı kalmıştır. Tarlada çalışan kadın, nihayet hür olur. Nihayet bütün haklarını alabilir. Kadın davasında tehlike, harem dişiliğidir.

Meclisteki ve gazetelerdeki taassup çığırtkanları boşuna yoruldular. Mecliste bir hoca mebus, sık sık kürsüye gelir, ''Flôriyye''de denize giren kadınlardan bahseder, dururdu.

Kadın hürriyeti ile Ankara bozkırının katı ve sert yüzü güldü. Ağır ağır yerleşen ecnebi elçilikler, şehir hayatının gelişmesine yardım ettiler. Davetlerde kadın sayısı gittikçe arttı. Hanımlar bu türlü toplantıların yeni şartlarına kolaylıkla alışıyorlardı. Büyük zorlukları yabancı dil meselesi idi.

Ankara'ya bir hayli zaman herkes eğreti gözü ile bakmıştı. Ne Türkler ailelerini getirdiler, ne de Ruslardan gayri ecnebiler esaslı yerleşme niyeti gösterdiler. Onlar için başkent, hâlâ İstanbul idi. Ankara'da müsteşar veya başkâtipler nöbet tutar, elçiler ara sıra gelirdi. İngilizler Çankaya'da üç beş odalı bir ahşap ev tutmuşlar, Amerikalılar Evkafın yeni yaptırdığı pek küçük evlerden birini kiralamışlardı. Fransızlar kale yamacındaki Osmanlı Bankasının deposunu bir iki büyük Goblen halısı ile kabul salonuna çevirdiler. Sonradan Fransa'da Başbakanlığa kadar çıkan Albert Sarraut ilk davetlerini bu depoda yaptı. Suareler seyrekti. Başlıca eğlence briç toplantıları idi.

Çankaya Caddesinde ilk elçilik binasını yaptıran Sovyetlerdir. Yanar-söner kasaba elektriği devrinde, büyük ve iyi döşenmiş salonları, uzun müddet, Ankara'nın tek lüksü olarak kalmıştır.

Suriç yoldaş sık sık kalabalık davet yapar, bol votka ve havyar ikram ederdi. Cemiyet hayatına henüz alışan milletvekillerinin bu ikramlara fazla kapılıp merdivenlerden düşerek inmelerinden utanırdık. Bir defa bundan Mustafa Kemal'a şikâyet etmiştik: ''Milletvekillerimize Rus elçiliği davetlerinde az içmeleri söylenilse'' demiştik. Rahmetli Nuri Conker, ''Bu düşmeler sarhoşluktan değildir'' diye müdahale etti.

- Ya nedendir? diye sorduk.

- Bu bir raht irtifaı meselesidir, dedi. Biz dar basamaklı merdivenlere alışmışız. Biraz dalınca sefaretin geniş ve yüksek basamaklarında muvazenemizi kaybediyoruz, cevabını vermişti.

Saffet Arıkan, Bend Deresi mahallesinde eski ve küçük bir Ankara evinde otururdu. Bir öğle üstü Fransız sefiri Albert Sarraut ile karısı briç ve çaya davet ederek ikramlarının altında kalmamağa karar vermiş. Edip Servet Tör ve ben, bir iki arkadaş saat altıya doğru toplandık. İki masalık davetli bütün salonu doldurmuştuk. Karı koca pek eğlendiler, çay vakti geçti, yemek vakti geçti, sabaha kadar bizimle kaldılar. Alaca karanlıkta Bend Deresi'nin bir iç sokağında, tam bir Anadolu kasaba dekoru içinde, Albert Sarraut ile karısının yorgunluktan solmuş yüzlerini görmek pek tuhafımıza gitmişti.

Türkler için eski Millet Meclisi binası, yeni yapılan küçük garlar, hepsi toplantı salonları idi. Ankara boş ve harap, hayat taşkındı. Bu bir ihtilâlciler havası idi. Coşkun, şevkli ve daima tetikte bir hava...

Kurtların Yenişehir Caddesine kadar inip, Şehremininin Avrupa'dan getirttiği bronzdan kopye kız heykellerini dişledikleri söylenen bir kış gecesi, Başvekil İsmet Paşa yeni evinde elçilere bir davet vermişti. Gece kar o kadar yağmış ki, otomobiller saplanmışlar, sökülemez hâle gelmişler. İngiliz Büyükelçisi George Clarck yanında müsteşarı ile beraber davetten çıkınca, yürüyerek evine dönmekten başka çare olmadığını görür. Evi de birkaç yüz metre yukarıda. Fakat ara yer bomboş kırlık. Biraz ilerleyince, büyükelçiyi bir gülme tutmuş:

- Kurtların bizi parçalaması bir şey değil... Fakat kurtların parçaladığı insanlardan ilk defa olarak kar üstünde frak ve silindir artıkları kalacak... demiş.

Bir aralık garip bir protokol meselesi çıkmıştı. Elçiliklere davet edilenler son dakikada devlet reisi tarafından çağırılınca, elçiye haber gönderip özür diliyorlardı. Bu hayli acayip bir işti. Elçi, sofrasını ve briç masalarını hazırlamıştır. Birkaç gün önce yolladığı davetlerine kabul cevabını almıştır. Tam davet akşamı da birkaç ecnebi misafiri ile kalakalmıştır. Mustafa Kemal'li bir geceyi feda etmek niyetinde olmayanlar, ''Devlet reisi çağırınca bütün davetler düşer'' diye bir kaide tutturmuşlardı. Hâlbuki Mustafa Kemal bir elçiliğe davet edilmiş olanları serbest bırakırdı. Biz birkaç kişi onun bu iznini esas tutar, kabul edilmiş yemek daveti gibi ecnebiler için büyük bir terbiye ve nezaket meselesinde mahcup olamamağa çalışırdık. Memleketine dönen bir Amerikan Müsteşarı tam ayrılacağı gün bana:

- Allahaısmarladık dostum, artık ayrılıyoruz. Son dakikada size bir şey söylemek istiyorum. Bir büyükelçinin hazırlandığı akşam, yemek sofrasını boş bırakmanızın nasıl kötü bir tesir bıraktığını tasavvur edemezsiniz, demişti.

İngiliz Büyükelçisi Ankara'da İngiltere kralını, Amerikan Büyükelçisi Birleşik Devletler reisini temsil ediyorlardı. Fakat bazı arkadaşlarımız için bir elçiliğe akşam saatinde Mustafa Kemal'e gideceğini söylemek ve onun feda edilmez davetlisi gibi görünmek cakası, her şeyden daha cazibeli görünürdü.

Amiral Bristol, Amerikan temsilcilerinin en sevilenlerinden biri olmuştur. Bir akşam şimdiki Halk Sineması'nın yerindeki küçük kulüp binasındaki davette Mustafa Kemal ile buluştu idi. Devlet Reisi ile biribirlerine o kadar ısındılar ki, sabaha kadar kaldılar. Sonradan duyduğumuz bir hikâyeye göre Mustafa Kemal'e karşı ilk suikast o gece olacakmış. Kulübün karşısı, şimdi İş Bankasının bulunduğu arsa, henüz mezarlıktı. Suikastçılar orada pusu kurmuşlar ve ortalık ağarınca sıvışıp gitmişler. İzmir suikastından, sadece yolda gecikmiş olduğu için kurtulmuş olan Mustafa Kemal, bu vakayı da duyunca:

- Nasıl, ben kendi kendimin polisi değil miyim? demişti.

İzmir'e bir bahane ile tam zamanında gitmemekliğinde kendi hususî bir tedbiri olduğunu söylemişti.

Kuvay-ı Milliye zamanı Mustafa Kemal Ankara'daki ecnebi temsilcileri ile daha içli dışlı imiş. Azerbaycan elçisi, bir yaz gecesi geç vakit atına binmiş, Çankaya'ya gelerek henüz bahçesinde oturan Mustafa Kemal'in sofrasına katılmış.

Mustafa Kemal, resmî ilişkilerinde son derece dikkatli, titiz ve merasimci iken, hususî âlemlerinde ecnebi tanıdıklarından hoşlandıkları ile pek samimî idi. Bu münasebetlerde rütbe ve mevkie bakmazdı. Bizimle pek dostluk eden bir Amerikan baş veya ikinci kâtibine Ankara'dan ayrılacağı vakit, ona verdiğimiz veda topluluğunda bulunmuş ve kendisi ile arkadaşça eğlenmişti.

Ecnebiler bir kahramanı daha iyi anlıyorlardı. Mustafa Kemal'in zaferi ne demek olduğunu bizden daha iyi biliyorlardı. Bizim kendisinde fazla gibi gördüğümüz şeylerin, bir millî kahramanın pek tabiî hususiyetleri olduğunu düşünüyorlardı. Mustafa Kemal bir mizaç, büyük bir mizaçtı. Bu mizaç çetin ve yenilmez tehlikelerde ve güçlüklerde görünüp, sonra bir derviş huyu sessizliği bağlayamazdı. Bu mizaç Selânik'te Beyaz-Kule masasında ne ise, Anafartalar'da ve Kocatepe'de de o, Çankaya'daki sofrasında da o idi.

Ankara'da hayat, bir taslak olmaktan kurtulmuyordu. Şehri yapmak lâzımdı.

Bir Şehir Yapmak

Ankara, Atatürk'ün büyük işleri ve eserleri arasındadır. Ankara'nın kuruluş hikâyelerinden bazılarını Cumhuriyet tarihine hatıra olarak bırakmak istiyorum.

Bir devlete bir başkent, bir orduya karargâh gibi seçilmez. Devleti idare edenler, nesillerce bu şehirde oturacaklardır. Birçok kültür merkezleri bu şehirde yerleşecektir. Şehir ikliminin insan sağlığı ve sinirler üstündeki iyi veya kötü tesirleri bütün memlekette duyulur. Bir başkentte, on iki ay çalışılabilmelidir. Maaş ve geçim hatırı için ancak ''ilişilebilinen'' bir şehir, başkentlik vazifesini yapamaz.

1071 Malazgirt'ten sonra büyük Türk devletlerinin başlıcalarından yalnız biri yaylada bir merkez edinmiştir. Konya, Selçuk devletinin başkenti idi.

Osmanlıların ilk payitahtı Bursa, ikincisi Edirne, üçüncüsü İstanbul'dur.

Müslüman ve Türk halk İstanbul'a Fatih'ten sonra aktı. Türlü türlü şiveler ve milliyetler, bu şehirde kaynaştılar. Bugünkü şivemiz bu kaynaşmanın eseridir. İstanbullu da, uzak yakın bütün taşralardan göçme pek çeşitli mizaçların bir yoğuruluşu idi. Her Müslüman, hangi ırktan olsa, İstanbul'da Türk olmuştur. İstanbul, dilde ve milliyette kaynaştırıcı, yoğurucu ve birleştirici bir rol oynamıştır. İstanbul, Osmanlı İmparatorluğunun yalnız idare değil, her bakımdan merkezi haline geldi. Bazı şartlar içinde devlet demek, hemen hemen o demekti. Sırasına göre padişahları değiştiren, hükûmetleri vezirden vezire devreden o idi. Devlet için, her işte ve en başta İstanbul'u düşünmek bir zaruret haline gelmişti.

Tarih, İstanbul'a işsiz ve karıştırıcı halk yığınlarının göç etmesini kolaylaştırdığı için Kanunî Sultan Süleyman'ın bu şehre su getirmiş olduğundan pişmanlık duyduğunu yazar. Bir harp sırasında, İstanbul'un derdinden devlet derdini düşünmeyen bir padişaha, veziri:

- Harp olunca İstanbul'dan çıkıp Bursa gibi bir şehirde oturmak lâzımdır, demişti.

Hanedanlar için taç ve taht, çok defa her şey demektir. İstanbul o kadar her şeydi ki, padişahlar için onun uğruna feda edilmeyecek şey yoktu. Büyük bir vatan müdafaasında İstanbul'dan bir gün bile ayrılmak, hanedan için taçtan, tahttan, devletten ve her ne var ne yoksa hepsinden olmak demekti. Çanakkale muharebesi zamanında düşmanın Akdeniz boğazından geçerek İstanbul'a gelmesi ihtimali düşünüldüğünden Anadolu'da bir merkeze gitmek hatıra gelmişti. Sultan Reşad için de Eskişehir'de bir konak hazırlanacaktı. Bu haberi duyan saraylılar:

- Padişahımızı taşralara götürecekler... diye ağlaşıyorlardı.

Mesele, hanedanın İstanbul'dan çıkmasına gelince, düşmanla mutlaka uzlaşılmalı idi. Taç ve tahtın İstanbul'da kalabilmesi için her şey verilmeli idi.

Fakat memleket sınırı Edirne'ye gelince, yazılmasa ve söylenmese bile, Anadolu'da bir merkez edinmek fikri alttan alta işleniyordu. Devlet bütün müesseseleri ile o kadar şehirleşmişti ki, bir gün İstanbul elden gitse hiçbir şeyimiz kalmayacaktı.

Balkan Harbinden sonra devlet merkezini artık İstanbul'dan Anadolu'ya aktarmak fikri, ilk defa açıkça galiba Mareşal Fon der Golz Paşa tarafından ileri sürülmüştür.

Mustafa Kemal acaba neden Ankara'yı seçti? Meselenin böyle konuşu doğru değildir. Mustafa Kemal sadece Ankara'da kalmaya karar vermiştir. Ankara ilk zamanları millî kurtuluş savaşının karargâhı idi. Düşman, onun yakınlarına kadar gelmiş, fakat kapısını zorlayamamıştı. Yer yer birçok bölgelerde Büyük Millet Meclisine karşı ayaklanmalar olmuşken, Ankara, hareketi ve Mustafa Kemal'i sonuna kadar tereddütsüz tutmuştur. Tutuşunun sebebi kuvvet baskısına verilemez. Çünkü Ankara'da askerî kuvvet daima pek azdı. İrtica, fesat ve tahriklerinin böyle kuvvetleri, çok da olsalar, ne çabuk erittikleri de başka merkezlerde görülmüştür. Sonra din işleri reisliği vazifesini gören rahmetli Hoca Rifat Efendi, pek vatanperver, dürüst ve cesur, bundan başka Ankaralıların da pek saydığı bir adamdı. Sert yaylanın bu çetin karakteri, hemşerileri ile beraber, en güç zamanlarda Mustafa Kemal'e bağlı kalmıştır. Ve sadece inandığından ve inandıklarından!

Bundan başka demiryolu Ankara'da sona ermekte idi. Sakarya günlerinde orası bırakılsa bile yine geri dönüleceğine şüphe yoktu.

Mustafa Kemal Ankara'yı merkez seçmiş değildir. Dediğimiz gibi Ankara'dan çıkmamıştır. Birçok şehir rekabetlerini önlemenin çaresi de bu idi.

Onun için Ankara başkent olabilir mi, olamaz mı? İklimi buna elverişli midir? İleride birkaç yüz bin nüfusu idare edecek su bulunabilecek midir? Bu çıplak toprak bir gün yeşerebilecek midir? Bu sualler sorulmamıştır. İhtisas tetkikleri yapılmamıştır. Aydın bir generalimiz:

- Ankara'nın merkezliği geçici bir şeydir. Sıfırın üstünde medeniyet olmaz. Onun için buraya çok masraf etmemeliyiz, diyordu.

Bir başkası:

- Bir müddet kalırız. Yerleşmeğe uğraşırız. Sonunda İstanbul'a gitsek bile, sıkışınca Anadolu'da taşınabilecek bir merkez edinmiş oluruz, diye avunuyordu.

- Bu yüksekliğe kalp dayanmaz. Ankaralı Ermeniler bile ellisine gelince İstanbul'a göçerlermiş, diyenlere rastlıyorduk.

Avrupa'nın başlıca bayındır şehirlerinden biri, Madrid, 655 rakımlıdır. Münich'in rakımı 526'dır. Ankara 907. Sıfırın çok üstünde medenî merkezler daima kurulmuştur. Mesele su bulmakta, yaşanabilecek bir iklime kavuşabilmektedir. Ankara, bir yayla şehridir. Lion Üniversitesi Climatologie Profesörü Pièry der ki: ''Bu iklim, mihnet ve meşakkate karşı koyma terbiyesi veren eşsiz bir mekteptir. Buradaki insan, tabiatın asiliği ile savaşmayı ahlâk edinmiştir. Sıcak memleketlerin yakıcılığı ile olduğu kadar, kutup soğukları ile de uyuşabilir. Bu iklim, inisiyatif kabiliyetini ve moral enerjiyi geliştirir.''

Moskova Merkez Biyologie ve Climatologie Enstitüsü profesörlerinden Doktor Aleksandrof da şöyle demiştir: ''Osmanlı Türklerinin, anayurt iklimlerine hiç benzemeyen çeşitli dünya bölgelerinde asırlarca yaşayabilmeleri ve buraların hususiyetlerine göre nesil üretebilmeleri, işte bir yayla ikliminin nimetlerinden biridir.''

Sakarya, yayla karakterinin bir dayanış zaferi idi.

Fakat biz bütün bu bilgileri sonradan ediniyorduk. Bilhassa ilk on yıllık tecrübeler bizi Ankara'ya daha inandırmıştı. Teknik teferruat ile okurlarımı yormak istemiyorum. Bir iki nokta üstünde durup geçeyim. Ankara bozkır mıdır? 100 rutubet mikyasına göre 55-75 orta derece sayılmaktadır. Bulutla tam kapalı havayı 10 farz ederseniz, Ankara'nın ortalaması 4,7'dir. Bir yılda Ankara havası 115 gün açık, 86 gün kapalı, 164 gün az çok bulutlu geçer. Yıllık yağışın metrekareye 427 kilograma çıktığı vardır. 220'den aşağı hiç düşmemiştir. Ankara'da bütün mesele ağaçlamada, sıhhî ısıtmada ve iklim hususiyetlerine göre yemektedir. Ankara'da oturanların ağır yemekten sakınmaları lâzımdır. Bütün bu meseleler için etütler vardır. Ankara Belediyesinin, hâlâ neden hepsini bir broşürde toplamamış olmasına şaşıyorum.

Ankara bugün bir şehirdir. Atatürk'ün başladığı, nedense bıraktığımız ağaçlama davasına devam etmekten ve imar hatalarını düzelterek yeni bir hızla devam etmekten başka meselesi kalmamıştır.

Hâlbuki ilk zamanları o bir avuç nüfus için yüz yıkayabilecek kadar su bulmak devlet reisinin ve hükûmetin belli başlı gündelik dertleri arasında idi.

Osmanlılar anıt yapmışlar, fakat şehircilik yapmamışlardı. İstanbul sokaklarının, en zengin saltanat devrinde dahi, bir düğün alayı geçemeyecek darlıkta olduğu için padişah fermanı ile cumbaların yıktırıldığını tarihlerde okuruz. Kanunî devrinde İstanbul'a gelen bir elçi, burası sokağa çıkabilecek bir şehir olmadığı için bütün vaktini evinde geçirdiğini yazar. Bizim dostumuz, ordularımızın zaferine dua ederek İstanbul'da oturan bir genç Macar, Tarabya'dan Boğaziçi'ne baktığı vakit, burası bir başka milletin elinde olsa cennete döneceğini söyler.

Gitgide anıt yapıcılığı kudretini de kaybetmiştik. Osmanlıların son zamanlarında artık hiçbir şey yapmıyorduk, nasıl yapılacağını bilmiyorduk. Mimarî kültürümüzü tamamiyle kaybetmiştik. İmar işleri için elimizde Avrupa örneklerinden Türkçeye çevirdiğimiz belediye nizamname maddelerinden başka bir şey yoktu.

Ankara'yı devlet bütçeden yapacaktı. Bu tabiî bir göç masrafı idi. İlk akla gelen şey, Avrupa'dan bir Frenk şehirci çağırarak plân yaptırmak ve hükûmetle dışarıdan gelen memurları yerleştirmekti. Gerçi bir aralık bir Alman geldi. Yenişehir'in çekirdeğini kurdu. Fakat bu da ancak çok parası olanların alabilecekleri bir pahalı evler mahallesi idi. Saracoğlu apartmanları yapılıncaya kadar, az ve orta maaşlı memurlar, eski evlerde tahtakurulu birer odaya sığınmışlardır. Bir matematik hocasının böyle bir odada iki çocuğu, karısı ve kaynanası ile oturduğunu biliyorum. Hâlbuki yeni Ankara köşkler ve apartmanlarla hemen hemen donanmıştı. Ankara Belediyesinin emrine verilmek üzere, Yenişehir tarafında, geniş topraklar aldığımız vakit kanuna bir tek madde koymağı hatıra getirmemiştik: ''Bu arsalar, bina yaptıracak olanlara, yaptıracakları binaya lâzım olduğu kadar ve alındığı yıl kullanılmak şartı ile satılacaktır.''

Bir küçük madde daha unutmuştuk: ''Ankara Emval-i metrûkesi ve hazne toprakları, Ankara İmar Sandığına sermaye olarak ayrılacaktır.''

Çünkü hemen spekülâsyona dalmıştık. Herkes saklayıp ileride satmak üzere arsa edinmek hırsına kapılmıştı. Şehir imarlarının başlıca düşmanı spekülâsyon olduğunu düşünecek hâlde bile değildik. Bunlar yeni devletin ''kusurları" değil, "tecrübesizlikleri'' idi. Bizim 1924'te neleri ne kadar bilmediğimiz ve bu memlekette nelerin ne kadar bilinmediği anlaşılmadıkça, Cumhuriyetin başardığı işler hakkında iyi bir fikir edinilemez.

Bundan yirmi beş yıl önce Ankara'da yapılmamış olanların, bugün İstanbul'da yapılmalarına bile, arada bunca görgü edinmişken, şimdiki demagoji havası içinde imkân var mıdır?

Milletlerarası bir müsabaka açılması fikri nihayet muvaffak olabildi. Gelen plânları hakem heyeti ile bizzat Mustafa Kemal de tetkik etti. Müsabakayı Profesör Yansen kazanmıştı. Plânın tatbikine başlanması Şükrü Kaya'nın Dahiliye Vekilliği zamanına tesadüf eder. Şükrü Kaya, şehirleri plânlaştırmak davasını bütün Türkiye'ye genişleten kanunları çıkarmakta büyük amil olmuştur. İmar işlerini kolaylaştırmak için İller Bankasını kuran da doğrudan doğruya odur. Lider olarak Mustafa Kemal, hükûmet reisi ve bütçenin hâkimi olarak İsmet Paşa, eyi fikirlerin yürümesi için herkese yardım etmiye hazırdırlar. Fakat bu fikirlerin hepsini kendi kendilerine yaratamazlardı. Her türlü işle kendileri uğraşamazlardı. Onun için birçok eyi teşebbüsler, her ikisinin medenî anlayışlarından faydalanmasını bilen bakanlara nasip olmuştur. Eğer Lütfi Kırdar, Atatürk'ün o devirlerinde İstanbul'a vali olup da İsmet Paşa'dan gördüğü yardımı ondan da görse ve Atatürk'ün sevdiği gayretleri alabildiğine destekliyen teşviklerini bulsaydı, ben derim ki, İstanbul bugün bambaşka bir şehir olur giderdi. İşler, Mustafa Kemal devrinde de, ister istemez adamına bağlı kalmıştır. Adam da ''tesadüf'' etmeli idi.

Yansen plânının ve umumiyetle plân disiplinciliğinin, spekülasyoncular ve keyifçiler elinde iflâs etmesine yandığım kadar hiçbir şeye yanmam. Bu hatıraları okuyucular arasında bir gün iktidar fırsatını elde edenler olursa, kendilerine hizmet etmek için menfaatçilik ve keyiflik yüzünden Ankara'nın neler kaybetmiş olduğunu kısaca anlatayım. Ta ki Şark kafasının ve mizacının, Atatürk'ün enerjisini bile eriterek, en güzel hayallerimizden birini nasıl söndürmüş olduğunu göresiniz.

Profesör Yansen Atatürk'le ilk buluştuğu zaman masasının üstüne belediye mühendislerinin bir proje taslağını koydu. Bu taslak Ankara Palas oteli ile Belvü oteli ve Ziraat Bankası arkasındaki üçgeni ana caddeye bağlayan yolları gösteriyordu:

-Bu yolların vazifesi nedir, dedi, bu binaları caddeye çıkarmak, değil mi?

Hepsini silerek kendisi bir tek yol çizdi:

- Bu tek yol aynı vazifeyi yapar. Eski yollardan artan arsa parçalarını etrafındaki bina ve bahçelere katacaksınız. Bugünkü arsa fiyatı ile bu satacak olduklarınız ve bugünkü yol maliyeti ile yapmaktan vazgeçecek olduklarınız yüz yirmi bin liradan fazla tutar. Hâlbuki siz şehir plânının bütün teferruatı ile hazırlanması için 120 bin lira harcayacaksınız. Sadece şu küçük mahalle parçasındaki tasarrufunuzla bu parayı kazanmış oluyorsunuz.

Yansen tercümanla konuşmakta idi. Arkasından bir sual sordu:

-Bir şehir plânını tatbik edebilecek kadar kuvvetli bir idareniz var mıdır?

Atatürk kızdı. Koca memleketi yedi düvelin elinden kurtarmışız. Bir Ortaçağ saltanatını yıkarak yerine bir yeni çağ devleti kurmuşuz. Bunca devrimler yapmaktayız. Bütün bunları başaran bir rejimin bir şehir plânını tatbik edebilecek kuvvette olup olmadığı nasıl sorulabilirdi? Biraz sertçe cevap verdi. Dik kafalı Prusyalı:

- Belki sizin hakkınız var, dedi, biz Almanya'da bile türlü güçlüklere uğruyoruz da, onun için sormuştum.

Sonra plânının prensiplerini izah etti:

-Yepyeni bir şehir kuracaksınız. Size şehircilik sanatının son sözlerini getiriyorum. Dünyaya bir örnek vereceksiniz. Biliyorsunuz, Avrupa şehirleri motörden önce yapılmıştır. Motör eski anlayışları ve nizamları altüst etti. Eskiden otelleri, anıtyapıları ve devlet dairelerini büyük caddeler üstüne dizmek âdetti. Hâlbuki, biliyorsunuz, Paris'teki Champs Elysés Caddesindeki ağaçlar benzin zehrine dayanmadığı için sökülmüş ve yerlerine daha tahammüllü yeni ağaçlar dikilmiştir. (İki cins ağacın ismini şimdi hatırlamıyorum.) Dünyanın en dar yolu hangisidir? Bir metre yirmi santim genişliğindeki demir yolu. Hâlbuki trenler bu yoldan yüz elli kilometre hızla gider. Çünkü insanlar gürültülü ve dumanlı lokomotife hususî bir yol vermek, kendileri ya üstünden ya altından köprü ile geçerek onu rahatsız etmemek lâzım olduğunu görmüşlerdir. Paris de Champs Elysée dünya büyük şehirlerinin en geniş caddelerinden biridir. Bu caddede otomobillerin nasıl tıkandığını, bu tıkanışlarda süratlerin nasıl yedi kilometreye kadar düştüğünü biliyoruz. Yeni şehirler şimdi motör için aynı şeyi yapmaktadırlar. (Plân taslağındaki Atatürk Bulvarını göstererek) Bu yola bakınız. Onu otomobillere ayırdım. Yan yollar bu caddeyi ancak yarım kilometrede bir kesecekler ve karşılıklı kesmiyecekler, her yan yolun köşesi, caddeye inen arabaları gösterecek gibi açık bırakılacak. Evler, daireler ve apartmanlar geriye doğru yapılacak ve hiçbirinin caddeye kapısı olmayacak. Bu cadde üzerine yaya kaldırımı yapılmıyacak. Yan yolların her biri caddeyi bir bloka bağlayacaktır. Siz istasyondan arabanıza binerek yüz kilometre hızla gideceğiniz yere doğrulacaksınız. Nasıl bir tren istasyona yaklaştığı zaman yavaşlarsa, arabanız gitmek istediğiniz bloka sapmak için süratini kesecek, sizi kapınıza bırakacak ve arka yolların hepsi blokların sonunda kapalı olduğundan, tekrar geri dönerek caddeye çıkacaktır. Tıpkı otomobil yolunuz gibi, blokların arkasında yayalar için bir de yeşil yolunuz olacaktır.

''Bu yolu ucuz ve gelişi güzel yapacaksınız. Ağaçlayacaksınız. Nasıl yayalar otomobil yolunu yarım kilometrede bir kesiyorsa, otomobiller de yeşil yolu yarım kilometrede bir kesecekler. Çocuk arabası önünüzde, yalnız beş yüz metrede bir etrafınıza bakarak, yolun sonuna kadar rahatça gideceksiniz. Bu bloklar içindeki evlerinizde, otellerinizde hiçbir klâkson sesi duymadan rahat uyuyacak, dairelerinizde rahat çalışacaksınız. Sokakta benzin zehri teneffüs etmiyeceksiniz.''

Atatürk neşe ile dinliyordu. Profesör, Ankara yollarında hiçbir seyrüsefer memuru bulunmıyacağını söylüyordu. Pek işlek yolları birbirinin üstünden veya altından geçirmek için yapılan masrafın, kavşak noktalarında bekletilen seyrüsefer memurlarının on yıllık aylığı karşılığı olduğunu anlatıyordu. Arka dar sokakları ise sapış yerlerinde o kadar dik bir açı ile döndürüyordu ki, otomobiller ister istemez süratlerini beş on kilometreye indirmeden yollarına devam edemiyeceklerdi. Meskenler, son şehircilik kongreleri kararlarına göre, dört kattan fazla olmamalı idi.

Şehircilik sanatı, yerleşme bölgesinin yüzde dokuzunu umumî parklara ayırmakla kanaat etmiyordu. Her ciğerin hakkı olan havayı her pencereye paylaştıran yeşil saha usulü konmuştu. Devlet daireleri bir mahallede toplanacaktı.

Bir imar komisyonu yapmıştık. Reis bendim. Rahmetli Vali ve Belediye Reisi Nevzat da bu komisyonun azası idi. Bir ecnebi mütehassısının dediklerini yapmaktan başka elinden bir şey gelmiyen bir belediye reisi olmağa daha ilk günü isyan etti. Açıkça muhalefet de edemiyeceği için, âdet olduğu üzere, devamlı bir baltalama yolu tuttu.

Birçok arsalar spekülâsyoncuların eline geçmişti. Bunlar en başta devlet dairelerinin bir mahallede toplanmak fikrine karşı koydular. Çünkü Ankara'da nüfuz ticaretinin ilk kaynağı, meselâ Cebeci'de ucuz bir arsa almak ve Maarif Vekiline konservatuarı orada yapmağa karar verdirerek arsasını ona satmaktı. Yansen plânı, devlet dairelerini Atatürk Bulvarı üzerindeki bugünkü yerine topluyor ve hemen yakınında 3000 memur meskeni için de arsalar ayırıyordu. En son bina, Büyük Millet Meclisi olacaktı. Devlet daireleri ile 3000 memur meskeninin yapılacağı bölgeyi kamulaştırmağa karar vermiştik. Başvekil İsmet Paşa:

- Bunun için yüz bin liradan fazla para veremem, dedi.

Devletimiz çok fakir idi. Hepsinin bu para ile alınabilmesi için cadde üstündeki arsaların metrekaresine bir lira koymak lâzımdı. Öyle yaptık. Emniyet anıtının bulunduğu kısımda Atatürk'ün yakın arkadaşları da arsalar edinmişlerdi. Hemen fiyata itiraz ettiler. Atatürk'e durumu izah ettik. Arkadaşlarını itiraz etmekten menetti. Böylece arka taraflara doğru fiyat ine ine bütün sahayı 118 bin liraya devlete mal etmiş olacaktık. Bu sefer Meclisteki spekülâsyoncular:

- Devlet daireleri bir araya toplanamaz, bir hava hücumunda hepsi yıkılıp gider, diye kıyameti kopardılar. Yeni çıkan meseleyi de Atatürk'e götürdük:

- Hepsini ayrı ayrı müdafaa edeceğim yerde bir arada müdafaa ederim, bundan ne çıkar? dedi. Son baltalama da suya düştü. Büyük Millet Meclisinin bu gün yapılmakta olduğu toprakları almak için kamulaştırma masrafına 20 bin lira kadar bir şey eklemek lâzımdı. Kabul etmediler:

- Biz Meclisi oraya yaptırmıyacağız, dediler.

Proje tatbik edilince, Millet Meclisi de nihayet orada yapılmak lâzımgelmiştir. Fakat yıllar geçtiği için 20 bin lira yerine iki buçuk milyon liradan fazla kamulaştırma parası harcanmıştır. Bundan başka mahalleyi Millet Meclisi binası nihayetlendireceği yerde, İçişleri Bakanlığı binası nihayetlendirdiği için, bir anıtyapı olan Meclis geride ve önü kapalı kalmıştır. Gelecek nesiller İçişleri Bakanlığını bir gün yıkacaklardır.

Devlet dairelerinin etrafı yeteri kadar açık bırakılmıştı. Afyon Milletvekili rahmetli Ali Bey Bayındırlık Bakanı olduğu vakit, birinci işi, minaresiz kubbe kilise kubbesi demektir, diye yargıtay toplantı salonunun kubbesini yıktırmak olmuştur. Böylece bütün ses tekniği bozulmuştur. Ali Bey, Atatürk'ün geçici kabrinin bulunduğu eski müze binasının da minaresiz bir kubbesi olduğunu görmemiş olabilir mi idi? Rahmetlinin ikinci işi:

- Bu kadar boş toprak bırakılır mı? diye daireler semtinin umumî ahengini bozarak şuraya buraya dilediği üslupta yapılar kondurmak olmuştur.

Yansen şehir plânını yaptığı vakit, onun bir yandan Çankaya, bir yandan telsizler istikametine doğru genişliyeceğini ve istasyon arkasının da endüstri bölgesi olacağını düşünmüştü. Şehir Çankaya yolunun etrafına alabildiğine yayıldı. Profesör bu hâdiseyi kabul etmek lâzım geldiğini, ancak istasyon yerini de aynı geliştirmeye uydurmak zarureti baş gösterdiğini izah etti. Henüz gar binası yapılmamıştı. Yeni istasyon meydanı, Dil-Tarih Fakültesinin karşısı olacaktı. Ankara'ya gelenler bugünkü istasyonla köprü arasındaki mesafeyi kazanmış olacaklardı. Mahalleler ortasındaki bugünkü manevra istasyonu rezaleti olmıyacaktı. Gitmiş, Bayındırlık Bakanını görmüş. Ali Bey:

- Ben öyle fikrinden cayan mütehassıs istemem, demesin mi?

Profesör ters pürs otele geldi. Ali Bey bir binadan çok fazla bir makine olan gar binasını da müsabakaya bile koymadan, o zaman Bayındırlık Bakanlığına bağlı Yüksek Mühendis Mektebi diplomalılarından bir gence yaptırıvermiştir. Başına buyruk ve inatçı idi.

Rahmetli Nevzat:

-Malatya'da dağ başında yollar yapmışım. Yansen bana şehir içinde sokak yapmayı mı öğretecek? diyordu.

Ve bir göstermelik olmak üzere parasının çoğunu, Atatürk'ün daima geçtiği bulvarı, plân disiplininin tersine, süslemek için harcıyordu.

Hacettepe Evkafındı. İmar Kanununun verdiği hakka dayanarak hiç parasız belediyeye devretmiştik. Uzun müddet el bile dokundurmadı ve arkadan arkaya, oraya bir mektep yapılması için Millî Eğitimi teşvik etti. Bir gün Başvekil İsmet Paşa Çankaya'dan dairesine gelirken, yanında bulunan valiye Hacettepe'yi gösterir:

- Neden burasını ağaçlamıyorsunuz? diye sorar.

Biraz sinirlice sorduğu için tepe hemen o mevsim park olmuştur.

Akköprü'den gelen yol ile Meclis önünden istasyona inen yolun kesiştiği yerde:

- Yeni şeyler yapmak için paraya ihtiyacınız var, bu iki yolu birbirinin altından üstünden geçirmek için şimdilik masraf etmeyiniz, diyerek, şehir mütehassısı tarafından bugünkü yuvarlak projesi yapılmıştı. Belediye Reisi bunu tatbik ettirmeyi âdeta bir şeref meselesi hâline soktu. Otomobiller yavaşlıyarak geçmek zorunda oldukları için Atatürk'e burada suikast yapmak kolay olacağı ve mesuliyeti üstüne almıyacağı iddiasına kadar gitti. Atatürk bizzat geldi, meseleyi tetkik etti:

- Yuvarlağı belki biraz daha daraltmak lâzım, ama fikir doğrudur, yaptırınız, dedi.

Belediye Yansen plânının kavşak prensiplerini nerede tatbik etmemişse, orada kazalar olmuştur ve senelerden beri seyrüsefer memuru beklemektedir. Yalnız bu yuvarlağın olduğu yerde hiçbir kaza olmamıştır ve hiçbir seyrüsefer memuru beklememiştir.

Profesör:

- Tuhaf zat bu valiniz, evinde iki ampulü yanmasa bir elektrikçi çağırır. Tesisata el sürmez. Çünkü elektrikte ölüm vardır. Ölüm olmadığı için benim plânıma durmadan karışıyor. Hâlbuki şehircilik, elektrik tesisciliğinden çok daha ince bir sanattır, diye söylenirdi.

Şehir plânında evsiz fakirlere verilmek üzere bir ucuz arsalar bölgesi ayrılmıştır. Bu arsalar her isteyene parasız da verilebilecek fakat yapılanlar ufak kulübeler de olsa bir mühendisin kontrolü altında bulunacaktı. Tam merkezde mektep, çarşı ve dispanser gibi umumî tesisler için bir yer ayrılacaktı. Belediye bu vazifesini de bir yana bıraktı. Dışarıdan gelenler Ankara Kalesi tarafındaki sırtlarda ilk gecekonduları tecrübe ettiler. İmar Komisyonu yıkılma kararı verdi, vilâyet ve belediye aldırış bile etmedi. Türkiye'de gecekondu faciası, işte o zamanlar Ankara Belediyesinin imar plâncılığını bu türlü baltalamasından aldı, yürüdü.

Şimdi, Ankara'da bir kaçak şehir var! Bir bütün şehir... Kale etrafındaki dağları kaplıyan bir şehir... Çok defa kendi kendime düşünür sıkılırım:

- Türklerin şehirciliği mi? Yenişehir taraflarında gördüğünüz bir Avrupalı şehircinin plânı...

Ve bir dev parmak bana dağ mahallesi ve yayıntılarını gösterir gibi olur:

- Onların asıl medeniyeti ve kültürü işte bu.. der.

Bizim polisin elinden bir yankesici kaçamaz, fakat bir ev, bir mahalle, bir şehir kaçabilir. Buna akıl erdirebilir misiniz?

Kusur halkta mı? Hayır, bizim şehir plâncılığını anlayışımızda! Ankara plânında bu türlü fakir ve işçi evleri için ayrılan bölge o vaktin ucuzluğu ile hemen hemen hiçe kamulaştırılacaktı ve arsa parası olmıyan, çalışarak, didinerek bir yuva edinmek istiyenlere orada yer gösterilecekti. Yapmadık, Şimdi yapmağa çalışmalıyız. Şehirler ebedîdirler: Plânlarındaki bozukluklar düzeltilmek ve yanlışlar geri alınmak için hiçbir zaman geç sayılmaz ve olup bittiler ne kadar ehemmiyetli olsa da, onları köklerinden temizleyecek tedbirler alınmaktan kaçınılamaz.

Bir gün imar mütehassısına Atatürk'ün yakınlarından biri için yaptıracağı bir ev projesi getirmişlerdi. Mütehassıs Örley bana geldi:

- Çankaya'dan getirdikleri için tasdik ettim. Fakat bu sokağa dükkân yapılmayacak, dedi.

Atatürk meseleyi duyunca:

- Bizim için plân bozulmaz, hemen dükkânı hazfettiriniz, emrini vermişti.

O ev şimdiki Mithatpaşa Caddesinde dükkânsız yapılmıştır.

Fakat bir İstanbul Milletvekili, garaj bahanesi ile aynı sokaklardan birinde dükkân ''kaçırdı''. Bir başka milletvekili kat ''kaçırdı''. Belediye göz yumdu. Ve tıpkı İstanbul'da spekülâsyoncu ve arsa vurguncularının Prost'a oynadığı oyunu, Ankara'da yabancı şehircilere oynadılar. Yerli imar, Orta Anadolu'da, hiç şüphesiz bugüne kadar harcadığımızdan daha az masrafla elde edeceğimiz yeryüzünün en ileri şehri hayalini mahvetti.

Yerli imara yıllarca hâkim olanlardan biri, Ankara'ya on parasız gelmişti. Yüz binlerce lira kazandı ve parasını Amerika'ya aktardı. 1945'te New-York'a gittiğim vakit, Ankara'daki ecnebi inşaatından çalan bir hırsız mühendisle onun şirket kurmuş olduğunu öğrenmiştim.

Mesele basit değil midir? Bir dönüm içinde bir kır evi disiplinine göre bir metre arsa fiyatının bir lirada karar kıldığını düşünürseniz, aynı yerde bitişik ve dört katlı apartman sistemi bu fiyatı on liraya, yirmi liraya çıkarır. Müsaadeyi verenler spekülâsyoncularla ortaktırlar. Onun için nerede arsacılar lehine bir plân değişikliği duyarsanız, hemen hırsızlığa hükmediniz.

Ankara'da milyonlar çalınmıştır. İstanbul'da milyonlar vurulmaktadır.

Sabit olmuştur ki, Mustafa Kemal, şapka ve Lâtin harfleri devrimlerini başarabilecek kadar kuvvetli bir idare kurmuş, fakat bir şehir plânını tatbik edebilecek kuvvette bir idare kuramamıştı.

Çünkü bu, Atatürk'ün devrimleri ile halletmeğe çalıştığı medeniyet ve kültürün meselesidir.

Şimdi İsrail Akdeniz kıyılarında tam Yansen prensiplerine göre yepyeni bir şehir kurmak üzeredir. Plânlarını Avrupa gazetelerinde gördüm. Bir gün gıptalar içinde onun seyrine gideceğiz. Hırsızlar ve gericiler olmasaydı, o şehrin daha büyük, daha zengin ve daha tamamının çoktan Anadolu yaylasında kurulmuş.

ÇANKAYA

V. ve Son Cilt

ATATÜRK'ÜN SON YILLARI

¯ 1 ¯

Atatürk'ün ilk bezginliğini Cumhuriyetin onuncu yıldönümünde sezmiştim. Hepimiz bu yıldönümünü kutlamağa heyecanla hazırlanıyorduk. Akşam sofralarından birinde Atatürk:

- Bana gelince, ben hiçbir şey hissetmiyorum, demişti.

Büyük hareketlerin adamı idi. Devrimlerini de bitirdikten sonra sanki artık hiç işi kalmamışa döndü. Acaba hastalığının da başlangıcı mı idi?

Ben bir aralık:

- Atatürk, dedim, cumhurreisi olmazdan önce halk ile temas ediyordunuz? Yıllar var ki sizi yalnız biz, sofranızdakiler dinliyoruz. Milletin sesinizi işittiği yok. Yalnız Meclis açılışlarında hükûmetin verdiği yıllık raporu okoyursunuz. Bütün temasınız bu.

Bakanlardan biri, Şükrü Kaya söze karıştı:

- Bakın, bakın ne diyor Falih? Hükûmetin hazırladığı raporu okumak... Ya cumhurreisleri başka ne yapar?

Tarihlerimize geçen Onuncu Yıldönümü Nutku'nu söylediği akşam gene sofrada idik. Nutkun halkı ve gençliği nasıl coşturduğundan bahsediyorduk. Yakınlarından bir hanıma döndü:

- Çocuğum bilmiş olasın ki bana bu nutku söyleten şu arkadaştır. Ve beni gösterdi idi.

Daha sonra Dil, Tarih ve Hatay işleri geldi. Atatürk kendini alabildiğine bu işlere verdi. Sabahlara kadar, sofranın karşısında karatahta, beynini yoruyordu. Saatlerce mide yorgunluğu ile beraber bu bitmez yorgunluğu pek yıpratıcı idi.

Atatürk sağlam bir kimse değildi. Eskiden beri böbrek hastalığı çekmiş olduğunu bilirdik. 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktığı zaman beş-altı saatte bir sıcak banyo ile ancak rahat edebilecek kadar rahatsızdı. 1924'te kalp krizi teşhisi konan bir göğüs ağrısı geçirmiş ve iki ay kadar perhiz etmişti. Daha sonra 1927'de bir enfarktüs krizi geçirmiştir. Hususî hekimliğini yapan Sağlık Bakanı Dr. Refik Saydam müsteşarına:

- Asım, Gazi çok hasta! demişti.

O zaman Almanya'dan iki profesör geldi. Uzun uzun kendisini muayene ettiler. Perhiz tavsiye ettiler. Gece hayatına ve içkiye son vermek lâzımdı. İlk defa o yılın Temmuzunda İstanbul'a gelen Atatürk eski yaşayışına devam etti.

Atatürk'ün bizi şaşırtan hassalarından biri de vücutça ve kafaca yorulmaksızın, dikkati hiç gevşemeksizin çalışma yeteneği idi. Ertesi gün manevrada beraber çalışacağı arkadaşları ile gece yarısına kadar gazinoda kaldıktan ve onları uyumağa gönderip kendisi vereceği vazifeleri hazırlamak üzere sabahladıktan sonra, şöyle bir yüzünü yıkayıp tıraş olarak, yine herkesten erken kıtaları başına gittiğini dostlarından duymuştuk. Ben 43 yaş ile 58 yaş arasında yakınında bulunmuştum. Memleket dolaşmalarında maddî zahmetlere hepimizden fazla dayandığını görürdük. Bir defa Dikmen kırlarında bir piknikten sonra koşmacalı bir bohça oyunu oynamıştık. Bir delikanlı kadar çevik, hızlı ve seğirtgendi. Büyük nutku 53 yaşında yazmıştır. Çalışma odasında yarı ayak üstü, yarı oturarak ve yüzlercesi arasından vesikalar ayırarak, nutkunu dikte ederdi. Yorulan değişirdi. Bir defasında pek genç bir arkadaşı baygınlık geçirmişti. Akşama doğru bir banyo aldıktan sonra, hiç dinlenmeden sofraya iner, o gün yazdıklarını bize okur veya okutur, hâdiseler üzerinde terütaze bir muhakeme ile tartışmalar yapardı. Bir kitabı merak edince, koskoca bir cilt de olsa bitirmeden uyuyamaz, veya pek az uyku aralaması ile okumağa devam ederdi. Sonra sofrada, etrafını çizdiği fıkraları bizlere tekrarlardı. Eğer bildiğiniz bir eserse, Atatürk'ün en can alıcı fikirler üstünde durmuş olduğunu anlardınız.

Atatürk akşamları bir müddet bilârdo oynardı. Açık havada ve at üstünde geçen subaylık ve komutanlık hayatından sonra, uzun oturuculuk devrinde bu oyun onun başlıca idmanı idi. 1937'de, çok defa, geç vakit yukarı kattan inip, istakayı bir iki vurduktan sonra, kesilerek, rengi ve bakışları yorgun:

- İçeriye geçelim, demeğe başlamıştı. O zamanları dil işi ile uğraştığından, yalnız dimağını alabildiğine zorladığını ve bunun da sinirlerini alt üst ettiğini görüyorduk.

Maddî bir çöküş ve sarsılış hâli vardı. Sanki artık gitmeyen, gitmek istemeyen bir şeyi, eğilmez, bükülmez iradesi ile, kendi içinden kendi itiyordu. Kalıp, onun eşsiz hayatiyetini kaplayıp tutamıyordu.

Kendisini İzmir'de yakından tanıdığım zaman:

- Paşam, bilir misiniz sizi ilk defa nerede görmüştüm? diye sormuştum.

- Evet, dedi, Edirne Valisi Hacı Adil Bey'le beraber Dimetoka'ya gelmiştiniz. Biz de Fethi Bey'le gelenleri karşılamaya çıkmıştık. Hacı Adil arabada yanına Fethi Bey'i almalı idi. Enver'le Fethi Bey'in arası açık olduğu için, ne olur ne olmaz diye, yine sizi aldı.

Donakalmıştım. ''Tanin'' muhabiri olarak Edirne'ye gidişim 1913'te idi. İsmi yeni yeni duyulan bir gazeteci idim. Mustafa Kemal Bey'i görmüş, fakat kendisi ile fırsat bulup görüşememiştim. 1922'de, bunca hâdiselerden sonra bana, kendimin bile unutmuş olduğumu hatırlatmakta idi.

Hafızası, hâyühûy içinde geçen karmakarışık ve kalabalık bir gecenin en küçük vakalarını ve konuşmalarını ertesi akşam teferruatı ile anlatabilecek kadar kuvvetli idi.

1937'de hayli uzun süren bir Almanya seyahatinden İstanbul'a dönmüştüm. Sonbahara doğru idi. Henüz deniz köşkünde oturan Atatürk'ü görmek üzere Florya'ya gidip yaverler dairesine uğradım. Baş yaver:

- Taraçada İnönü ile konuşuyor, dedi.

- Acelesi yok. Akşam misafirlerle beraber görürüm, dedim.

Bir aralık başyaver bir iş için yanına gitti. Dönüşte:

- Bana bekleyen kimse olup olmadığını sordu. İsminizi söyledim. Hemen gelsin, dedi.

Kalkıp gittim. Başbakanla küçük bir masa önünde oturuyorlardı. İkisinin de pek neşesi yoktu. O vakitler İş Bankası çevreleri hükûmetin dar buldukları para politikasından şikâyetçi idiler. İnönü de para değeri üstünde titremekte ve enflâsyona doğru yayılmak ihtimallerinden pek ürkmekte idi. Meğer daha önce bu mesele üzerinde sertçe bir konuşma olmuş. Atatürk biraz sıkılmış olmalı ki bahsin kapanması için, geldiğimi duyunca beni çağırmıştı:

- Çoktan beri buluşamadık. Seyahatiniz nasıl geçti? dedi.

- Almanya'daki davetliler arasında idim. Birçok yerleri dolaştık. Hitler Almanyasını yakından tanıdık.

- Yahu sana bir sual sorayım, Şaht denilen adam Hitler'e bunca parayı nasıl bulup verebiliyor? Harcadığı milyarların altın karşılığı mı var?

- Vallahi paşam bilirsiniz, ben malî işlerden hiç anlamam. Fakat sanıyorum ki Almanlar, meselâ Adana sulaması gibi, kendi kendini ödeyecek işler için para karşılığını aradıkları yok. Fakat hiçbir gelir vermeyecek olan anıtlar gibi işler için...

İnönü birden sözümü keserek ve Şaht hokkabazlığının bizim için mahzurlarından bahsederek, hazineyi batağa sürükleyeceğini söyledi. Şaştım. Belki de İnönü para bollaşması fikrini güdenlerle konuştuğumu sanmıştı. Bir müddet sonra misafirler geldiler, sofraya geçtik.

İçki âleminde sabahlara kadar kalsa, hafızasının bulandığına pek az rastladığımız Atatürk, henüz ilk kadehi tamamladıktan biraz sonra, iki üç gece önce masada iki arkadaşı arasında geçen bir vakayı ele alarak, bana döndü:

- O akşam, sen de burada idin, haklı mıyım, değil miyim? diye sordu.

İçim ıstıraptan burkuldu. Kalabalık arasına gelmemiştim. Hem de bir vaka ile geçmiş olan yarım saat öncesi bile hafızasından silinip gitmişti. Nihayet 56 yaşında idi.

Arkadaşlarına karşı sonsuz denilebilecek bir hoş görürlüğü ve düşmanlarına karşı bile, en kızdırıcı vakalarda, hislerini uzun müddet kapalı tutan sinir hâkimiyeti Atatürk'ün hayran kaldığımız mizaç hususiyetleri arasında idi.

Yakup Kadri, Ruşen Eşref ve ben Çankaya'daki eski köşkünün hemen her akşamki davetlilerinden idik. Devrimin heyecanlı ve şevkli günlerinde birçok defalar gün ağarırken evlerimize dönerdik. Atatürk istediği kadar uyumakta serbestti. Fakat biz gündüz de çalışmak zorunda idik. Her akşam değişen misafirlerden biz değişmeyenlere, kimseye haber vermeden erkence çıkabilmek müsaadesini vermesini istemiştik.

- Doğru, dedi, siz gidin ama, arkanızdan çıkıştığımı işitirseniz ehemmiyet vermeyin. Çünkü herkes sizin gibi yaparsa ben kiminle oturayım?

Meclislerine ve sohbetlerine doyum olmadığı için gene de geç saatlere kadar kalırdık. Biz onu bir babadan farksız sayar, bir can arkadaşından farksız severdik. O da bizi genç kardeşleri bile değil, yaş farkı azlığına rağmen, oğul gibi tutardı.

Eski köşkün yemek odasından bilârdolu hole çıkılan kapı yanında bir kanepe vardı. Bir gece yorulmuş, sofradan kalkarak kanepeye uzanmıştım. Bir aralık kapının açıldığını hissettim. Atatürk idi. Sıçrayıp, affedersiniz, demeğe bile fırsat kalmadığından uyumuşluğa vurdum. El yıkayacağı yer, tam karşımdaki merdivenin sahanlığında idi. Atatürk'ün beni uyandırmamak için ayak ucuna basar gibi, yavaşça merdiveni çıktığını hâlâ gözüm yaşararak hatırlarım.

Bilhassa 1937'den sonra sinir dengesinin gitgide bozulduğunu görüyorduk. Pek alıngan olmuştu. Devamlı bir boşanma ihtiyacı içinde kıvranan sinirlerini güç tuttuğunu hissederdik. Hele sofra biraz uzadıktan sonra pek dikkatli davranırdık. Ben cigarayı bırakmıştım. Ara sıra pipo içerek avunuyordum. Bir gece geç vakte kadar süren dil bahisleri arasında usulca kalkarak yaverler odasına gittim. Niyetim bir pipo içmekti. Daha tütün kesesini cebimden çıkarmadan bir garson geldi, ''Paşa hazretleri sizi istiyorlar!'' dedi. Daha o gitmeden bir ikincisi, bir üçüncüsü koştu. Hemen odaya döndüm. Sapsarı idi. Bir hayli söylendiği de belli idi. Yerimi boş gördüğüne sinirlenmişti. Kendinden kaçınılıyor ve kaçılıyor vehmi içinde, hiçbir kayıtsızlığa tahammülü kalmamıştı. Bana:

- Nerede idiniz? diye sordu.

- Biraz başyaverin yanına gitmiştim.

- Gecenin bu geç saatinde başyaverle görüşecek işleriniz ne idi?

- Hayır efendim, görüşmeğe gitmedim. Ben bir senedir cigarayı bıraktım. Fakat nikotini bırakamadım. Ara sıra pipo içiyorum. Büyüklerin yanında pipo içilmeyeceği için dışarı çıkmıştım, dedim. Choc kuvvetli idi:

- Pekiy, buyurun, oturun, dedi.

Bütün bunların sebebi, karaciğerini için için kemiren onulmaz bir illet olduğunu bilmiyorduk. Bu, önce hafıza zayıflamasından başlamıştı. Sonra sık sık burun kanamaları devri geldi. Daima yanında bulunan hekimlerin neden bu araza ve umumî çöküntüye dikkat etmediklerini ve hepsini pek basit birer sebebe bağlayarak geçiştirdiklerini doğrusu hâlâ anlıyamıyorum. Burnu kanadıkça, biraz bakarız, geçer, derlerdi. Sonra kaşınmalar başladı. Atatürk eski Osmanlı tâbiri ile pek ''müeddeb'' bir efendi idi. Meclisten hususî bir ihtiyaç yüzünden kalkması lâzım geldiği zaman bile, yakınlarından birine:

- Galiba sen bana bir şey söyliyecektin, gibi bir bahane bulur, beraberce oda veya salondan çıkarlar, ona:

- Sen biraz bekle, der ve el yıkamaya öyle giderdi. Sonra beraber dönerlerdi:

Atatürk kaşınmağa, hem de iğilerek bacaklarını kaşımağa dayanamıyordu:

- Bu evde göze görünmez kırmızı böcekler varmış, diye tutturmuştu.

Evde başka hiç kimse ve hiçbirimiz böyle bir rahatsızlık duymuyorduk. Fakat kendisini teselli etmek için aynı şüpheye düştüklerini söyleyenler de olurdu. Hatta bir seyahatte evin baştan başa en tesirli ilâçlarla temizlenmesini emretmişti.

Çankaya'da gurup vardı. Güneş, ufkun üzerinde artık kızarıyordu. Atatürk, bizim elimizden, yirminci asrın en büyük millî kahramanı milletinin elinden, bir büyük deha insanlığın elinden gidiyordu. Askerlikte ve politikada hiç şaşmaz sağduyusundan başka, bütün maddî manevî varlığında bir göçüş hâli seziyorduk. Atatürk, sonsuz ölüm ülkesinin eşiğinde idi. Onun, bir dönülmez yolda bizden uzaklaştığını yana yakıla anlıyorduk.

Hatay, büyük ıstırabı idi. Sanki bir can sevgilisi ağyar kucağında imiş gibi, çırpınıyordu. Bu çırpınışlarının pek de tabiî olmayan bazı taşkınlıklara varmasından kaygılananlar da olmuştu:

- Acaba bir sabah uyanıp memleketi harpte mi bulacağız? diye sorarlardı.

Ama onun son bakış saniyesine kadar süren askerî ve siyasî sağduyusu, sinirlerine, ruh ateşlerine ve gönül nöbetlerine hâkim olmakta devam ediyordu. Bir akşam sivil arkadaşlarından birinin:

- Paşam, ne diye kendinizi bu kadar üzüyorsunuz? Yarın bir tümen asker yollasanız Hatay'ı alırsınız. Almanlar Renani'ye girdiler de sanki Fransızlar ne yaptılar? Renani için harekete geçmeyenler, Suriye'nin bir sancağı için mi Türkiye ile harbe kalkışacaklar? demesi üzerine gözleri birden durarak ve durularak:

- Evet, yarın sabah bir tümen asker yollasam, Hatay'ı alabilirim. Renani için harekete geçmeyen Fransızlar, bir Suriye sancağı için bizimle harbe girmezler. Bunu da bilirim. Fakat ya bu sefer şeref ve namus meselesi yaparlarsa? Milletler belli olur mu? Ben bir sancak için Türkiye'yi harp tehlikesine sokmam, diye cevap vermişti.

Nihayet tıp, zalim teşhisini koydu. Kendisine gerçeği olduğu gibi söylemediler de, tam bir perhiz disiplini içine aldılar. Birkaç gün yatak odasında kaldı. Bir akşam başyaver beni telefonla arayarak karımla beraber Atatürk'e akşam yemeğine davetli olduğumuzu bildirdi. Gittik. Birkaç kişi idik. Atatürk, solgun ve sararmış, masaya oturdu:

- Ben hiçbir şey içmiyeceğim. Fakat siz bir şeyler içiniz. Konuşunuz. Bir müddet böyle yapalım, dedi.

Akşam sessiz ve neşesiz, o ve herkes kendi içine bükülmüş ve büyük bir sırrın karanlığına gömülmüş olarak geçti. Fırtınadan sonraki deniz gibi, bitkin bir durgunluğu vardı. Dudakları güç oynuyordu. Şevk, onun bahçesine son yapraklarını dökmüştü. O kadar güzel ince dudaklarının o kadar tatlı ve ısıtıcı gülüşü, bir ıtır gibi uçmuştu. Baba Atatürk, arkadaş Atatürk, karındaş Atatürk, varlığı bir hava gibi içini kaplayan, daha on yıl önce en güzel tanrılardan daha güzel, Omiros'un kahramanlarından daha destankâri, altın saçlı, çevik ve kıvrak, o 43 yaşındaki gencin hatırası, bir asırlık eski ve uzak bir hayale dönmüştü.

O akşam Çankaya'da dostları ile son sofrası idi.

Ankara istasyonunda son defa selâmlamağa gitmiştik. Güneyden gelen trenden indi, garın salonuna kadar güçlükle geldi, ayakta duramayarak oturdu. Yanımda bulunan Saracoğlu:

- Falih, Atatürk'ün derisinin rengine bak. Bir ölü rengi... dedi.

Daha önce, Bursa'da bir kriz geçirdikten sonra vapura binerken Ali Fuad Cebesoy'a:

- Bu başka hastalık... Bildiğimiz hastalıklardan değil bu... Akşam şerifler hayırlar olsun! dediğini işitmiştim.

Bu bir ayrılık çeşmesi vedaı idi: Atatürk'ü bir daha geri gelinmeyen sefere yolcu ediyorduk.

Atatürk'ün ağır hastalığı 1938 Martından 10 Kasıma kadar sekiz ay sürdü. Bir müddet Savarona yatında kalmış, daha sonra Dolmabahçe Sarayı'na kaldırılmıştı. Savarona'da iken kendisini muayene eden Fransız profesörü, hükûmet adamlarına:

- Tıbbın yardımı ile Atatürk nihayet bir iki yıl daha yaşayabilir. Fakat şimdi yata gittiğimizde bağırsak veya beyin kanamasından onu ölmüş bulabilirsiniz. Tedbirlerinizi buna göre alınız, demişti.

O akşam Atatürk:

- Hekimle her şeyi konuştunuz, değil mi? diye sordu. Sonra:

- Eğer konuştunuzsa anlamışsınızdır. Hemen Ankara'ya işleriniz başına gidiniz, dedi.

Atatürk, kimseye sezdirmemekle beraber, öleceğini anlamışa benziyordu. Atatürk'ün ölüm felsefesi sade idi: ''Ölümü istemek bir cesaret değildir ama, ölümden korkmak ahmaklıktır'' derdi.

Yine de vazifesi üstüne titriyordu. Savarona'da reislik ettiği bir kabine toplantısı altı saatten fazla sürmüştü. Gündem, Hatay meselesi idi.

Atatürk denizi pek sevdiği ve eski devirden kalma çürük yatla bir iki tehlike atlattığı için hükûmet ona Savarona'yı almıştı. O yaz yatla gezintiler yapmağa pek hevesli idi. Yatağa düşünce:

- Bu yatı bir çocuk oyuncağını bekler gibi beklemiştim. Bana hastahane mi olacaktı? demişti.

Bir gün de kamarasını serinletmek üzere birkaç yere konan buz dolu leğenleri göstererek:

- Benim bağırsaklarım da sular içinde yüzermiş. Böyle insan yaşar mı? diye gamlandı.

Dolmabahçe Sarayı'na gelen gidenlerle görüşüyor, fakat gittikçe kuvvetten düşüyordu. Karnı içinde biriken su, kendisini fazla rahatsız ediyordu. İğne ile ilk su alındığı zaman:

- Oooh... Ne kadar rahat ettim, demişti.

Fakat su yeniden toplanıyordu. 16 gün ıstırap içinde yattı. Hekimleri çağırttı:

- Hemen suyu alınız, diye emretti.

Su alınırken:

- Hepsini alın... Hiç bırakmayın... diye sızlanıyordu.

O gecesini kıvranmalar içinde geçirmişti. Hekimine:

- Dün gece başka adam olmuştum, değişmiştim. Bu ne idi? Ne tuhaf... Ben asıl dün gece hasta idim, dedi.

Bütün arzusu Ankara'ya gitmek, Cumhuriyetin on beşinci yıldönümü töreninde bulunmak, ordusu ve milleti ile son defa karşılaşmaktı. Hatta stadyum merdivenlerini çıkmaktan kurtulması için acele olarak bir asansör de yaptırılmıştı.

O durumda iken bile dil çalışmalarını yakından takip ediyor, yılbaşı nutkunun hazırlanması işine yardım ediyordu: ''Büyük kamutaya, şimdiye kadar olduğu gibi, bütün işlerinde başarılar dilerim'' cümlesi Meclise devlet reisi sıfatı ile son sözü olmuştur.

Ankara'ya gitmekten ümit kesince, dudaklarını bükerek:

- Bu zayıf hâlimde Ankara'ya gitmekte bir fayda görmüyorum. Gidersem hiç kimsenin yardımı olmadan hiç olmazsa otomobile kadar yürüyebilmeli, arkadaşlarımla selâmlaşabilmeliyim, bunları yapamıyacağımı anlıyorum, demişti.

Cumhuriyet Bayramı gecesi, Boğaziçi vapurlarından birini tutan gençler, Dolmabahçe Sarayı'nın rıhtımına yaklaşmışlar, haykırışıyorlardı. Atatürk kesik kesik konuşarak pencereye gitmek istediğini anlattı. Kollarına girdiler. Pencere kenarındaki koltuğa oturdu. Vapurda bir kıyamettir koptu. Gençler hep bir ağızdan ''Dağ başını duman almış - Gümüş dere durmaz akar'' türküsünü söylüyorlardı. Atatürk mırıldandı:

- Bu bayramlar ve yarınlar sizindir, güle güle... dedi ve gözyaşları ile ölüm yatağına döndü.

Atatürk bir defa üç gün süren bir komaya girdi. Kendine geldiği vakit, uyumuş olduğunu söylediler. Pek inanmamış, fakat ne olduğunu da anlamamıştı. Atatürk'ün bu komadan kurtuluşu bir mucize idi. Pek yakın hekimlerinden biri demişti ki:

- Size edebî bir şey söylemiyorum, yirminci asır tıbbının kudretini bilen bir insan olarak söylüyorum, ölüm ondan korktu.

Fakat ikinci ve son komadan uyanamadı. Kıvranmalar, çırpınmalar içinde yanıyordu. Kendini kaybetmeden son sözü:

- Saat kaç? olmuştu.

Belki de bir önceki komadan sonra uyumuş olduğunu söyliyenleri kontrol etmek istiyordu. 10 Kasım sabahı yüzü gittikçe renk değiştiriyor, hançere hırıltısı artıyordu. Saat dokuzu beş geçe sert bir asker bakışı ile başucundaki hekime doğru döndü, gözlerini açtı, son nefesi idi.

Yakınları son hasretlerinden biri, iyi olursa bir yaylaya çıkmak, orada artık yalnız serin kaynak suları ve süt içmek özlemesi olduğunu söylemişlerdi. Rumeli yaylalarındaki koyun sürülerinin çan sesleri kulağında, bu vatan ve millet kurtarıcısı, bir gurbet ve sıla acısı içinde idi.

O günler yandık. Günlerce, haftalarca, üstümüze memleket yıkılmış gibi, bir can bunaltısı içinde kıvrandık.

¯ 2 ¯

Atatürk'ün son yıllarında en çok merak uyandıran vaka, devrin n bir numaralı devlet adamı İsmet İnönü'den ayrılmasıdır.

Meseleye girmezden önce her ikisinin münasebetleri üzerinde biraz durmalıyız. Atatürk İnönü'yü yakınındaki yeteneklerin en iyisi, yaptığı ve yapacağı işlerin en çok kavrayıcısı olarak seçtiğine şüphe edilemez. Kuvay-ı Milliye devri, İnönü'nün ilk ordunun kuruluşundaki hizmetleri ve komuta faaliyetleri dışında, Atatürk'ündür. İsmet Bey hiçbir zaman bir ihtilâlci olmamıştır. İlk gençliğinden beri kendisini fırsat bulup da tanıyanlara saydıran ve sevdiren bir görev adamı idi. ''Fırsat bulup da tanıyanlara'' dedik. Gerçekte İnönü kendini göstermek, sokulmak, yaranmak, politika oyunları ile mevki edinmek gibi zaaflardan bütün meslek hayatı süresince uzak kalmıştır. Atatürk onu arayıp bulmasaydı, onun kendi normal meslek hayatı içinde ne olacaksa onu olup ömrünü öyle tamamlayacağına hükmetmek doğru olur.

Bununla beraber İnönü İttihat ve Terakki devrinden kendince büyük dersler almış olanlardandı. O devrin tenkitçisi idi. İsmet Bey komiteciliği sevmez. Merkez-i Umumî gibi sorumsuz otoritelerin hükûmet işlerine müdahalesini istemez. O, bir düzen adamıdır. İlerici bir Tanzimatçıdır. Pek çalışkandır. Binbir incelemeden geçirmedikçe hiçbir mesele üzerine karar vermez.

Atatürk zaferden sonra onu askerlikten aldı. Önce Dış Bakanı yaptı ve o sıfatla Lausenne Antlaşması için seçilen heyete onu reis yaptı. İlk Cumhuriyet Başvekili olarak da onu bütün arkadaşlarına ve pek sevdiği Fethi Okyar'a tercih etti.

İhtilâl liderleri hıyanetten korkarlar. İnönü, Atatürk'e onun kafasına ve gönlüne hiçbir şüphe gölgesi düşürmiyecek kadar bağlı idi. Atatürk büyük hareketler adamıdır. Teferruat ile didişmekten hoşlanmaz. Hükûmet işleri ile pek baş ağırtmamıştır. Yeni bir devlet de kuruluyordu. Bunun binbir meselesi ile durmadan uğraşacak bir ehil yardımcı lâzımdı. İnönü, yeni devletin kuruluşunda ve hükûmet işlerinin yürütülmesinde belli başlı amil olmuştur. Demir yolu, politikası onundur. Bütçe denkliği onundur. Dış ticaret denkliği onundur. Yabancı şirketleri millîleştirmek ve imtiyazları tasfiye etmek, sonra devletleştirme gayretlerine girişmek gibi hatıra gelebilecek birçok teşebbüsler onundur. Bütün devrimler Atatürk'ündür. Bunlar dışında Atatürk dış politika ile yakından ilgilenmiş, ve bundan başka bazı imar işleri, orman çiftliği, Yalova, Florya vesaire gibi, bir de Dil ve Tarih davaları ile uğraştı. Ara sıra İnönü ile çeşitli şahsiyetler ve makamlar arasında çıkan anlaşmazlıklara sadece hakemlik etmiştir. Bu hakemlik, İnönü'nün iç politikaca zaafları bakımından, çok defa başvekile faydalı olmuştur. Atatürk ile farklarından biri de birincisinin hiç bürokrat olmaması, ikincisinin fazlaca bürokrat olmasıdır.

Daha ilk zamanlarda Atatürk'ün bir ''etraf'' meselesi olmuştur. Atatürk işi ehline verir, fakat hoşuna gidenle buluşur ve eğlenirdi. Yakın çevresinde idealistler vardı, entrikacılar vardı, menfaatçiler vardı. İsmet Paşa bu ''etraf''a karşı çekingen ve uzak, hatta sert durmuştur. Ona hatır için iş yaptırmağa teşebbüs etmek cesareti kimsede yoktu. Atatürk nüfuzunu da ona karşı kullanmağa imkân yoktu. Bu hâl, bilhassa nüfuz tüccarları arasında hoşnutsuzluk yaratıyordu. Sonra, herhangi biri nüfuz oyununa kalkışıp da haber alsa, Atatürk'e şikâyet ederdi. İsmet Paşa, Atatürk şerefini ve devrini nüfuz ticareti faciaları ile lekelenmekten korumak için daima ciddî ve tesirli müdahalelerde bulunmuştur.

Korkusu da ''etraf'' tahakkümüne ve eski Merkez-i Umumî komiteciliğine dönülmesi idi. Partinin hükûmet işlerine müdahalesini, bazan, çok sert önlemiştir. Doğrusu bu da biraz aşırılık hâlini almıştır. Meclis mürakabesinin pek zayıf olduğu o devirde partiyi canlı tutmak, halk ile kaynaştırmak ve partiye bir nüfuz tanımak da lâzımdı. İsmet İnönü hükûmet reisi ve parti umumî reis vekili idi ama, daima hükûmet tarafı haklı idi. Rahmetli Recep Peker gibi dinamik şahsiyetler parti umumî kâtibi olduğu zaman çatışmalar olur, rahmetli Saffet Arıkan gibi şef âşıklısı kimseler geldiği zaman çatışma dururdu.

Daha ilk günlerden Çankaya sofrasında ve iç çevrelerde İnönü aleyhine dedikodu ve tahriklerde bulunanlar olmuştur. Atatürk şahsî müdahalesini gerektirecek önemli meseleler olmazsa dinler, geçer, fakat başvekil aleyhine lâtife dahi etmezdi. Sofrasında en çok saygı gösterdiği, en çok nazını çektiği şahsiyet de İnönü idi.

Bu arada karşılıklı müdahaleler ve çatışmalar, fakat çok defa samimî anlaşma devri, Atatürk'ün ölümünden hayli önce başlayan rahatsızlığı sinirlerini bozup ona fazla titizlik, vehme yakın bir alıngınlık verinceye kadar sürdü. Gitgide başvekil aleyhindeki telkinler Atatürk'te yer tutmağa başlıyordu.

Burada eski deyimle bir ''istidrat'' yapayım. Uzun gecelerde, ara sıra, birtakım düşüncelerini dikte ettirmek Atatürk'ün âdeti idi. Notları çok defa ben tutardım. Kalabalık arasında:

- Bunları gazetene koyarsın, derdi.

Hâlbuki yine çok defa bu diktelerde bir ''dikişsizlik'', bir ''gelişigüzellik'' hâli olduğu için biz notları ertesi gün kaybederdik. Kendisine söylediğimizde: ''İyi ettiniz. Zâti mesele vakit geçirmektir,'' derdi.

Son yıllarda sofraya eski gazetecilerden biri, İsmail Müştak geldi. Atatürk'ün vaktiyle sevmediği bir adamdı da! Fakat sokulma ve yaranma yollarını pek iyi bilen biri idi. Birkaç defa o not tuttu. Ertesi günü de bir İstanbul gazetesine vermeğe kalktı. Kendisine geleneği hatırlattık. O bilâkis bundan faydalanarak Atatürk'e, sofrada şuuruna hâkim olmadığı dedikodularının dolaştığı vehmi verecek bir dil ile, pek el altından bizleri curnal etti. Atatürk ondan sonra, geceki notlarının gazetelere günü gününe konup konmadığını takip etti. Gerçi altlarında imzası yoktu ama, biz başkaları da biliyorlarmış gibi, sıkılırdık.

''Atatürk biraz içtikten sonra ne yaptığını bilmez. Hele şükür ki hükûmetin başında İsmet Paşa vardır.'' Binbir yoldan Atatürk'e bu telkin yapılmıştır ve bu yüzden son zamanlarda hükûmet adamları ile münasebetlerinde, eskiden olmıyan bir hâl, fazlaca bir sinirlilik hâli gelmiştir.

Meselâ bir aralık bir Bomonti bira fabrikası meselesi çıktı idi. Atatürk pek emek verdiği Gazi Çiftliği'nin verimli olması için de uğraşıp durdu idi. Çiftliği Ankara'yı bozkırlıktan kurtarabilecek teşebbüslerin bir deneme merkezi olarak benimsemiştir. Sonra da hükûmete devretti.

Ahmet İhsan Tokgöz, ki tam bir menfaatçi idi, İstanbul'daki Bomonti fabrikasının hisselerini almış ve idare meclisi reisi olmuş, İsmet İnönü'nün eniştesi Kudüslü Abdürrezzakı da idare meclisine almıştı. Her ikisi Ankara'da bira fabrikasının genişletilmesini önlemek ve Bomonti imtiyazını uzatmak için, Ankara fabrikasının gelir getirmiyeceği fikrini İsmet İnönü'ye telkin ettiler. Atatürk Umumî Kâtibi Hasan Rıza Soyak aracılığı ile Danimarkalı uzmanlara meseleyi inceletti. Onlar, eğer fıçılarla taşınıp Haydarpaşa'da şişelenecek olursa, Bomonti'ye bile rakip edeceğini söylediler. Son zamanlarda aralarındaki belli başlı bir anlaşmazlık bu idi.

Atatürk'le İnönü'nün ayrılışı, Niyon konferansı sırasında olmuştur.

İspanya iç harbi günlerinde Akdeniz'de kimlerin olduğu bilinmiyen denizaltılar dolaşıyordu. İngilizler bu denizaltıların hep birlikte avlanılması teklifini ileri sürmüşlerdi. Niyon konferansı bu maksatla toplanmıştı. Konferansta Türkiye'yi temsil eden Tevfik Rüştü Aras hükûmete yolladığı raporların bir kopyesini de Florya'da dinlenen Atatürk'e gönderiyordu. Son anlaşma metninde bir madde Atatürk'ün dikkatini çekti. Fransızca yazılmış olan bu anlaşma maddesinden Atatürk ''Fransa ve İngiltere devletlerinin Akdeniz'deki denizaltı korsanlığını önlemek için gerektiğinde Türkiye'den kuvvet yardımı istiyecekleri'' manasını çıkarmıştı. Yanında bulunan Umumî Kâtibi Hasan Rıza Soyak'a dönerek:

- Acaba hükûmet bu maddenin farkına varabildi mi? diye sordu.

O sırada Atatürk, Soyak aracılığı ile sık sık hükûmetle telefon konuşmaları yapıyordu. Soyak telefon görüşmesinde hükûmetin maddeden o manayı çıkarmadığını öğrendi. Bunun üzerine Atatürk, İnönü'nün dikkatini çekti. Başvekil bu uyarma üzerine adı geçen maddenin Türkiye'yi güç duruma sokabileceği vehmine düşerek Tevfik Rüştü'ye anlaşmayı imzalamaması için direktif verdi ve bunu Atatürk'e de bildirdi. Atatürk böyle bir tehlike olmadığı, bilâkis İngiltere ve Fransa bizi eşit büyük bir devlet saydıklarından bizim için pek faydalı olduğu, nihayet yapacakları bir müdahalede bizim zayıf harp gemilerimize ihtiyaçları da olmıyacağı cevabını verdi. Sonunda meselenin Tevfik Rüştü'ye yazılarak alınacak cevaba göre hareket edilmesine karar verildi.

Konuşmalar sırasında vakit ilerlemiş, Atatürk yatak odasına çekilmişti. Bir iki saat sonra İnönü'nün özel kalem müdürü Florya'yı arıyarak Soyak'a:

- Başbakanın Atatürk'e bazı tamamlayıcı maruzatı vardır. Not edip hemen kendilerine vermenizi rica ediyorlar, dedi.

Soyak şu cevabı verdi:

- Atatürk şimdi uykudalar. Uyandıramam. Zaten iki saat önce işin Tevfik Rüştü Bey'den sorulmasına ve gelecek cevabın beklenmesine karar verildi.

Bu cevap üzerine iş ertesi güne kaldı.

Olaydan birkaç gün sonra Atatürk Ankara'ya gitti. Hükûmete devrettiği çiftliği gezerken yeni dikilen birçok yemiş ağaçlarının bakımsız bırakıldığını görerek üzüldü. Ankara'da bira fabrikasının genişletilmesi konusunu da açtı. Ahmet İhsan Tokgöz ve Abdürrezzak İstanbul'da Bomonti fabrikası imtiyazının uzatılması için İnönü'nü baskı altına almışlardı. Hasan Rıza Soyak dedi ki:

- Başbakanın kaygısı yersizdir. İşi en ince teferruatına kadar yabancı uzmanlara incelettik. Fabrika genişlerse Doğu Anadolu'yu besliyecek, Bomonti ile rakiplik edecek, kâra da geçecektir. Başbakan isterse bütün belgeleri götürür, kendisine meseleyi anlatırım.

Atatürk:

- Bu akşam vekiller toplantısında görüşürüz, diyor.

Bu konuşmalar sırasında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya da yanlarında idi. Şükrü Kaya Atatürk'ün yanından ayrıldıktan sonra doğru vekiller toplantısına gitti. İsmet İnönü'ye:

-Paşam bu akşam köşke çağrılıyoruz. Bira fabrikası işi görüşülecek... dedi.

Akşam üstü heyet Çankaya'da toplanmak üzere dağıldı. Bir söylentiye göre huylanan Başbakan daha önce Anadolu Klübüne giderek iki kadeh viski içiyor.

Vekiller heyeti Atatürk'ün sofrasında toplanmıştır. Atatürk'ün karşısında İsmet İnönü, sağında Kâzım Özalp yer almıştır. Atatürk rahatsızlığını öne sürerek çay içiyor. Başbakan ve bakanlara içki verilmiştir.

Atatürk sözü çiftlikteki ağaçların bakımsızlığından açıyor. Tarım Bakanı Şakir Kesebir'den bunun sebebini soruyor. Kesebir yerine Başbakan atılarak:

- Sebebini adamlarınıza sorunuz, diyor.

Adamlarınız dediği, Soyak!

Atatürk bu çıkışa hayret ederek Kazım Özalp'a, Başbakanın işitemiyeceği bir sesle:

- Ne olmuş buna? İçmiş mi yoksa? diyor.

Derken Başbakan ikinci bir çıkış daha yapıyor:

- Ne oldu paşam size? Eskiden böyle değildiniz. Artık emirlerinizi hep sofradan mı alacağız? Aramıza Kara Tahsinler (1) giriyor. Konuşmamıza meydan vermiyorlar, diyor.

Atatürk gene soğukkanlılığını bozmadan:

- Efendiler anlaşılıyor ki, bugün fazla görüşemiyeceğiz. Siz rahatınıza bakın. Ben biraz dinleneceğim, diyor ve sofrayı bırakıyor. Vekiller de bir müddet sonra çekilip gidiyorlar.

Ertesi gün Atatürk İstanbul'a hareket etti. Ben de yanında idim. Önce İnönü'yü kompartımana çağırdı. Kendisine:

- Görev arkadaşlığımız bitmiştir. Ama dostluğumuz devam edecek, dedi.

İnönü iki eli ile yüzünü kapadı. Atatürk:

- Dinlenmelisiniz, dedi.

Sonra umumî kâtibi Soyak'ı çağırdı:

- İsmet Paşa biraz yorgun. İki ay dinlenecek ve yerine bir vekil bırakacaktır. Bu değişiklik için Millet Meclisini olağanüstü toplantıya davet etmek istemiyorum. Meclis birkaç gün önce Niyon antlaşmasını tasdik etmek için toplanmış ve dağılmıştır. Yeni bir toplantı içerde ve dışarda iyi karşılanmaz. Anayasaya bakalım. Böyle bir değişiklik için Meclisin toplanması lâzım mı, yoksa bir tezkere ile başkanlığa bildirmek yeter mi?

Soyak anayasayı getirdi. Okudular. Tezkere ile bildirmek yeter olduğu anlaşıldıktan sonra, Atatürk İnönü'ye dönerek:

- Yerinize kimi münasip görürsünüz? diye sordu.

- Kimi münasip görürseniz...

- Ben Celâl Bey'i düşünüyorum.

- Münasiptir efendim.

Bunun üzerine İsmet İnönü yanından ayrıldı ve kompartımanına gitti.

Soyak o sabah Atatürk'e:

- Efendim kardeşi ölmüştür. Evi bir yashane. Her sabah mezarına gidip ağlarmış, bağışlayın, demesi üzerine Atatürk:

- Daha iyi ya... Demek hasta. Dinlenmiye ihtiyacı var, cevabını vermişti.

İnönü ayrılıp kompartımanına gittikten sonra Atatürk, Soyak'a:

- Şimdi git, arkadaşlarına söyle. Bizde âdettir: Biri makamından ayrıldı mı, etrafındakiler ondan yüz çevirir. Dikkatlerini çekiyorum. İsmet İnönü'ye eskisinden fazla saygı gösterecekler, emrini verir.

Biz yemek salonunda masaya oturmuştuk. İsmet İnönü yanımızdan hızla geçti, yatak kompartımanına gitti. Biraz sonra Atatürk geldi, ellerini çırparak:

- Oldu bitti, dedi ve bahsi kesti.

Yataklarımıza çekildikten bir hayli sonra uyuyamıyarak dışarıya çıkmıştım. Şükrü Kaya'nın kompartmanını aydınlık gördüm. Kapısını vurdum. Açtı: Üst yatağa eşyasını yığmış, alt yatakta iki büklüm oturuyordu. Kompartıman cıgara dumanı ile dolu idi. Bana:

- Şimdi ne olacak? dedi.

Başbakanlık müjdesini beklediği besbelli idi:

- Bilirsin, sofrada yalnız İnönü'ye, Çakmak'a, bir de Bayar'a yer gösterir. Yeni Başvekil Bayar olacaktır, dedim.

Sıçradı:

- Nasıl olur? Garp Cephesi Kumandanı ve Lausanne'ı yapan İsmet Paşa'dan sonra...

- Benim görüşüm böyle... dedim.

İstanbul'da ertesi gün eski arkadaşı Ali Fuad Cebesoy'u yemeğe çağırmıştı. Öfkesi dinmemişti:

-Efendim hangi işi verdik de biz yardım etmeden başarmıştır? Kütahya muharebelerinde böyle olmamış mıdır? Lausanne'da böyle olmamış mıdır? diyordu.

İşte Atatürk'ün ölümünden sonraya kadar süren Celâl Bayar başbakanlığı devri böyle başlamıştır.

Atatürk'ün yakın çevresindeki İnönü aleyhtarları hemen kışkırtmalara koyulmuşlardı. Bunlara göre İsmet İnönü'ne bir büyükelçilik vererek onu memleketten uzaklaştırmalı idi. Atatürk'ün kendisine karşı zaafını bildiklerinden bir gün eski duruma dönüleceğinden çekinmekte idiler. Ara sıra sofrada:

- Paşam, Bayar'a emir buyursanız da İnönü ile buluştuğu vakit onun yanı gerisinde durmasa... Tam başvekilliğini takınsa... gibi sözler duyardık.

Atatürk üzgündü. Ben kendi bulunduğum meclislerde bu ayrılış meselesinin açıldığını, Atatürk'ün, bazı önemsiz tarizler müstesna, İnönü aleyhine konuşulduğunu işitmedim. Pek sık da yanına giderdim. İnönü de kışkırtıcıların çabalarını haber aldığından hayli vehimli idi. Yine de Atatürk'ü idare etmek zorunda idi. Bir gün stadyuma gittiği zaman gençlik pek heyecanlı gösteriler yapmıştı. İnönü böyle tertipler bilmez. Hele o sırada böyle tertiplerin Atatürk üzerine tesiri ne etkili olacağını herkesten iyi bilir. Fakat kışkırtıcılar bu vakadan alabildiğine faydalanmağa kalktılardı. İnönü, Dil Kurultayında Atatürk'le kısa bir sevgi yazışması hikâyesinin gösterdiği üzere, ayrılışının bir dargınlığa ve onun sebep olacaklarına varmaması için pek dikkatli idi. Geldiği ve gittiği zamanlar daima Atatürk'ü karşılamağa ve uğurlamağa giderdi. Bir grup toplantısında Atatürk'ün yakınlarından birinin daveti üzerine kürsüye gelerek Atatürk'le aralarında hiçbir mesele olmadığından, nesi var nesi yoksa hepsini Atatürk'e borçlu olduğundan bahsetti idi.

Bu sırada Atatürk'e zarfların üstünde ''huzur-ı âli-yi riyaset-penahiye'' yazılı bir hayli mektup göndermiştir. Atatürk öldükten sonra köşkteki kâğıtları ayıklamak hizmeti verilen Nafi Atuf Kansu ve arkadaşları bu mektupları İnönü'ye geri vermişlerdir.

Atatürk'ün hastalığı ilerledikçe kışkırtanlar arttı. Şimdi mesele eğer Atatürk ölürse, İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanı olmasını ve böylece kendi aleyhinde bulunanlara karşı bir öç alma teşebbüsünde bulunabilmesini önlemekti. Bunlar Fevzi Çakmak'ı kendileri için daha elverişli buluyorlardı. Fakat İsmet İnönü'yü Meclisten çıkarmak ve Fevzi Çakmak'ı Meclise almak için yeni bir seçim yapılmalı ve İnönü yine bir büyükelçiliğe yollanmalı idi.

Şunu söylemeliyim ki, bütün bu devirde Celâl Bayar dürüst kalmış ve kışkırtmalardan hiçbirine kulak vermemiştir. Elâzığ manevralarına beraber gitmiştim. Bana tahrik ve tahrikçilerden bahsetmiyerek demiştir ki:

- Yeni seçim yapılmasını ben Atatürk'e nasıl söyliyebilirim? Bu Atatürk'e, sen öleceksin, demektir, ben bunu nasıl yaparım? demiş ve hiç unutmam, şu sözleri ilâve etmişti:

- Öyle anlaşılıyor ki, Rusya'da Lenin'den sonra onun tabiî halefi Troçki imiş. Yerine Troçki'yi geçirmemek ve Stalin'i geçirmek için milyonlarca insanın kanı dökülmüştür. Bizim böyle facialara tahammülümüz yok.

Şurası da var ki, hemen bütün Meclis Atatürk'ün hastalığı ne kadar ağır ve tedavisiz olduğunu biliyordu. Mecliste hâkim kanaat, Atatürk'ten sonra tek rejim teminatının İnönü olduğu idi. Tahrikçiler muvaffak olabilseler ve Meclisi yenileme teklifini getirtmiş olsalar bile, bunun muvaffak olabilmesi ihtimali yoktu.

Gene son zamanlarda kendisini sevenler İsmet İnönü'ye karşı bir suikast tehlikesini önlemek için tedbirler almışlardı. O zamanki Emniyet Umum Müdürü, bir tehlike sezildiği vakit, İnönü'yü kaçırmak ve gizlemek tertiplerini dahi düşünmüştü. Çankaya'daki İnönü köşkü sıkı koruma altında idi.

Burada Atatürk'ün vasiyetnamesi üzerinde de biraz durmak doğru olur. Vasiyet etmek, ölmek ihtimalini düşünmek demektir. Atatürk kendinden umutlu değildi. Ölümünden sonra İsmet İnönü ile ayrılışının türlü tahriklere sebep olacağını düşünmüş olmalı idi. İnönü'nün çocuklarına maaş vasiyet etmesinin sebebini böyle yorumlayanlar vardır. Bazıları Atatürk'e İnönü'nün öldüğü söylenmiş de, o da buna inanmış da çocuklarına maaş vasiyetini onun için yapmıştır, sözünü çıkardılardı. Baştan başa yalandır.

En yakınlarının bana anlattıklarına göre Atatürk:

- İsmet'in parası yok. Bir kardeşi var, zenginse de ona hayrı dokunmaz, demişti.

Atatürk, İsmet İnönü'nün parası olduğunu bilirdi.

Atatürk'ün kendisini de bir ''halef vasiyetine'' meylettirmek istiyenler olmuştur. Kendileri hesabına! Atatürk kendinden sonrasına kendisinin hâkim olamıyacağını bilirdi. O büyük bir realistti.

¯ 3 ¯

Geriye doğru bir tenkit denemesinde bulunalım.

Atatürk devrinde vatan kurtulmuştur. Yalnız bu şeref, bir vatandaşın millî tarihin en büyüklerinden biri olmasına yeter.

Osmanlı İmparatorluğu kalıntısı üzerinde kurulan yeni devlet, Lausanne Antlaşması ile, eskisinin yarı-sömürgelik şartlarını yıkmıştır. Türkiye Türklüğü Batı'nın egemenlik ve baskısından kurtulan ilk millet olmuştur. Afrika'da Yakın ve Uzakdoğu'da sömürgecilik düzeninin tasfiyesi, Türkiye'de başlamıştır. Bu bakımdan Atatürk milletlerarası bir kurtuluş kahramanı şerefini de kazanmıştır.

Atatürk devrimleri Türkiye'de teokratik Ortaçağ devlet geleneklerini silip süpürerek kadını, vicdanı ve tefekkürü hür kılmıştır. Ümmetçiliğin yerini milletçilik almıştır. Ziraat ve ticaret kaynakları Türklere mal edilmiştir. Millî endüstri doğmuştur. Millî bankalar kurulmuştur. Yabancı ve imtiyazlı şirketler millîleştirilmiştir. Yazı ve dil değişerek, Türk kafası Arap kültürü köleliğinden sıyrılmıştır.

Bu devrimlerden her biri bir vatandaşı millî tarihin pek büyüklerinden biri kılmaya yeter.

Atatürk devrinin zaafları, Atatürk'ten sonraki demokrasiye geçiş devrinde belirmiştir. Başlıca zaaf, eğitim yolu ile, devrimlerin ve yeni düzenin halk yığınlarına sindirilememiş olmasıdır. Atatürk devrine tek parti devri diyoruz: Bu bir karma parti idi. Disiplini devrimlerimize inanıştan doğmuyordu. Bilâkis Atatürk devrinin zaafı, devrimci bir tek parti rejimi olmamasıdır.

Biz uzun ekonomi tartışmalarına girişmemekle beraber, Türkiye'nin topyekûn kalkınma davası hiçbir zaman tam ''alafranga'' bir kafa ile ele alınmamış olduğunu söylemek isteriz.

Atatürk partisi Nazilik ve faşistlik gibi, demokrasiyi yıkmak hedefini güden bir parti değil, bilâkis demokrasiyi hazırlıyan, rejimi ''kayıtsız şartsız millî hâkimiyet''e doğru götüren bir parti idi. Anayasasının özü bu idi. Demokrasi ile tek dereceli seçim devri de gelir. Tek dereceli seçimle memleket idaresini halk yığınlarına teslim etmek davasında bulunan bir diktatör, yeni yetişen kuşakları ilk sivil okul eğitiminden geçirmeyi başkaygı edinmeliydi.

Din meselesi halledilmeli idi. Atatürk devri lâiktir. Lâisizm, din ve dünya işlerini ayırmak demektir. Daha ilk günden lâisizm, halk yığınlarına ''dinsizlik'' hareketi diye telkin edilmiştir. Halk camilere gidiyordu. Dinî görevlerini yapıyordu. Fakat kendisine kılavuzluk edecek devrimci din adamları yetiştirilmediği için, eski hocalık hiçbir zaman olmadığı kadar kaba, cahil ve mütaassıp bir yobazlık hâlini alıyordu. İmam-hatip okullarında ilk öğrenilecek şey, lâisizmin bizzat Müslümanlığın da kurtuluş davası olduğu idi. Devlet din işlerinden elini büsbütün çekecekse, din işlerini topluluğa da bırakacaksa, yine her şeyden önce bu mesele halledilmiş olmalı idi.

Bugün de bu ikisini yapmak, tam ve çabuk yapmak zorundayız: Bütün halk çocuklarını, kız oğlan, sivil ilkokul eğitiminden geçirmek, inkılâp Türkiyesinin medeniyetçi, vicdan ve tefekkür hürriyetçisi yeni din adamlarını yetiştirmek!

Serbest bir mürakabenin ister istemez işlemediği bir devirde tenkit edilecek çok şeyler bulunabilir. Ama bunlar ''teferruat'' olmaktan çıkmaz. O devrin büyükleri, daima, kolayca tenkit edilebilecek küçüklüklerini gölgede bırakacaktır.

Bu görüşlerimi Atatürk devrindeki yazılarımda da bulabilirsiniz. Roman adlı kitabımdaki ''Gazici'' ve ''Kemalist'' bahsi o devirde yazılmıştır. Halk yığınlarının eğitimi davası Yeni Rusya kitabının belli başlı konusu idi.

Atatürk büyük stratejliği ve politikacılığı dışında, umumî kültürü ister istemez zayıf bir Osmanlı subayı idi. Dinler, kavrar ve yapardı. Paha biçilmez bir enerji kaynağı idi. Kendi devrindeki hükûmetler bu kaynaktan tam faydalanmayı bilmemişlerdir. İnönü hükûmetleri hiçbir zaman dinamik olmamıştır. İnönü'nün vekil tipi ''bürokrat''tır. Vekilleri arasından dinamikçe olanlar Atatürk tarafından kendisine zorlananlardır.

Atatürk ''bir Nehr-i muazzam gibi cuş etti, fakat çorak yerde akıp gitti.''

ANI VE FIKRALAR

Sac Soba

İstasyon, sonra bataklık, sonra mezarlık ve derme çatma Karaoğlan'dan sonra yangın yeri, onun sonunda da kerpiç ve hımıştan, kaldırımsız veya Arnavut kaldırımlı, eğri büğrü sokaklı bir köy... Ankara bu idi.

Kadınlar şehri hiç sevmediklerinden evlilerin de dörtte üçü bekâr. Yerli kadınlar sokağa çıkmaz. Bir lokomobilden alınıp iltimaslı yerlere ancak verilebilen elektriğin yanar söner petrol ışığına lüks lâmbasını tercih ederdik. Onu da sık sık pompalamak lâzımdı.

Harpler olanı biteni tükettiğinden, Hristiyan göçü de çarşıları beraber süpürüp götürdüğünden hiçbir şey bulamaz, hiçbir şey yaptıramazdık.

Hep sıkılıyorduk. Atatürk de öyle. Fakat yeni başkent fikrini yerleştirmek, gözleri İstanbul'dan ayırmak için bozkırda bir sürgün ömrü geçiriyordu. Biz onun evine gitmekle biraz avunuyorduk. Çankaya'da avlusu havuzlu ortanca bir yazlıkta otururdu. Tek cazibesi Atatürk'ün meclisi, konuşmaları, hayatiyeti ve yaratma iradesi idi. Dağlar, tepeler, yollar, akşam kararınca arabaları ahıra ve halkı kafesler arkasına çekilen kasaba halkı, bütün o çöl boşluğu ebedîye benziyen bir ''susma'' veya ''somurtma'' hâlinde idi. Hemen hemen yalnız onun sesi geliyor, onun bakışları ışıldıyor, yalnız onun o tükenmez ve ilâhi ihtiraslı ruhu soğuğu ısıtıyor, boşu dolduruyor, ıssızlığı gideriyor, Ankara'ya bütün müjdeleri getirici bir yolculuk bekleme hâli veriyordu. Sanki buraya her şey ufuklar ötesinden gelecek, gökler üstünden inecekti.

Akşama doğru ayaklar evlere doğru sürüklenirdi. Hava karanlıksa hâlâ kül kokan yangın arsaları arasında cep fenerlerinin yanıp söndüğü görülürdü. İstanbul'dan gelip de mahkûm imişler gibi yaşayanlardan pek çoğu geçmiyen saatleri içerek öldürüyorlardı.

Atatürk de bıkar, ara sıra arkadaşlarına gitmek isterdi. Bir akşam Lâzistan Milletvekili rahmetli Rauf'un evinde idik. Küçük bir odada, ikide bir pompalanan lüks lâmbası altında ve kızması ile soğuması bir olan sac sobanın karşısında, masa etrafına toplanmıştık. Hizmetçiler koşup:

- Paşa hazretleri geliyor, diye haber verdiler.

Rahmetli Rauf bu odaya sığışmayacağımızı gördüğünden:

- Çabuk sobayı öteki odaya götürün! dedi.

Sac soba, gaz sandıkları üstüne konmuştu. Borusu dosdoğru duvar deliğine giriyordu. İki hizmetçi sandıklar ile sobayı, bir mangal taşıyormuş gibi, öteki odaya geçirdiler. Mustafa Kemal Paşa da, dar, karışık ve karanlık merdivenlerden henüz çıkmıştı.

Sonra içi raflanmış yük açıldı. Hiçbir bardak ve kadeh yanındakine benzemiyordu. Birkaç kişi de beraber geldiğinden yine birbirlerine benzemeyen ayrı biçimde ve renkte, kahve fincanları çıkarılmıştı. Masanın üstü birkaç bezle ancak örtülebilmişti.

Başkentte devlet reisi ve arkadaşlar!

İkide bir:

- Ahmet, lâmbayı pompala! sesi duyuluyordu.

Sonra birden genç kahraman yeni Türkiye hayallerini anlatmaya başlıyordu. Yavaş yavaş tahta peykeler üstündeki esrarkeşler rüyası ile sarıldığımızı hissediyorduk. Masa bir cennet sofrasına dönüyor, lâmba bir güneşi andırıyor, oda bir saray parçası havası içine giriyor, ''gelecek'', o zamanki Ankara'da bir serap gibi bile görünmeyen ''gelecek'' gözlerimizde canlanıyor, bir eski masaldaki peri kızı gibi atlı akıncıların, hemen hemen nal seslerini duyar gibi oluyorduk. Bütün gün içimizde yavaş yavaş, birer birer bütün ölmüş olanlar diriliyordu.

Bir inanmışın iradesi nasıl mucizeler yaratıcısıdır, onu biz en çok tozunda boğulduğumuz, çamuruna saplandığımız, kaldırımsız, ışıksız, yuvasız, bahçesiz, bomboş Ankara'nın o günlerinde ve gecelerinde görmüşüzdür.

Meclisleri

¯ 1 ¯

İlk gençliğinden son günlerine kadar kendisini tanıyanların hepsi için Atatürk adı, sofra sohbetlerini hatıra getirir. Dostları ile akşamları sofra başında buluşmak ve geç vakitlere kadar konuşmak âdeti idi. Pek azı zevk ve eğlence meclisi olmuştur. Bunlar da, hani okullarda tatil saatleri vardır, öyle bir şeydi. Saatlerce pek ciddi şeyler okur, yahut yazardık. Beyninin hiç yorulduğunu bilmiyorum. Hastalandığı yıllara kadar da şaşırtıcı bir hafızası vardı.

Orduda iken askerlik meseleleri, sivilde iken devlet ve devrim meseleleri, hepsi, bazen sabahlara kadar sofrada görüşülmüştür. Söyler ve dinlerdi. Yalnız kendi düşündüklerini herkese anlatmak değil, herkesin düşündüğünü de kendi anlamak, türlü memleket seslerini duymak meraklısı idi. Sentezci bir dehâsı vardı. Birkaç saatlik dağınık ve sıçramalı sohbetlerden sonra, derleme ve toparlama yapar, mantıklı açık ve iyice çerçeveli bir tefekkür eseri verirdi.

Bilmediklerini, sofralarında bildiklerinden öğrenirdi. Davetlileri daima pek çeşitli olmuştur. Ateşli ve gururlu bir milliyetçilik, eğilip bükülmez bir irade ve kendine güven duygusu şahsiyetine hâkimdi. Sevdiklerinin ve birlikte bir şeye inandıklarının tenkitlerine, itirazlarına, tartışmalarına inanılmaz bir katlanışı ve hoşgörürlüğü vardı.

Türk dili ve Türk tarihi meseleleri, onun sofrasında tam bir fakültelik zaman tutmuş olduğunu tahmin ediyorum. Tebeşirli kara tahta karşısında idi. Bakanlar, profesörler, milletvekilleri hep o tahtaya kalkmışızdır. Ondan başka hepimiz yorulur ve doğrusu biraz da usanırdık.

Savaş ve devrim günlerinde, meseleler konuşulduğu sırada hiç içmez veya pek az içerdi. Ne askerliğinde, ne de sivil hayatında geç kalmak, hatta sabaha kadar kalmak onu vazifesinden alıkoymamıştır. Kendisinde bir zaaf ve "lâubalîlik" sezilmesi ihtimaline karşı pek titizdi. Pek efendi bir ev sahibi ve eski Osmanlı deyimi ile pek de ''edepli'' idi.

Rahmetli Reşit Galip'in çok defa yanlış yazılmış bir vak'ası vardır. Atatürk'ün bir yabancı lokantacıya vermiş olduğu bahşiş meselesini, biraz içkili olduğu için, mübalâğa ile tartışıyordu. Atatürk:

- Galiba rahatsızsınız, biraz dinlenseniz... dedi.

- Burası milletin sofrasıdır. Ben milletin sofrasında oturuyorum, cevabını verdi.

Atatürk hiç bozmayarak:

- Beyefendinin hakkı var. O hâlde biz sofrayı terk edelim, dedi. Herkes ayağa kalkıp çekildiler.

Birkaç gün sonra idi. Reşit Galip yine davetliler arasında bulunuyordu. Bir hayli zaman geçtikten sonra Atatürk:

- Bana iki nefer çağırınız, dedi. İki nöbetçi içeri girdi. Reşit Galip'i işaret ederek:

- Beyenfendiyi dışarıya götürünüz, dedi.

Kucakladıkları gibi çıkardılar. Reşit Galip bilmeyerek yaptığı eski hatasından utanıyordu. Sıkılarak tekrar sofraya geldi. Atatürk'ün neyi anlatmak istediği belli idi.

O saatten sonra Atatürk en çok yine onunla keyifli keyifli konuştu idi.

¯ 2 ¯

Atatürk gösterişçi, alâyişci ve ''zevahir'' düşkünü değildi. Arnavut Kralı Zogo'yu Tirana'da bir Osmanlı generalinin konak bile denmiyecek evinde görmüştüm. Hava, bir saray havası idi. Atatürk İstanbul'a geldikçe Osmanlı padişahlarının sarayında kalmıştır. O oturduğu kadar Dolmabahçe Sarayı'nın havası, bir ev havası idi. Bir general olması gereken başyaverlerini daima küçük rütbeli subaylar arasından seçmiştir.

Atatürk görev başında hiçbir lâübalîliğe yer vermeyecek kadar ciddî, hususî yaşayışında ise dostlarının her türlü nazını çekecek kadar samimi idi. Protokol, boğazını sıkan dar ve katı bir yaka gibi kendisini her vakit rahatsız etmiştir ve onu hususî yaşayışı içine hiç sokmamıştır. Sofrasında kimsenin yeri belli değildi. Yalnız rahmetli Fevzi Çakmak'a, İsmet İnönü'ye, ara sıra evine gelen ordu ve hükûmet şahsiyetlerine yanında yer gösterirdi.

Bununla beraber ''dış görünür''ün ve ''dekor''un içtimaî münasebetlerde büyük önemi olduğunu bilirdi. Onun için giyinişine ve ev içi düzenine pek meraklıydı. On beş yıl yanında bulundum, hususî odalarına girdim, günün çeşitli saatlerinde evine gittim: Kendisini bir defa bile tıraşsız, rahatsız olduğu vakit velev pijamalı da olsa, üstüne başına titizce itinasız görmedim.

İstanbul'daki evleri, Çankaya'daki evi ve son köşkü hep kendi hususî dikkati altında idi. Hafife alınmak, aşağıda ve altta görünmek, kolayca tenkit edilecek kusurları ve eksikleri bulunmak, hele gülünç olmak pek korktuğu şeylerdendi.

İş başından artan ömrü, sofrada geçmiştir. Bu bir içki ve cümbüş sofrası değildi. Dostları ile hatta düşmanları ile sohbet ve tartışma meclisi idi. Atatürk hayallerini, tasarılarını, ıstıraplarını, hatıralarını, ta genç subaylığından son zamanlarına kadar sofrasında anlatmıştır. Selânik'te askerî dehasını tanıtan ''tatbikat'' oyunlarına sofrasından kalkarak gittiği gibi, her devrim gününün başlangıcı da bir sofra sabahı idi. Eğlence âlemi, aşıp taştığı yer de yine sofra meclisi olmuştur. Bu ne zaman bir zevk ve eğlence, ne zaman büyük taarruzu hazırlayan bir kumanda heyeti ve ne zaman en çetin devlet işlerini karara bağlamak topluluğu idi, tahmin edemezdik. Fakat misafirlerinin çeşidine göre az çok hangisine hazırlanacağımızı bilirdik. Bazan, bir meseleyi daha fazla deşmeğe misafir çeşidi elverişli olmadığı zaman, ''Galiba yorulduk!" der, meclise son verir, vedalaşmak üzere elini sıkanlardan bir takımına: ''Teşekkür ederim'' birtakımına usulca: ''Siz biraz daha kalınız!'' derdi. Nice sırlarını yıllarca vicdanı içinde tutan Atatürk'ün, ağzından kaçırmışa benzeyen ''gevezelik''lerin yüzde doksanı hesaplı ve tertipli idi.

Sırlarını ''ağızdan kaçıran'' Atatürk, bazı olayları hiçbir zaman anlatmamıştır. Yahut pek mahremlerine söylemiştir de ben bilmiyorum. On beş yıl hususî meclislerinde bulunan benim duymayışım dahi, vaktiyle hatıralarını bana anlatmış olduğu düşünülecek olursa, dikkatte tutulmaya değer.

¯ 3 ¯

Atatürk cömert değildi. Elinin dar olduğu bile söylenebilir. Kendisine gelen hediye kravatlardan birer tanesini alabilmek için neler çektiğimizi hatırlıyorum.

Buna rağmen pek ''misafirperver'' ve ikramcı idi. ''Hâl bilir''di. Bir akşam sofrasına bir genç arkadaşla birlikte gitmiştik. Bu genç, Atatürk'ü ilk defa dinliyordu. Coştu, içti ve hastalandı. Kalkamadı ve hastalığı kötü tesirini sofra başında gösterdi. Bu gencin gönlünde hiçbir utanç azabı kalmamak için, Atatürk kendisini iki üç gece daha arka arkaya sofrasına davet etmişti.

Atatürk'ün devlet ve hükûmet hizmetinde kullandıkları arasında güzeli çirkini, sevimlisi sevimsizi vardı. Fakat sohbet meclislerinde bulunabilmek için şu veya bu türlü bir ''sevimlilik'' şarttı: ''Karşımda çirkine tahammül edemiyorum'' derdi.

Kendisiyle anlaştıklarına inandıkları için, hastalığı yüzünden asabi muvazenesinin bozulduğu son yıllara kadar, pek müsamahalı idi. Meclisinde dilediklerinizi söylememek için, pek hesaplı bir dalkavuk olmaktan başka, hiçbir sebep yoktu. Onun için Atatürk'ün meclislerinde ileri geri konuşmaların bir cesaret misali olarak anılması gülünçtür. Ara sıra bu konuşmalar aykırılığa kadar gider, sabahleyin bir iç sıkıntısı ve bir şüphe duyulurdu. İlk fırsatta kusurlarını affettirmek isteyenlere, hafızası en kuvvetli melekesi olan Atatürk: ''Bir şey mi oldu? Ben hatırlamıyorum ki...'' derdi.

Sofra bir imtihan meclisi idi de! Hiç söylemeksizin, hissettirmeksizin, bir vazifede kullanacağı adamları, içki âleminin pek elverişli olduğu türlü yönlerden yoklardı. Hükmünü kolay verir, çok defa aldanmazdı.

Omiros'un (Homeros) kahramanlarından biri idi. Bu tabiînin üstünde ve dışında bir mizaçtır. Normal münasebet ölçüleri içine hapsolamaz. Bu mizaç, ancak aşırı şevk kaynayışları içinde hayatiyetini koruyabilir. Vatan kurtuluşu davasının başlangıcı, Samsun iskelesinde ''tek başına Mustafa Kemal''dir. Ve gerçekten tek başınadır. Bu bir kahramanca hayat kaderidir. Kilometrelerce etrafını ışığa ve enerjiye boğan coşkun çağlayanda durgun sudaki salkım söğüt aksini arayabilir miyiz? Amiyane olsa da eski yaveri Salih Bozok'un şu hikâyesi Atatürk tenkitçilerine iyi bir cevap olabilir. Bir gün Salih Bozok'a bazı tanıdıkları:

- Tarih sizi mesul edecek. Çünkü Atatürk'e içiriyorsunuz. Geceleri uykusuz geçiyor. Sefahat yaptırıyorsunuz ve ömrünü kısaltıyorsunuz, derler.

Salih der ki:

- Tarih ne diye bizi mesul tutacakmış? Mademki iş dediğiniz gibidir. Bizim heykellerimizi dikecek. Atatürk'ü, biz idare ediyorsak, yalnız içirip sefahat ettirmiyoruz ya, İzmir'i de biz aldırıverdik, cevabını verir.

Atatürk sofrasının yıllar süren şevki ve neş'esi, Cumhuriyetin 10 uncu yıl dönümünden bir müddet sonra yavaş yavaş kaçtı. Hekimlerin üstüne kondurmadıkları yıkıcı illet, karaciğerini yiyor ve sinirlerini yıpratıyordu. Eşsiz hafızası sönüyor, sağduyusu kararıyordu. Atatürk'ün tahammülü ve müsamahası azalıyor, irade, zekâ ve kudretinden şüphe edildiğini sanmak kompleksi, sık sık asabiyet nöbetlerine sebep oluyordu.

Kurtuluşçu

Tanzimat'tan sonra iki çeşit adam yetişmiştir. Biri Garp taklitçisi ve Garp mahkûmu. Tepeden tırnağa "alafranga" cilâlı adam. Milletinden ve memleketinden de uzaklaşmıştır. Milletinden umutsuzdur. Ve memleketinin kendisini benimsemediğini de bilir. Frenk doğmadığına pişmandır. Ancak Düvel-i muazzama kontrolü altındaki bir Türkiye'de hayat hakkı olduğuna inanmıştır. "Bu millet adam olmaz," ona göre. Bu milletin ona borcu, ya içeride rahat ve refah içinde yaşatmaktır, ya elçilikler kadrosunda ona yer, konak ve araba ve altın vermektir.

İkinci tip, nasyonalisttir. Osmanlı nasyonalisti ve Türk nasyonalisti. O, kurtuluşun Garplılaşmakta, milletin ve memleketin Garp toplulukları içine katılmasında ve medenîleşmesinde olduğuna inanmıştır. Şerefçe, gururca ve zilletçe kendini milletinden ayırmaz. Memleketçe ve milletçe kurtulmak çaresi aramalıdır:

- Niçin bunu yapacak bir millî kahraman çıkmamalı?

Ve niçin o kahraman kendisi olmamalı? Mustafa Kemal'in ilk benliğine kavuştuğundan beri, şuur altını ve üstünü kıvrandıran "mesele" budur. Kendisi için ne arasa bulabilir. Sarayda rütbe bol. Nişan bol. Maaş ve atiyye bol. O, yalnız kendisi için arasa bulurdu. Onun yaşından biraz yukarı mareşaller rejimi idi.

Sanatına ve askerî dehasına güveniyordu. Yalnız buna dayanıyordu. O bir kuru kabadayı değildi. İnsanın kendini boşuna harcamasından topluluğun bir şey kazanmıyacağını pek iyi anlayanlardandı. Topluluğu kendine doğru çekmenin, topluluğu kendine bağlamanın, bendetmenin fırsatını aramalı ve bulmalı idi. Bir defa bu olursa, her şey olmuştur.

Manevradan manevraya, bu askerî hareketten o askerî harekete, Trablus çöllerine, Çanakkale siperlerin, doğu dağlıklarına koştu. Tanınmalı, aranmalı ve inanılmalı idi. Kim bilir benzerlerinden niceleri, nice binleri ve yüz binleri bu maceralardan birinde ölmüştür? Kim bilir kader milletleri kaç bin Mustafa Kemal'den mahrum bırakmıştır? Taliin ona yardımı onu kendi saatine yetiştirmek oldu. Sonrası kolaydı. Sonrası elinde idi. Ne yapacağını biliyordu.

Ne Trablus harbine, ne Birinci Dünya Harbine inanmamıştı. Yine kaybedecektik, fakat o, bir millî kahraman olabilmek için, son kazanç ümidini kendinde aratacak dehâ ve karakter hünerlerini göstermeli idi.

Bozgundan ve her şey bittikten sonra, Pera Palas salonu camlarının arkasında açık güzel başı ile, Beyoğlu caddesinden pek tutumlu tavrı ve temiz üniforması ile göründüğü zaman:

- İşte o... diyorlardı.

O.. Mustafa Kemal! Samsun'a ayak bastığını hapishanedeki eski siyasî hasımları duydukları zaman:

- Mustafa Kemal Anadolu'ya gitti ha.. O yapar, diyorlardı.

Gün olacaktı, kumandanlar ondan yüz çevireceklerdi. Gün olacaktı, bir vilâyet, on vilâyet, yirmi vilâyet ona karşı ayaklanacaktı. Fakat iş işten geçmişti. Büyük sanat ve karakter artık başta idi. Güçlüklerin hepsi, ona yenilecek olanların, daha zayıfların, daha basiretsizlerin, daha sabırsızların marifetleri idi.

Mustafa Kemal kimdir? Bir milletin uğrayabileceği en ağır buhranlar içinde, en vasıtasız bir milleti en vasıtalı dünya devletleri ile döğüştüren ve kurtaran adam! Sonra kurtuluş zaferi gibi eşsiz bir şanı ve şerefi, milletinin dostu sandığı gerçek düşmanına karşı, hiçbir şeymiş gibi ortaya atan ve savaş silâhı olarak kullanan, vicdan ve tefekkür hürriyeti uğruna göğsünü vatandaş kurşunlarına geren adam!

Şüphesiz, bütün şartlar bir araya toplanıp tartılınca, asrının en büyük adamı idi.

Para

Taşhan, Kuvay-ı Milliye Ankarasının oteli, şimdiki Sümerbank'ın yerinde idi. Üstü han odaları ve altı ahır!

Keçiören taraflarında oturan Maliye Bakanı Hasan Saka'nın atı da bu ahıra bağlanırdı. Bütün hükûmet şimdiki vilâyet binasında idi. Bugün saraylara sığmayan bakanlıklar, o zaman iki üç oda ile yetiniyorlardı. Hasan Saka da işi bitince dairesinden çıkar, atını çözer, bir müddet iskemle safası ettikten sonra evine dönerdi. Osmanzade Hamdi'den duymuştum. Yunus Nadi'nin çıkardığı Yeni Gün gazetesinde rahmetli dostumuza arkadaşlık ediyordu. Ankara'da bir gazete nasıl çıkar, kaç tane satar, o masrafların altından nasıl kalkar, şimdi kolay kolay tahmin edilemez. Gazete bağımsız olmakla beraber hükûmetin yardım etmesi lâzımdı. Yardım edecek makam da Maliye Bakanlığı. Pek sıkışık bir günün akşamında Osmanzade, Hasan Saka'yı, atının dizgini elinde, evine gitmek için kalkmak üzere iken bulur:

- Aman biraz para! diye yanına sokulur.

Hasan Saka, hiç tınmadan:

- Anahtarına da lüzum yok ki.. Kasayı açık bıraktım, git bak, içinde ne bulursan al, cevabını verir.

Dünyada devlet değil, şöyle böyle ehemmiyetli hiçbir anonim şirket Anadolu devleti kadar az sermaye ile kurulmamıştır. Çeteciler haracına son verilmekle beraber, halkın vergi takati tam bir tükeniş hâlinde idi. Asıl amansız zorluk büyük taarruzdan önce görülmüştür. Taarruz için ne lâzımdı, bilir misiniz? Bugün Ankara'da yaptırdığımız bir iki apartmana döktüğümüz kadar para! Maliye Bakanı:

- Benim bildiğim iktisat ve maliye ilminin gösterdiği yollara göre bir santim bulmamıza imkân kalmamıştır, diyordu.

Yeni zenginlerimizin bir gecede bakara masasına döktükleri kadar para için vatanı kurtarmaktan vazgeçmek! Tabiî buna imkân yoktu. Sakarya'dan önce de duruma şu çare bulunmuştu: Kimin nesi var nesi yoksa yüzde kırkı devletindir, kararı ile yoktan varlık icat etmişlerdi. Yani Türkiye'nin fazilet ve fedakârlık çağı idi.

Zafer oldu da genişledik mi? Hayır. Âşar usulünün kötülüklerini ıslah edeceğimiz yerde bir demagojik hamle ile bütçenin bu en verimli kaynağını kuruttuk. Yüz küsur milyonluk bir bütçe ile dört harpten çıkan, yanmış, yıkılmış, dağılmış, üstelik yüz binlerce göçmen barındırmak zorundaki Türkiye'nin hemen hemen "yoktan bir daha varoluş" mesuliyetini yüklendik.

Maaş azlığından subaylar durmadan istifa ediyorlardı. Durum o kadar tehlikeli idi ki bizzat Mustafa Kemal Paşa, kapalı bir oturumda, kürsüye çıkarak orduya hemen bir milyon lira bulunmasını istemişti. Ama memurlar da aynı hâlde idi. Meclis yalnız ordu için bir istisna yapmaya yanaşmıyor, o gün pek hatipliği tutan Mustafa Kemal'e karşı bir "atlatma" çaresi düşünüyordu. Nihayet bir teklif geldi:

- Efendim, bir defa bütçede buna imkân olup olmadığını anlamak için meseleyi yarına bırakalım.

Maliye Bakanı yoktu. Daha dün yerine bir vekil seçilmişti. Bu vekil hiç tereddüt etmeden:

- İmkânı vardır efendim, demesin mi?

Kimse ses çıkaramadı ama, söven sövene idi:

- Bire dalkavuk, daha dün vekilin vekili seçildin, ne vakit bütçeyi okudun? gibi sözler işitiliyordu.

Kör lâkaplı rahmetli Ferid'i Meclis bahçesinde gördüm. Hakkında söylenenleri tekrarladım. Omuzlarını silkti:

- Daha bütçeyi elime alınca ne görsem beğenirsin? Kâğıt parayı kıymetlendirmek için her yıl bir milyon lira yakmayı düşünmüşler. Yakacak yerde zabitlere veririm, dedi.

Bir Yasak

Dilâver pek sevimli bir Rumeli delikanlısı idi: Ankara'ya ilk gittiğimizde kendisini Polis Müdürü olarak bulmuştuk.

Bir hikâyesi vardır: Kuvay-ı Milliye devrinde şehirde bir kerpiç delik edinebilmek bile pek zor ele geçer nimetlerdendi. Polis Müdürlüğünün tevkifhanesi de alt katta bir odadan ibaret. İçki yasak olduğu için, kaçak. Kaçak olduğu için de yarı-zehir. Bir iki azılı sarhoş gelse Dilâver'in yeri var. Fakat daha fazlasını kendi odalarına alması lâzım. Bir çare bulmuş: Bir gün yakalayıp getirdikleri bir deliyi alt kattaki tek odaya koymuş. "Deli sarhoştan yılar," demişler ama, doğru olmadığı orada meydana çıkmış. İlk tutulan sarhoş sırıta sırıta saldırma alâmeti gösteren delinin karşısında sinmiş ve bir köşeye büzülerek sabahı güç etmiş. Haber, şehre yayılınca bu yaygaracı sarhoşluk vak'alarından eser kalmamış.

İçki yasağı kanunu, bir fıkramda anlattığım gibi, ilk Meclisten bir sağlık değil, bir şeriat kanunu olarak çıkmıştı. İçki yasağı yürüyor, içki de içiliyordu. Rakının bir adı "Dilâver suyu" idi. Çünkü yobaz diktası olduğu için herkesi kızdıran bu yasak zamanlarında en iyi içkiyi Polis Müdürü çıkarıyordu.

Lokantaların bir köşesi vardı: İçenler oraya sokulur, dışarıdakiler de farkına varmaz görünürlerdi. Çok kimse rakısını bağında çekiyordu.

Zaferden sonra yasak İstanbul'a da geldi. Orada da, Amerika'daki içki yasağı devrinde olduğu gibi, elaltı ve kaçak ticareti aldı, yürüdü. İkinci Mecliste yobaz kalabalığı hayli olduğundan durumu tabiîleştirmek için teklif getirmeye kimse cesaret edemiyordu. Hocalar kıyameti koparmaya hazırlanmışlardı. Hatta polisin ihmaller gösterdiği rivayetleri üzerine ve tam büyük devrim günlerinden bir hoca kürsüden:

- Medreseleri kapıyorsunuz, meyhaneleri açıyorsunuz, diye bağırıyordu.

Nihayet yine yobaz fetvacılığı imdada yetişti: "İçki satın alınabilir, çünkü dinlerinde bu yasak olmayan tebaamız da vardır, fakat meyhane açılamaz, çünkü burası Müslüman memleketidir."

Bir müddet de böyle gittikten sonra işler tabiî yoluna girdi idi.

Son defa Libya'ya gittiğimizde gördüm. Üçü de ayrı hükûmet olan üç eyaletten ikisinde, Fizan ve Bingazi'de içki yasak. Henüz yirmi otuz bin İtalyanın oturduğu Trablus'ta ise içki de serbest, meyhaneler de. Yasak söz: Fizan ve Bingazi'de, Kuvay-ı Milliye Ankarasında olduğu gibi; Trablus'ta ise bugünkü Ankara'da olduğu gibi içilmekte.

Tuhaf tesadüftür ki, o yaban, boz ve silme boşluk olan Ankara'da ilk sinir hastalarımızı hiç içki kullanmayanlar arasından vermiştik.

Bu münasebetle şu hatıram da tekrarlanmaya değer: Rahmetli Ahmet Rasim'in hikâyesi idi bu... Yeşilay Derneği'nin bir toplantısında konferansçı sorar:

- Sevgili dinleyicilerim, bir eşeğin önüne bir kova su, bir kova rakı koysanız hangisini içer?

Hemen biri cevap verir:

- Tabiî suyu...

- Neden?

Bir keyif ehli de orada imiş. İkinci cevabı o verir:

- Eşekliğinden!

Atatürk hikâyeye bayıldı idi. Sık sık tekrar ederdi. Bir akşam çiftlikte eski küçük köşkün önünde oturuyorduk. Uzakça duran bir işçi çocuğu bizi seyrediyordu. Atatürk:

- Gel çocuğum buraya... dedi.

Çocuk sofraya yanaştı. Atatürk sordu:

- Bir eşeğin önüne bir kova su, bir kova da rakı koysalar hangisini içer?

Çocuk önümüzdeki kadehlere bakarak:

- Rakıyı efendim, demesin mi?

Atatürk gülerek:

- Aman neden olduğunu sormayalım, demişti.

Güçlükler

Mustafa Kemal Kuvay-ı Milliye'nin ilk zamanlarında çetelerle, daha sonra İstanbul'un emrinden çıkmak istemeyen bazı komutanlarla, fakat en çetini Birinci Meclisteki irtica ve muhalefetle pek sıkıntılı günler geçirmiştir. Bu güçlüklere nasıl göğüs gerdi, nasıl başa çıktı, Atatürk'ün liderlik dehasını iyice kavramak için bilhassa Kuvay-ı Milliye tarihi ve hatıraları üzerinde durmak lâzım.

Sakarya zaferinden sonra bile ondan Başkomutanlık yetkilerini geri almak isteyenler yalnız ikinci grup denen muhalefet değildi. Kendi grubundan bazı kimseler de onlara katılmışlardı: "Başkomutanlık Kanunu Meclis'in hakkını gasp etmiştir!" diyorlardı.

Onun için bu kanunun yenilenmesi Mecliste yirmi dört saatten fazla süren tartışmalara yol açtı. Bu sırada en çok alkışlanan sözlerden biri de şu idi:

- Hani zafer? İşte hâlâ kımıldayamadık ve kımıldayamıyoruz!"

Mustafa Kemal kürsüye çıktı:

- Efendiler, ordu yirmi dört saattir komutansızdır. Bunu böyle kabul ettiğimi ve komutayı bıraktığımı mı sanıyorsunuz? Bırakmadım ve bırakmayacağım.

Bu diktatörce bir sözdür. Fakat aynı adam:

- Canım neden bu Meclis'in dertlerini çekiyorsunuz? Dağıtalım, rahat ediniz! diyen şiddetçileri de aynı kuvvetle reddediyordu:

- Meclis olmazsa biz neyiz? Hiçbir şey... Biz Meclissiz olamayız, diyor. Türk milletinin o ana-baba, ölüm-kalım günlerinde irticaın çoğunlukta olduğu bir muhalefetli Meclisi dahi Meclissizliğe tercih ediyordu.

Büyük taarruzdan önce Paris'teki görevinden Ankara'ya gelen bir tanıdığım geçenlerde bana:

- Hükûmeti de Meclisi de umutsuz bulmuştum. Para yoktu ve maliyecilere göre orduyu bir adım ileri yürütecek kadar para bulmak ihtimali de kalmamıştı, demişti.

Gene büyük taarruzdan on-on beş gün kadar önce ikinci grup milletvekillerinden eski ve itibarlı bir kurmay subayı kürsüye çıkarak ordunun durumunu tenkit ettikten sonra:

- Yapamıyorsunuz, yapamıyacaksınız. İleri gidemiyorsunuz, geri gelmenizden korkarım, demiştir.

Gariptir ki Mustafa Kemal bu hücum ve tenkitlere silâhsızlıktan, cephanesizlikten ve çaresizliklerden bahsederek pek tevazu ile cevap vermişti. O günlerde hiç istemediği şey, bir taarruz yapacağının sezilmesi idi.

Birinci Meclisin şerefli bir hatırası olarak şunu belirtmelidir ki Sakarya'dan sonra zafersiz bir anlaşma fikri pek az taraftar bulmuştur. Vatanı kurtarmak davası ile, Mustafa Kemal'in Başkomutanlık yetkileri davasını birbirine karıştırmamak lâzım gelir.

İrtica, ki gene o devirde bütün kanunların bir defada şer'iyye encümeninden geçmesini kanunlaştırmak isteyecek kadar taassup içinde idi, Mustafa Kemal'de kendi liderini bulmuyor ve zaferden sonra onun şimdi içinde sakladıklarını birer birer ortaya atacağını biliyordu. Mürteci olmayan muhalifler ise, Dünya Harbi sırasındaki Enver diktatoryasını unutamıyorlar, Mustafa Kemal'in ikinci bir asker diktatör olmasından korkuyorlardı.

Büyük taarruzdan önce ordu komutanlıklarından biri boşaldı idi. Bu komutanlığı teklif ettiği arkadaşlarından biri, Refet Bele:

- Önemsiz bir şey olacağı zaman vazife alırım, diyerek cephe komutanı İsmet Paşa'nın emrine girmeyi istemişti. Nureddin Paşa'nın İzmir'e giren ordu komutanı olması bu yüzdendir.

Nureddin Paşa sonradan irtica takımına katıldığı için bu tayin tehlikeli de olmuştur.

Diktatör

Atatürk diktatör mü idi? Rejimine bakarsanız evet. Fakat ne mizacı, ne de ideali bakımından diktatörlük inançlısı değildi. Millî kurtuluş için şart saydığı inkılâplarının hürriyet içinde yaşayabileceğine güvenseydi, demokratik savaşçılığın zevklerini feda etmeyeceğine şüphe yoktu.

Nitekim zamanının diktatörlerinden hiçbirini sevmemiştir. Ne Hitler'in, ne de Mussolini'nin lehine konuştuğunu hatırlamıyorum. Hitler, Mussolini ve İstalin, üçü de sivil iken üniformalarını bir gün bile bırakmamışlardır. Atatürk mareşal iken, üniformasını bir iki defa ancak manevralarda giymişti.

Atatürk, Serbest Fırka'nın kuruluş meselesinde samimî idi. Plânı sandığıma göre şudur: İsmet Paşa ve Fethi Bey fikir ve ideal arkadaşlarıdır. İkisi de inkılâpçıdırlar. Kendisini lider olarak tanıyacaklar, inkılâp müesseselerini koruyacaklar, bunlar dışındaki meseleler üzerinde diledikleri gibi çarpışacaklar, ayrı ayrı seçime gidecekler, böylece Türkiye'de demokrasi geleneği kökleşmiş olacaktı. Fethi Okyar'ın kendisi Atatürk'ü hayal kırıklığına uğratmamıştır. Fakat bilhassa iktidarı nüfuz ticareti için ele geçirmek ve İsmet Paşa'nın bu bakımdan çıkardığı güçlüklerden kurtulmak isteyenler, kolay yolu aradılar. İrticaın tahriklerini benimsediler. Bu tahrikler bir ara o kadar tehlikeli şekiller aldı ki olgunluk imtihanını henüz veremeyeceğimiz meydana çıktı. Başkalarının daha derin sırlar keşfedip etmediklerini bilmiyorum. Fakat benim perde önünde ve arkasında gördüklerimden edindiğim kanaat bu.

Atatürk, Hitler ve Mussolini gibi, demokrasiler aleyhine hicivler ve diktatörlük lehine methiyeler söylemiş değildir. Hususî meclislerinde dahi millî hâkimiyet davasına gönülden bağlı olduğu sezilirdi. Onun düşmanlığı, yobazlığa idi. Geriliğe idi. Türk şerefini düşüren ve Türklüğü gelişmeden alıkoyan kara ve karanlık gelenek ve göreneklere karşı idi.

Devrinin liderleri arasında tek samimî dostluk hissettiği adam, Amerikan demokrasisinin başındaki Roosevelt olmuştur. Roosevelt de, bir filmde Atatürk'ün küçük yavrulara sevgisini gösteren sahneyi seyrederken pek duygulanmış ve kendisine bir sevgi mektubu yollamıştı. Herriot'yu nasıl zevkle karşılayıp konuştuğunu da hatırlarım.

Atatürk Bolşevik liderlerinden yalnız Lenin'i, Rus ihtilâli millî kurtuluş davalarını tuttuğu, her türlü emperyalizmi reddettiği ve Rusya içindeki milletlere hürriyet verdiği mühlet içinde sevmiştir. Unutmamalıdır ki o zaman Ankara'da Azerbaycan elçisi de vardı.

İstalin'i hiç sevmemiş, fakat küçümsememiştir. Mussolini'yi küçümserdi:

- O sadece iyi bir bayındırlık bakanıdır, derdi.

Gerçekten de Mussolini onun ölçüsü içinde kalmıştır:

- Kendi kendini sandığı gibi olsa başında kral bırakır mıydı? derdi.

Nitekim Mussolini'yi başında alıkoyduğu kral hapse atmıştır.

Alafranga

Ankara yerlilerine göre biz hepimiz, kendi aralarına sonradan katılmış olanlar ''yaban'' sayılırdık. 1923 sularında bu yabanları görmeli idiniz: Milletvekillerinden bile birçoğu poturlu veya cüppeli idi. Kravat ve düzgün şehir kılığı henüz bid'at gibi bir şeydi. Her gün tıraş olmak, sık sık esvap değiştirmek, ütü ve kalıp, kerçip evlerin rahatsızlığından şikaâyet etmek züppelik görünürdü. Göze batmamak yalnız Mustafa Kemal'in ve Mudanya'dan beri sivil giyen İsmet Paşa'nın imtiyazları idi.

Hele biz İstanbul'un edebiyatçı gençleri pek yadırganırdık. Yüzümüze değilse de arkamızdan:

- Nereden çıktı bu dalkavuklar! dendiğini işitiyor gibi olurduk.

Akıllarınca Ankara bizim yüzümüzden bozulacaktı. Ankara'nın Kuvay-ı Millîyeliği uçup gidecekti.

Bir de bize sormalı idiler. Belediye bahçesinin cılız akasyaları altında caddenin tozunu dumanını teneffüs ederek bunaldığımız günlerde:

- Mustafa Kemal de devlet merkezi yapacak başka yer bulamadı mı? diye içlenirdik. ''Yaban'' nüfus o kadar azdı ki her yerde birbirimizi bulurduk.

Ankara'nın rakiplerinden biri Konya, biri Eskişehir'di. Doğrusu Eskişehir'i o günlerin Ankarasından cennet gibi görürdük. İstanbul'a yakındı. Fakat Mustafa Kemal bu tartışmaların altından kalkmak ne kadar güç olduğunu düşünerek:

- Buraya gelmişiz, burada oturmuşuz, burada kalacağız, deyip kesmeği daha doğru bulmuştu.

İşin tuhaf tarafı İstanbul'un Tanzimatçı kibarları arasında da ''yaban'' sayılışımızdı. Kalpaklı idik. İstanbul fesi bize yan bakardı. Ara sıra girdiğimiz meclislerde konuşmanın kesilmesinden bize duyurulmıyacak şeyler görüşüldüğünü hissederdik. Mustafa Kemal'i hiç sevmiyen Merkez-i Umumîci İttihatçılar bu alafrangalarla birlik olmuşlardı. Gariptir: Onlar da 1908 Meşrutiyetinden sonra İstanbul'a göre Selânik yabanları idiler. Rumeli keçekülâhı unutulmuş, artık Ankara kalpağı alaya alınıyordu. Devrimler bizim Meşrutiyet Türkçülüğünden beri güttüğümüz dava idi. Tabiî Mustafa Kemal'in cesaret ettiği kadar ilerisine gitmiyorduk ama, radikal Türkçülerden idik. Yat Kulüp'te de bize: "Dalkavuklar!'' diyorlardı.

Yahya Kemal bir gün bir İstanbul meclisinde fırka kavgaları olurken, kızmış:

- Ben ne o fırkadanım, ne bu fırkadanım, Mustafa Kemal'in dalkavuklarındanım, demişti.

Ankara'ya git, yaban, İstanbul'a gel yaban... Doğrusu bir tuhaf olmuştuk.

Yapılanlar ve yapılacak olanlar da bu alafrangaların sözde rüyada bilme görmeğe hasret çektikleri idi. Fakat padişahın İstanbulunda yapılmıyor, sadrazam paşa hazretleri yapmıyor ve Yat Kulüp kibarları Fındıklı Sarayı'nda oy vermiyordu. Bunlar sırmalı Tanzimat islâha çılarının hayranlığı ile yetişmişlerdi. Ankara yabanların giydirdiği şapkayı bile başlarına koymaktan utanmışlardı. İçlerinden biri vardı ki Avrupa'da iken bir gazetede çıkan şapkalı resmi yüzünden parti buhranı olmuştu. Hocaların ve muhafazakârların gözünde mason ve zındık diye anılırdı. O bile, daha mecburi olmamakla beraber, gözleri alıştırmak için giydirilmeğe başlanan şapka ile alay ediyordu. Hattâ Atatürk bir gün acı acı gülmüş:

- Sorunuz beyefendiden, dinine mi dokundu acaba? demişti.

Bu yabanlık devrimiz Ankara şehri biraz medenîleşinceye kadar sürdü.

Doğrusu Atatürk de, Kemalizm de ne alaturka, ne alafranga, doğrudan doğruya Türktü.

Yeşil

Büyük Batı şehirlerinin hepsinde bahçeli ev semtleri ayrılmıştır. Bu sistem her yuvaya havasını ve gölgesini olduğu yerde verir. Her pencereden güneş girer.

Ankara plânında da Yenişehir'in ana cadde arkaları bahçeli evler semti, Çankaya ve Kavaklıdere daha geniş bahçeli villalar semti idi. İmar komisyonu reisi iken plân disiplininin korunmasına çalışıyordum. Doğrudan doğruya Atatürk ve İnönü ile temas edebildiğim için, bir sürü menfaat çarpışmalarına rağmen, pek zorluk çekmiyorduk.

Bir gün Avusturyalı mütehassıs Örley bana geldi. Atatürk'ün Yenişehir'de Bayan Rukiye için yaptıracağı evin plânını tasdik ettiğini söyledikten sonra:

- Biliyorsunuz ki bu mahallelerde dükkân olmıyacaktır. Hâlbuki evin projesinde bir dükkân var. Müracaat köşkten olduğu için dokunmadık. Size söylüyorum, dedi.

Akşam Atatürk'e gittiğimde durumu olduğu gibi anlattım:

- Ne demek bu? Bizim keyfimiz için plânı mı bozacaksınız? Yarın mütehassısa söyle, projeyi geri alınız ve dükkânı siliniz, dedi.

Öyle de oldu idi.

Fakat kimse durunamıyordu. Arsayı veya evi kaç kat ve nasıl bir bina yaptırabileceğini bilerek almış olanlar, mülklerini gelirlendirmek için plân disiplinini bozmağa uğraşıyorlardı. Bir milletvekili evinin bahçesi önündeki garajı bakkal dükkânına çevirmişti. Uğraştık, kanunların böyle olup bittileri gidermeğe elverişli olmadığını gördük. Ondan sonra garajların bahçe gerilerine yaptırılmasına karar verdikti.

Ankara, Yansen plânına göre, boş bir toprakta kurulduğu için dünyanın en modern şehri olacaktı. Gerek trafik, gerek oturma bakımından Doğu'ya değil, Batı'ya da örnek olmak şerefini kazanacaktı. Bir müddet sonra menfaatler birleşerek imar komisyonu meselesini ''kuş''a döndürdüler. Yabancı mütehassısı, maaşını azaltarak, gitmek zorunda bıraktılar. Müdürleri emirlerine aldılar. Çırpındık, çırpındık, plânın temellerinden kaymasını önleğe muvaffak olamadık. Fakat umumî hatlar yine yürürlükte idi.

Hatıra defterimden bu fıkrayı çıkardığım günlerde Ankara'ya gitmiştim. İki yıldan beri görmediğim şehrin hâli beni ümitsizliğe düşürdü. Plân temellerinden yıkılmıştı. Yenişehir mahalleleri, gecekondu semtleri anarşisi içinde idi. İki katlıdan fazla bina yapılmıyacak yerlerde sekiz katlı çirkin çirkin kaleler yükseliyordu. Bahçeler silinmiş, irili ufaklı arka sokak dükkânları ile tıkanmıştı.

Ankara'da göz, su arar, yeşillik arar. Bozkırın bu parçasına biraz yeşillik verebilmek için neler çektikti. Bayan Afet'in bir hatırasında vardır: Atatürk çiftliğin yemiş bahçesi yapılan bir kısmında eski iğde ağacını aramış, sökülüp atıldığını görünce bir yavrusu ölmüş gibi içlenmişti. Bir vatan savaşını ateş içinde nasıl candan gönülden takip ederse, Ankara'nın yeşillenmesini öyle gözlüyordu.

Yenişehir'den Cebeci'ye doğru giden yolun sağında büyük bir fidanlık vardı. Büyüye büyüye o çorak yerde tabiî bir park hâlini almıştı. Bu defa köklerine kadar kazınarak boz bir yapı arsasına çevrildiğini gördüm. Sandım ki, Ankara'dan göçe hazırlanıyoruz. Sonra eski İngiliz Büyükelçisi Sir George Clarck'ın bir sözü hatırıma geldi. Memleketten ayrıldıktan uzun yıllar sonra bir ziyaret için gelmişti. Abdullah Efendi lokantasında yemek yiyorduk:

- Ankara'da idim, dedi, bilir misiniz neye şaştım? Birçok binalar yapmışsınız, yollar açmışsınız. Para ile, çimento ile, taşla ve demirle hepsi olur. Daha kısa zamanda da olur. Fakat Çankaya'daki eski evimin yerinden bakınca, o yeşilliğe hayran oldum. Nasıl yaptınız bu mucizeyi? Şaştığım bu...

Öldü zavallı! Sağ olup şimdi gelerek aynı yerden aynı yerlere baksaydı:

- Gördüğüm mucize değil, bir serapmış! derdi.

Atatürk çiftlik dağlarının ormanlaşması ile bizzat uğraştı idi. Hemen hemen her ağaçta hakkı vardır.

Nerede birkaç söğüt görse, pikniğe giderdi. Söğütözü pek sevdiği köşelerden biri olmuştur.

Şu küçük fıkra da hatırlanmağa değer. Kendi ağzından dinlemiştim: Bir gün Kurmay Başkanı İsmet Bey'le Diyarbakır çöllerinde atla gidiyorlarmış. Mustafa Kemal demiş ki:

- Çabuk bana bir yeni din bul!

- Ağaç dini. Bir din ki ibareti ağaç dikmek olsa!

Umut

Fırsat düştükçe yazdığım gibi hasis denemez, çünkü ikramları pek yerinde idi. Fakat elinin bir hayli sıkıca da olduğunu söylemekten geçemem. Çünkü içimde pek lâtif bir acısı vardır.

Ara sıra kravat gibi ufak tefek şeyler alırdık. Bunun için meclisi iyice tenha olmalı, pek sevmedikleri aramızda bulunmamalı idi.

Bir akşam üç kişi kalmıştık: Şükrü Kaya, Ruşen Eşref ve ben.

Aramızda bir tertip yaptık. Atatürk'e hediye gelmiş olan saatlerden birer tane almak istiyorduk. Eski köşkte idi.

Konuştuk, neşelendik. Ve meseleyi açtık. Pek ciddî:

- Ha bu akşam başka... dedi, üç arkadaşımsınız. Ne çıkar birer saatten. Fakat insaf ediniz, kalabalık olduğumuz zamanlar herkese nasıl saat bulabilirim?

Müjde üçümüzün de ilhamlarımızı açtı. Atatürk'ü keyiflendirmek için elimizden geleni yapıyorduk. Bir müddet geçti, saatleri hatırlattık. Zili çaldı, Nesip Efendiyi çağırdı, bu Nesip Efendi simsiyah, yaşlı ve güler yüzlü bir Sudanlı idi. Aklı ve nutku birbirinden kıttı. Dört beş kelimelik bir cümlesini bile hatırlamıyorum. Bir gün evdekilere:

- Çocuklar aklınızı başınıza alınız, der.

Pek ehemmiyet verdiği bir mesele üzerine olduğu için, uzun müddet düşündükten sonra, nutkuna devam eder:

- Çocuklar başınızı aklınıza alınız.

İşte bu Nesip Efendi geldi, Atatürk:

- Yukarıda camekânda saatler var ya... Al getir, dedi.

Nesip Efendi gitti gelmez. İdareye bakanlar tarafından böyle şeylere pek dikkat etmesi için tembihli idi. Biz ha geliyor, coştuk, ha gelecek, kaynaştık. Zaman hayli geçince de yine hatırlattık. Atatürk zili kuvvetle vurdu. Nesip Efendi görününce bir hayli payladı:

- Ben sana söyleneni biliyorum. Beyler onlardan değil. Ne diyorsam yap.

Nesip efendi gitti gelmez. Biz nükteler savurup birimiz bir şiir, birimiz bir şarkı tutturup Atatürk'ü keyifli tutmağa çalışıyoruz. Nihayet bir zil daha, bu defa Nesip Efendi elinde birkaç saatle geldi. Atatürk:

- Getir bakayım, dedi.

İnadına gözüne kötü görünenleri seçmiş olmakla beraber pek de fena şeyler değildi:

- Bu arkadaşlarıma bunları mı lâyık görüyorsun? Götür, çabuk daha iyileri vardır, onları getir emrini verdi.

Nesip Efendi yine gitti gelmez. Biz hep aynı şevk içindeyiz. Atatürk çok defa gülmekten gözleri yaşarıyordu. Ismarlama böyle bir meclis eğlencesi bulamazdı. Zamanlar geçti, hafifçe hatırlattık. Tekrar zile bastı. Nesip Efendi bu defa iki üç başka saatle geldi. Atatürk bunları da beğenmedi. Biz kendimize pek lâyık bulmakla beraber, daha iyisinden mahrum olmamak için, onun fikrine katılmış görünüyorduk.

Nesip Efendi gitti gelmez. Gelir gider. Böylece saatler geçti. Çankaya sabahı ağarmak üzere idi. Pek güzel bir gece geçiren Atatürk:

- Vakit geç, sizin de benim de yarın işlerimiz var, saat meselesini başka zamana bırakalım, demesin mi?

Biz onu eğlendirdiğimiz kadar o da bizi oyalamıştı.

Atatürk Çankaya'da kalmak kararını vermişti. Küçük köşkün arkası bir bozkır parçası idi. Kendisine:

- Satın almağa lüzum yok, bir iki yıl ektirirsiniz, sizin olur, demişlerdi.

Ankaralı köylüler asırlardan beri dokunulmamış toprağı sürüp duruyorlardı. Bir sabah Atatürk dolaşmağa çıkar. Gazinin tarlalarını sürdüklerini bilen, fakat kendisini tanımıyan köylülerden birinin başucunda durur:

- Kolay gele. Ne ekeceksin bu toprağa?

- Hiç, sür dediler de sürüyoruz.

- Ne biter dersin burada?

Dik dik yüzüne bakar:

- Akıl yok mu sende? Burada ekin olsaydı Ankaralılar bırakırlar mıydı?

Akşam üstü gülüyor:

-İyi bir ders aldık bugün, diyordu.

O boş topraklar şimdi koruluktur. Anadolu da bunun değerini bilmez.

Hoşgörürlük

''Genç'' keşfetmek, yeni adam yetiştirmek Atatürk'ün merakları arasında idi. Sicil ve bürokrasi baskı ve sıkısına pek gelmezdi. Çünkü kendisi bütün gençliğinde ''üst''ten çektiklerini unutmazdı.

İkinci Meclise hayli genç katılmıştı. Bazıları çabuk vekillik peşinde idiler. Vekiller Mecliste henüz ayrı ayrı seçildikleri için koridor oyunları pek revaçta idi. Bir vekiller heyeti kuruluşunda yer bulamıyan rahmetli Necati, Rumeli göçmenlerinin acı kaderlerini tutturarak bir ''imar ve iskân bakanlığı'' peşinde alabildiğine propaganda yapıyor ve nutuk çekiyordu. Bir gün yine kürsüde iken, iki eli arkasında -o zaman âdeti olduğu üzere- doksan dokuzlu tespihini çeken Atatürk birden kızdı:

- Bütün bunları vekil olmak için yapıyorsun. Seçmiyeceğiz seni! diye söylendiğini duymuştum.

Henüz Cumhuriyet ilân edilmemişti. Atatürk hemen her gün Meclise gelir, çok defa toplantı salonuna da girerdi.

Fakat birkaç gün sonra Necati'yi aramızda bakan olarak gördük. Atatürk politikada hırsı fazla kötülemez, ahlâk ve fikir temelleri sağlam olmak şartiyle, tabiî de bulurdu. Eski şeyhülislâmlardan Mustafa Sabri Hoca, bir gün kendisine:

- Sana şeyhülislâmlık vermediğimiz için bize muhalefet ediyorsun, diye tariz eden Osmanlı Dahiliye Nazırı Talât Bey'e:

- Eğer hizmette makam istemek bir suç ise, siz suçüstü hâlinde bulunuyorsunuz, demişti.

Mustafa Kemal de davalarını yürütebilmek için, bütün ömrünce yükselmeği aramıştı. İttihatçıların ona vurdukları başlıca damga haris olması idi.

Necati ile Vâsıf erken yetişmiş olanlardandır. Kültür zaafı bakımından birbirlerinden pek farklı değildi. Karakter bakımından Necati daha uysal, Vâsıf daha sert ve civanmertti. Necati bir defa bakan olduktan sonra Atatürk'e bütün varlığı ile hizmet ediyor, o sırada sık sık bulunan politika havası içinde şaşırmaktan kendini koruyordu. Lâtin yazısı meselesinde hemen harekete geçti. Millî eğitimin nesi var nesi yoksa seferber etti. Vâsıf elçilikte yabancı dil bilmemek zaafını efendiliği, cömertliği ve kibarlığı ile örtebiliyordu. Kanaatlerini söylemekte cesur ve serbestti. Meselâ Türkiye'deki İtalyan korkusunun bir hayal olduğunu iddia eder, Mussolini'nin Türkiye'ye tecavüz etmeği aklından bile geçirmediğini ileri sürerdi. Roma'dan Ankara'ya gelişlerinden birinde aynı fikirleri, Mussolini aleyhine nedense durmadan kışkırtılan Atatürk'e söylediği vakit, Atatürk:

- Siz Mussolini yanında benim elçim misiniz, yoksa benim yanımda Mussolini'nin mi elçisisiniz? diye sormuştu.

Vasıf:

- Hayır paşam, ben Roma'da Türk milletinin temsilcisiyim, cevabını vermişti.

Burada Vasıf'ın cesaretini değil, Atatürk'ün toleransını övmek lâzım gelir. Eğer onunla aynı şeylere inanmışsanız, Atatürk'e hiç beğenmiyeceği fikirlerinizi de söylemek bir cesaret meselesi değildi. Bilâkis sadece onun hoşuna gitmeği düşünerek sözleri ayarlamak pek lüzumsuz bir dalkavukluktu. Bu türlü dalkavuklar sofra oyuncağı olmaktan başka bir mükâfat da görmemişlerdir.

Atatürk'ün bazı törenlerdeki hâlini beğenmiyen Hakkı Kılıçoğlu Hür Fikir adlı gazetesinde sertçe sözlerle tenkit etmiş ve yazısını şöyle bitirmişti: ''Bu yol saltanat yoludur, saraya gider, biz artık saraya gideceklerden değiliz!''

Kılıçoğlu'nu Mustafa Kemal'e iyice curnal etmişlerdi. Hâlbuki Meşrutiyetten beri en ileri fikirleri pervasızca savunan Hakkı'yı Atatürk tanırdı, davaya bağlılığını bilirdi. Mustafa Kemal şöyle demişti: "Hakkı Bey haklı! Ben de saraya gideceklerden değilim. Padişahlarınkine benziyen merasime lüzum yok...''

İyi Kalpli

Atatürk hatıralarına bağlı, dostlarına arkadaşlarına vefalı idi. O insanları ikiye ayırmıştı: Faydalılar ve ''lezzet''liler. Sevmediklerinden ordu, politika ve devlet işlerinde pek sayarak kullandıkları vardır. Sevdikleri arasında hiçbir mevki edinememiş olanlar da çok görülür. Atatürk soğukkanlı, pek ciddî ve tartılı bir vazife adamı olduğu kadar, heyecanlı bir şevk adamı idi.

Doğrusunu isterseniz tanıdıklarından bazılarında ne tat bulduğunu merak ederdik. Her biri ile eski hatıraları vardı. Onun feda edemediği daha fazla bu hatıralar olduğunu sanıyorum.

Kürt Mustafa beni hapsedeceği, zaman Merkez Komutanlığına götürülmüştüm. Kapıdan girince yüksekçe rütbeli bir subay yanıma sokuldu:

- Ah haber aldım ama, pek geçti. Sana bildiremedim. Şu alçaklar, şu alçaklar... diyordu.

Kendisini Türkocaklarında görmüş olduğumu hatırlamıyorum. Mustafa Kemal Anadolu'da idi. Onun bir çıkar yolda olmadığı fikrinde bulunanlardan çoğu gibi, o da İstanbul'u bırakmamıştı. Derin derin ahlarına ve kulak fısıltılarına rağmen Merkez Komutanının emrinde pek iyi de çalışıyordu.

Zamanlar geçti. Ordu İzmir'e girdi. Biz Yakup Kadri ile beraber ertesi gün bir Fransız vapuruna binerek İstanbul'dan ayrıldık. İzmir'de Mustafa Kemal'i bulduk. Önce rıhtım boyunca bir konakta idi. Şehir yanınca Lâtife Hanım'ın köşküne taşındı. Sık sık gidiyorduk. Bir gün kapının önünde o subayı gördüm. Bir iskemleye oturmuş, biraz dalgınca. Mustafa Kemal'in inmesini bekliyordu. Meğer Anadolu ordusu Sakarya zaferini kazandıktan sonra Başkomutanla eski ahbaplığı hatırına gelerek Anadolu'ya geçmiş, orduya katılmıştı.

Mustafa Kemal Paşa holde göründü. Hepimizle selâmlaştıktan sonra eski arkadaşına dönerek:

- Koğmuşlar seni ha.. Sakın yağmacılık etmiş olmayasın?

- Hayır efendim kıtadan ayrılanlar olmuş da ben men edememişim...

- Vah vah, şimdi bir şey yapamayız. Ankara'ya dönüşte görüşürüz.

Sonra aynı subay askerlikten çıkarak milletvekili adayları arasına girdi. Uzun yıllar Mecliste idi. Atatürk insan zaaflarını bilir ve çok, pek çok defa affetmesini de bilirdi. Kendisi Anadolu'da iken o arkadaşının İstanbul Merkez Komutanlığında nasıl çalıştığı hatırlatıldığı zaman:

- Öyledir.. Pek sıkışmağa gelmez. Fakat doğrusu ya, ben Anadolu'da iken yanıma gelmek de pek kolay değildi. İnanılır şey değildi ki bizim yaptığımız! demişti.

Pek samimî idi. ''Kuvay-ı Milliye devrinde nerede idin, ne vazife görürdün?'' diye sormıyan yalnız o idi. Başkaları ise Anadolu'ya bir gün önce ve bir gün sonra gelmiş olmağı, pek ehemmiyetli bir kıdem davası gibi güderlerdi.

Yüzellilikleri bile affetmesi insan zaaflarına karşı feylesofça davranışının bir eseri değil midir? Bir gün barışmıyacağı hasmı, bir gün bağışlamıyacağı suç yoktu, diyebilirim. İnsanların kendi kendilerini ''yeniden yapmalarına'' fırsat vermekten zevk alırdı. Her şeyi görür, birçok şeyleri görmezlikten gelirdi. Not defterime aldığım en güzel sözlerinden biri şudur: ''Ben onları affederim, çünkü kalbim vardır. Onlar beni affetmezler, çünkü kalpsizdirler!'' Gerçekten de düşmanları onu ölümünden sonra bile affetmemişlerdir.

İdealist

Birinci Dünya Harbi sırasında bir gün Petit Parisien gazetesi sahibi, edip Anatole France'i görmeğe gelir. Harp idaresi aleyhine söylemediğini bırakmaz. Anatole France der ki:

- Fakat dostum bu söylediklerinizi gazetenize yazsanız Fransa'yı uyandırsanız. Hakikatlerden yalnız sizin ve benim haberimiz olmasından ne çıkar?

Gazete sahibi hiç tınmadan cevap verir:

- Bu söylediklerimi yazınca gazetemi süremem ki...

Şimdi bir Türk gazetesinin başında genç bir cumhuriyetçi olduğunu farzediniz. Yazı işleri müdürü yanındadır:

- Gerçi taassup duygularını okşar ama, bu tefrikayı koyarsak on bin fazla satarız.

On bin.. Satıcı payı çıktıktan sonra günde yedi yüz lira! Bu cazibeye kapılarak tefrikayı koyan gazete sahibi, eğer isterse, bir Mustafa Kemal ile kendi arasındaki farkın ne kadar başdöndürücü, Atatürk prensiplerine bağlılığının da sadece bıyık tıraş ettirmek, şapka ile dolaşmak, karısını çarşafsız gezdirmekten, bir sahtekârlıktan ibaret olduğunu görür.

İzmir zaferi sıralarında gericilik alabildiğine itibarda idi. İzmir'e giren ordunun, tesadüf eseri başında bulunan komutan vizita kartına hemen ''İzmir fatihi'' sözünü yazdırdıktan sonra müfti ile, Meclisteki gerici takımı ile elbirliğine kalktı idi. İstenen şey gâvurdan temizlenen memlekette Tanzimat'tan da geri bir taassup rejimi kurmaktı.

Mustafa Kemal'e o zamanlar her şey teklif edilmişti: Padişahlık da halifelik de! Fanî ömür değil midir bu? Umumî temayüllere uyarsa belki de başına taç giyecek ve taht üzerinde oturacaktı. Enderunları ile, haremleri ile Şark padişahının bütün zevklerine kavuşacaktı.

Bu temayülleri tersine gitmek, devamlı suikastlara uğramak, Şeyh Sait isyanları, Dersim isyanları ve Menemen faciaları yolunu açmaktı. ''Gazi'' sözünü fethettiği İzmir'in sokaklarında ''gazoz''a çevirip onunla alay edeceklerdi.

Kendisini ilk gördüğümüzde:

- İşimiz bitmemiştir, yeni başlıyoruz, demiştir.

Milyonlarca satan gazetesinin sıfıra doğru yuvarlanacağını biliyordu. Daha birkaç ay sonra:

- Sanki ne yaptın? diye soracaklar.

Yine kendileri:

- Yaptı ise millet yaptı! cevabını vereceklerdi.

Gerici onu halk arasında lânetleme edecek, gençlerden bile:

- Biz zafere kadar olan Mustafa Kemal'i tanıyoruz. Ondan sonrakini tanımıyoruz, diyenler bulunacaktı.

Mustafa Kemal zaferden sonra ikinci büyük yalnızlığının içine düşmüştü: Bu yalnızlığı da, tek millî kuvvet olan çetelere komutanlık edenlerin kendisini öldürmeğe kalkıştıkları, yer yer altmış kadar bölgede halifeci isyanlar çıktığı, pek güvendiği kolordulara komuta edenlerin İstanbul hükûmetine bağlılık sözü verdikleri, Meclis gericilerinin onu millet hakkını ''gasp etmekle'' suçladıkları günlerin yalnızlığı kadar korkulu idi.

Elindeki zafer ise, Şark pazarında, her türlü şanlar ve şerefler ticareti için değer biçilmez bir sermaye idi. O bu sermayeyi sokağa atıyor, 19 Mayısta nasıl Samsun'a ayak basmışsa şimdi de yepyeni bir savaş vermek için İzmir'e ayak basıyordu. Samsun'dan kalkarak Erzurum, Sivas, Ankara, Sakarya ve Dumlupınar üzerinden İzmir'e gelen asker, İzmir'den kalkarak bütün memleketi ve milleti Batı medeniyetçiliği davası uğruna fethedecek devrimciye değişiyordu.

Bugün bin bir güçlükten bahseden, bin bir özür ileri süren gözde aydınlarımızın hangisi onun bu iki yalnızlığında olduğu kadar tehlike ihtimalleri karşısındadır?

Bütün itibarını, şereflerini ve şanlarını Arap yazısı yerine Lâtin yazısı koymak için ortaya atmış olan Mustafa Kemal ile, milletvekilliği ödeneğini feda etmemek için seçim çevresinde medresecikler türemesine göz yuman politikacıyı mukayese ederseniz, bir idealist ile bir oportünist arasındaki bütün farkları görürsünüz.

Ara sıra:

- Atatürk sağ olsa ne yapardı? gibi bir sual duyulur.

Ben cevap vereyim mi? Topumuza birden lânet okurdu.

Bir Tanışma

Hamdullah Suphi Tanrıöver dostları uğruna pek kendini veren bir arkadaşımızdır. Atatürk'ü memleketin aydın takımı ile tanıştırmak için daima çalıştı idi. Bir gün kendisine rahmetli Yusuf Akçora'yı takdim etmek ister. Atatürk:

- Adını işitirim ama, tanımıyorum. Kimdir bu zat? diye sorar.

Hamdullah:

- Mütefekkirlerimizdendir, cevabını verir.

Yusuf Akçora hoş ve ciddî yüzü, gözlüğü, kısa sakalı ve çok defa üniversite kürsülerinde görünen kafası ile gerçekten bir ''mütefekkir'' tipi idi. Atatürk derdi ki:

- Mütefekkir kelimesini duymuştum, fakat mütefekkir denen bir kimse görmemiştim. Yanıma oturunca doğrusu içime bir ürküntü geldi. Bir mütefekkirle nasıl konuşmalı idi? Âdeta imtihan korkusu geçiriyordum. Biraz sonra gördüm ki pekâlâ sizinle olduğu gibi onunla da görüşülür. Sorduğu sualler kolay kolay cevap vereceğim şeylerdi. Nasıl rahat ettiğimi bilemezsiniz.

Kendisinin gözünde birini daha, Abdülhak Hâmid'i de büyültmüştük. Şöhreti de eski ve azametli idi. Sıkılgan olan Atatürk onunla karşılaşmağa da hayli ehemmiyet vermişti. Hristiyan olan karısı ile geldi, sofraya oturdu. Bir iki kadehten sonra kendinden geçmişe benziyordu. Kabaca şeyler de söylüyordu. Meselâ sofrada birkaç Türk hanımı da varken, kendi eşini göstererek:

- Var mıdır Türkler arasında böyle hanım? sözünü de ağzından kaçırdı.

Atatürk yabancı ''eş''lerden hoşlanmazdı. Türk kadınının şerefini yükseltmek ve ona hiç tariz ettirmemek başlıca meraklarından biri olduğunu bilirdik. Bu söz üzerine kıpkırmızı kesildi. Bir fırtına kopmasından ürküyorduk. Misafir de yaşlı idi.

Kendini güçlükle tuttu. Başka bahislere geçti. Ondan sonra misafirle de pek alâkalı olmadı. Zaman hayli ilerlemişti. Misafir kendisinden galiba bir şey sordu. Sözünü iyi işitmiyen Atatürk:

- Ne buyurdunuz beyefendi? dedi.

- Bana beyefendi demeyiniz.

- Ya ne diyelim efendim?

- Sadece adam deyiniz.

- İşte onu diyemediğim için beyefendi diyorum ya!

Bir Manevra

Atatürk askerliğin âşığı idi: Geçen harp sonrası millî liderler arasında tek asker o iken, hiç üniformalı dolaşmıyan da o olduğunu yazmıştım.

Devlet reisi olduktan sonra yalnız bir defa, nihayet belki iki defa mareşallik üniformasını giymiştir. İstiklâl madalyasına kadar, Çanakkale savaşlarında kazandığı Osmanlı madalyasına bağlı idi. Bu madalya kendisine verilmiş bir şey değil de, onun şerefli göğsünde sanki kendiliğinden doğan bir şeydi. Birinci Dünya Harbinde âdeta zorla vazife almıştı. Rütbelerini kıskançlıkların pençesinden çekerek ve sökerek kurtarmıştı. Osmanlı altın madalyası yalnız siper savaşlarının değil, karakter ve irade çatışmalarının da sembolü idi.

Ankara'nın toz kasırgaları içinde nefes kesilen ilk yıllarında idi. Rahmetli Doktor Fikret anlatırdı. Viyana'da röntgenli bir hekim muayenesinden geçmiş. Profesör sormuş:

- Fırıncı mısınız?

Ömrü Ankara'da geçen eski bir milletvekili idi.

Bir gün, henüz Gazi ve Müşir Mustafa Kemal Paşa olan Atatürk arkadaşları arasında beni de manevraya götürmüştü. Bizim kuvvetlerimizle Kocaeli taraflarından gelen kıtalar Dikmen sırtlarında son çarpışmalarını yapacaklardı. Atatürk'ü adım adım takip ediyordum. Olanca varlığını, nihayet bir oyun olan manevraya vermişti. Siperlere girip çıkıyor, soruyor, meraklanıyor, anlatıyordu. Hiç unutmam. Küçük bir kıta komutanına durumu izah ettirmiş ve ne karar vermiş olduğunu anlamak istemişti. Komutan canlı canlı cevap veriyordu:

- Pek doğru çocuğum, fakat acaba şöyle de olamaz mı? Böyle de düşünülemez mi? gibi uyarışlarla subayın görüş ve teşhis yanlışlarını düzeltmeğe çalışıyor, subay hemen onun dediğini benimsiyordu.

Bu kıta komutanı manevra sonunda takdir kazananlardan biri idi. Atatürk başkalarına bile:

- Ne mükemmel hareket etmiştir, diye genç komutanı övüyordu.

Bir aralık, tabiî alâkalıların olmadığı bir zamanda, ''Paşam, ben yanınızda idim, hepsini siz kendiniz yapmıştınız'' dedim.

Güldü:

- Bilir misin, dedi, ben harplerde de böyle idim. O kadar az imzalı emrim vardır ki eğer tarih yazılı vesikalara göre hüküm verecek olsa, bana atfolunan zaferlerin harplerinde benim bulunmuş olduğumu bile güç isbat eder.

Arkadaşlarından ve emri altındaki kimselerden bizzat kendi verdiği şerefleri bile kıskanmazdı. "Muvaffak komutanım!'', ''Muvaffak bakanım!'' sözlerini ağzından sık sık duyardık. Muvaffakiyetin de onun malı olduğunu bilirdik.

Manevra bitmişti. Ankara kıtaları Kocaeli kıtalarının bıraktığı siperlere girince şaştık. Ben bu hissi bir defa da çöllerde İngilizlerin terk ettiği siperlerden hatırlıyorum. Kocaeli kıtaları bir sürü konserve kutuları, içleri boşalmış güzel paketler bırakmışlardı. İstanbul kenarları bile o günkü Ankara'ya göre o kadar medenî idi. Bizimkiler boş kutuları topluyorlardı.

Bu devlet ne kadar hiçten ve sıfırdan başlamıştı. Ankara dükkânları henüz eski Osmanlı taşrası iptidaîliğinde ve boşluğunda idi. Hani Belediye Reisinin:

- Ankara yolları tozdan ne zaman kurtulacak? sualine:

- Sübhanallah bu yabanlar da hem yol isterler, hem toz istemezler, cevabını verdiği günler!

Hani Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde ''Kiralık elektrikli odalar'' ilânı çıktığı günler!

Korku

Yakup Kadri ile beraber Hamamönü semtinde üç katlı eski bir hımış ev tutmuştuk. İptidaî bir taşra evi idi. Önce tahta kurusundan temizlenmek için zamanın bütün ilâçlarını kullanmıştık. Misafirsiz yaşıyamıyacağımızı da düşündüğümüzden iki üç misafir odası döşemiştik. Döşeme söz: Kuru karyoladan ibaret.

Sanatkâr dostlarımızdan Çallı, rahmetli Namık İsmail, udî Nevres evimizde kalmışlardı. Daha bir hayli gelen gidenimiz de vardı. Ankara'da otel olmıyan ve han bozması kerpiçlerin bizim evden daha rahatsız olduğu günlerden bahsediyorum.

Akşamları ya çıkar, ya toplanırdık. Bizim gençlik, Ankara'nın cesaret ve iman devri idi. Abdullah isminde bir uşağımız vardı ki kardeşi rahmetli İsmail Canbolat'ın hizmetçisi idi. Bir gün bir facia duymuştuk: Canbolat'ın hanımı Çankaya'daki evlerinin penceresinden tutuşmuş bir kedinin kırlara doğru kaçtığını görmüş ve bayılmış. Meğer bizim Abdullah ve kardeşi et çalan bir kediyi cezalandırmak istemişler. Tutmuşlar, başkalarına ibret olması için komşu kedileri de evin altına toplamışlar. Onların gözü önünde hırsız kedinin üstüne gaz dökmüşler ve ateş vermişler. Abdullah'ı çağırıp sormuştuk. Hiç tınmadan:

- Ders olsun diye yaptık, demişti.

Bilmem kaç ay kalmıştık. Nihayet biz de sık sık gidip gelmekten usanarak Çankaya'da bir ev tuttuk. Taşınmağa hazırlandık. İyi hatırlıyorsam Yakup Kadri'nin akrabalarından Suad Karaosman da son gece misafirimizdi. Sabahleyin henüz sofada çayımızı içerken aşağı kattan bir silâh sesi ve bir feryat duyduk. Biraz ihtiyatlıca merdivenden indik. Bizim hizmetçi kız göğsünden kanlar akarak yerde yatıyor, başucunda da işte o Abdullah duruyordu. Katilin kızı vurup kaçtığını düşündüm:

- Abdullah çabuk bir polis getir, dedim.

- Başüstüne... dedi ve gitti.

Hikâye şu imiş. Meğer Abdullah kızla evlenmek istemiş. Kız reddedince şakadan mı, sahiden mi, her ne ise, benim yatak odamdan aldığı tabancayı ona doğrultmuş. Tetiği de çekmiş. Kurşun kızın göğsünden girip sırtından çıkmış. Ben yalnız yatak odamda tabanca bulundururum. Ceplerinde taşıyanlardan değildim. Fakat düşününüz: Katil âleti benimdi. Katile de evden gitmek fırsatını ben vermiştim.

Gazetelerin alabildiğine muhalefet yaptıkları, kulaklarına geleni, kalemlerine düşeni pervasızca yazdıkları zamanlardı. İstanbul gazeteleri pek az olan milletvekili gazetecilerin fisebilûllah aleyhinde idiler. Düştüğüm güç durumu düşününüz. Bereket Abdullah yanında polisle geldi.

Bir müddet sonra kızı hastahaneye, Abdullah'ı da hapse götürdüler. Gazeteci tedhişinden bahsederler. Gerçekten şahsî şereflerin iyice korunmadığı rejimlerde bu tedhiş vardır ve basın hürriyetinin amansız düşmanı da işte bu tedhiştir. Çünkü bu tedhiş tehlikesi altında bulunan herkes, basının elinden haklı hürriyetler de alındığı zaman sevinç duymasa bile hiç olmazsa mücadele etmez.

- Yarın biri gider, Abdullah'a akıl öğreterek, efendim ben efendimin tabancası ile kızı vurdum! dedirtirse?

Yatarım aklımda bu, kalkarım hatırımda bu. Tanrının sabahı bir paket yiyecek, bir kutu şeker, veya buna benzer hediyeler alıp, erkenden hapishaneye gider, Abdullah'ı görür:

- Korkma sana iyi bir avukat tuttum, kurtulacaksın, der, teminat veririm.

Arkadan hastahaneye uğrardım. Kız iyileşti, Abdullah'ın mahkûm olduğunu biliyorum ama müddetini unuttum.

Yıllar sonra bir gün Meclis'e giderken üniformalı biri karşımda selâm durdu, elime sarıldı. Baktım, bizim Abdullah! Demir yollarında imiş.

Bütün ürküntülerim üstüme geldi, elimi verdim vermedim, uzaklaştım.

Asıl hoş tarafı, bizim kulağımız o kadar delik basın dedikoducularının böyle bir vak'ayı 33 yıl sonra ancak bu yazımdan haber almış olmalarıdır. Kendilerini ummadıkları kadar iyi ''atlatmış'' sayılmaz mıyım?

Şakacı

Atatürk, kendini alaya alabilecek kadar ince görüşlü ve tatlı düşünüşlü idi. Yakup Kadri gibi pek ''güç beğenici'' sanat adamlarımız onun hikâyelerini ve nüktelerini, bitmesinden korkarak dinlemişlerdir. Eskiden anlatmıştım. Orman çiftliği henüz çıplak bir bozkır parçası iken aşağıdaki küçük köşklü bahçesinde oturuyorduk. O gün yılılk hesapları getirmişlerdi. Çiftlik işleri iyi gitmiyordu. Atatürk ömrünü pek kıt kanaat geçirmiş olduğundan, para kaybetmesini sevmezdi. Alaca karanlıkta bir aralık köşkün önündeki havuzun fıskıyesini açmışlardı. Hiç de zevkli olmıyan müdür havuzun içinde renkli ampuller koydurmuş olduğundan, mavili kırmızılı yeşilli bir su yelpazesi açılmağa başladı. Gözlerini kaldırıp şöyle bir baktıktan sonra kendi kendine:

- A Mustafa Kemal, sen çiftçi misin? Hayır. Ziraat mı okudun? Hayır. Babandan mı gördün? Hayır. İşte böyle bilmediği şeylere karışanlara sular bile güler, demişti.

Akşamları eğer başbakan veya bakanlardan biri ciddî bir mesele getirmişse ve gizli bir işse:

- Lütfen bana biraz müsaade ediniz, der, bir odaya çekilip konuşur, sonra gelir, yahut gizli bir şey yoksa başbakan veya bakanı yanındaki iskemleye oturtarak görüşür, sonra arkadaşlarına dönerdi. O akşam başbakan Londra Büyükelçimizin bir raporunu getirmişti. Aramızda, şimdi hatırımdan çıkmış olan, bir mesele vardı: Devlet reisi ve başbakan rapor üzerine bir müddet konuştular, nasıl cevap yazacaklarını kararlaştırdılar. Sofraya çevrildiler.

Tam o sırada sofranın hayli altında oturan dalgınca bir şairimiz, Celâl Sahir Mecliste söz ister gibi, elini kaldırdı. Atatürk:

- Bir şey mi söyliyecektiniz? Buyurunuz, dedi.

- Efendim, meseleyi yanımızda açık görüştüğünüze göre bize de söz hakkı veriyorsunuz demektir. Şunu arzetmek isterim ki İngilizler başka memleketlerle münasebetlerinde bilhassa, hatta yalnız kendi menfaatlerini düşündükleri meşhurdur.

Sustu:

- Bu kadar mı efendim?

- Evet!

- Yüksek irşadınızdan dolayı gerek kendi namıma, gerek cumhuriyet hükûmeti namına zât-ı âlinize teşekkür ederim.

Şairimiz hiç aldırmadan:

- Estağfurullah efendim, dedi.

Kendini Tenkit

Yabancılara karşı gururlu, fakat kendi kendimizi tenkitte ''heccav'' denecek kadar sert ve yermeci idi. Türkiye'nin, memleketçe ve toplulukça, ileri Batı dünyasına karışması için de ağır harp fedakârlıklarından fazla cesaret, sabır ve enerjiye ihtiyacımız olduğunu düşünen ve bilenlerin başında gelirdi. Bu milletin başlıca hasmı yobazlar ve yobazlık gelenekleri olduğuna inanmıştı. Mizaçça demokrat, fakat millî varlığı kurtarmak için inkılâpları gerçekleştirme bakımından amansız, eğilip bükülmez bir savaşçı idi. Bir fert olarak kalsa ne yapacaksa, millî lider olarak yaptığı da o idi. Bir gün kapalı bir parti grubu oturumunda inkılâp meseleleri konuşulurken:

- Arkadaşlar, demişti, umur-ı cariye'de halkın temayüllerini dikkatte tutmalıyız. Halka karşı gitmemeliyiz. Fakat prensiplerimiz davasında bir kişi kalsak, başımızı verir, taviz vermeyiz!

Umumî işlere ait kanunların tartışmasında onun meclisleri tamamiyle serbest kalmışlardır. Bazı kanunları geçirmek için Başvekil İsmet Paşa'nın bile günlerce komisyonlarda uğraştığı görülmüştür.

Metodu halka daima iyimser görünmek, şevk vermek, onu her şeyin iyi gittiğine inandırmak, hükûmet arkadaşlarına karşı ise en acı tenkitlerle kusurlarımızı ve zaaflarımızı sayıp dökmekti. Onun için her şeyi bilmek ister, meclisine gelenleri, söylediklerinden hoşlanmasa bile, eğer açıkça bir kötü niyet görmezse, dilediği gibi konuşturmak isterdi, dedikodu hapsine girmemek için bir usul de bulmuştu. Meselâ hususî olarak kulağına ben sizin, veya siz benim hakkımda şüphe uyandırıcı bir şey söylemişiz. Bir akşam ikimizi sanki tesadüf olarak buluşturur, meselâ size:

- Böyle duydum, diye benim anlattıklarımı tekrar eder, sonra bana dönerek:

- Galiba siz söylemiştiniz, derdi.

Meclislerine devam edenlerin hepsi kendisine yanlış haberler vermenin tehlikesini anlamışlardı.

Şahsî işlerinde bile aksaklık olduğu zaman:

- Berbat etmişizdir, demekten çekinmezdi.

Bir gün hep beraber olan bitenleri tenkit ediyorduk. O hepimizden ileri idi. Bir aralık dışarıdan Fethi Bey'in öksürüğü duyuldu. Kabahatli gibi:

- Çocuklar susalım, hükûmet geliyor, dedi.

Bir defa güney vilâyetleri seyahatinden dönmüştü. Bilhassa Dörtyol taraflarını dolaşmıştı. O sevimli toprakların boşluğu gönlüne dokunmuştu. Yanında bulunanlar bize şu sözünü tekrarlıyorlardı:

- Bizim bir kanunumuz vardır, bilirsiniz. Sahipsiz boş bir toprağı ekerseniz sizin olur. Şu ıssız topraklara haberimiz olmadan düşman çıksa, bellese ve ekse, sonra da: ''Sizin kanunuza göre buraları benimdir'' dese ne cevap veririz?

Yabancı mütehassısları sayar, onları över, çalışmalarına dokundurmaz, fakat:

- Biz yapamayız! sözüne olanca varlığı ile isyan ederdi.

İlk yerli mimarlar yetiştiği zaman bunların en ehliyetsizlerini bile göklere çıkarmıştı.

Yeni devleti kurduğu vakit, bu memleketin yeni çağ tarihinde, en az ve kalitesiz kadro onun elinde idi. Zekâ takımından olanlar da Ankara'ya uğramazlardı. Pek çoğu yeni rejime karşı cephe tutmuşlardı. Kurtuluş devrinde bugünkü bilgi ve ihtisas kadrosunun dörtte birini bulsaydık, Türkiye şimdiye kadar tanınmaz hâle gelmiş olurdu. Hiç unutmam, bir gün henüz bir fidan bile dikilmeyen çiftliği dolaşırken yanına rastlayan bir ziraatçimize sorar:

- Buğdayla arpadan başka ne biter bu topraklarda?

Ziraatçi sayar:

- Yulaf, pancar, zerzevat, tütün...

Biraz geride kaldığı vakit arkadaşlardan biri der ki:

- Yahu, bu toprakta tütün olur mu?

- Neme lâzım! Ben hepsini söyliyeyim de, bazıları olur, bazıları olmaz. Ya bir iki şey söylesem, onlar da olmazsa?

Rahmetli Ziraat Bakanı Sabri, Ziraat Fakültesini kapatarak o bütçe ile Avrupa'ya talebe yollamayı daha amelî bulmuş, sonra da yabancı mütehassıslar eli ile Ankara Ziraat Enstitüsünün temellerini atmıştı.

Kilyos

Bir zamanlar Genelkurmayın yasak bölge anlayışı hatıra hayale gelmez bir darlıkta idi. Anadolu Ajansı idare meclisinde iken birkaç arkadaş radyo imtiyazı ile ajans bütçesini kuvvetlendirmek istedikti. Bu ilk şirket, İstanbul'da Türk olmıyanlar da oturduğu için, bu şehir halkına anten hakkı verilememek yüzünden iflâs etmiştir. O devir radyoları şehir içinde bile yayınları antensiz alamıyacak kadar zayıftı. Birkaç defa rahmetli mareşela gitmiştim:

- Olmaz. Anten olursa verici istasyonları da kurulabilir, casusluk olur, diyordu.

Kendisine verici istasyonları bularak casusları yakalatan kontrol aletleri de olduğunu söylemiştim. Hepsi boşuna idi.

İkinci Mecliste milletvekili olan ordu komutanları günün birinde kıtalarını bırakıp vazifelerini görmeğe gelip de Atatürk'e orduyu politikadan kat'î olarak ayırmak kararını verdiklerinden, rahmetli mareşal de hemen Meclisten çekilerek bu meselede kendisine yardım ettiğinden, o başında oldukça ordunun sadece asker kalacağına inandığından beri Atatürk rahmetli mareşali el üstünde tutar, ona karşı hiçbir baskı kullanmazdı. Mareşali hükûmete ve devlet reisine şikâyet etmekten hiçbir şey çıkmazdı.

Bu yasak bölge anlayışı memleketin pek verimli köşelerini yolsuz, nüfussuz ve kör bırakmıştır. Bir gün İzmir'in yasak bölge içinde nefes alamadığını söylediğimde mareşal zihniyetindeki bir komutan:

- Bence İzmir şehrini liman dışına çıkarmak lâzımdır, demişti.

Bir defa da İzmit'ten tersaneyi kaldırmak meselesinde mareşal:

- Siz tersaneyi bırakınız da, kâğıt fabrikasını nereye götüreceksiniz, ona yer hazırlayınız, diyordu.

Hâşim İşcan Antalya valisi iken Finike'ye yol yapmaktan men edilmişti. Bir seyahatimde çalışkan valinin bu yola kaçak olarak devam ettiğini hatırlarım. Çünkü Antalya vilâyeti kıyıda idi. İtalyanların karaya çıkarak Anadolu içinde ilerlemelerine kolaylık göstermemeli idi.

İstanbul Fransızlarından birinin kotrası, rüzgâr kesildiği için, bir gün Fenerbahçe ile Anadolu yazlıkları arasındaki çıkıntıya düşer. Nöbetçiler zavallıyı üstünde mayosu ile tutarlar ve subayları gelinceye kadar bekletirler. Hikâyeyi Yalova'da bulunan başvekili anlatmıştım:

- Nasıl olur bu? diye kızdı.

İstanbul'a gelince de komutanla görüştüğünü biliyorum. Gariptir ki burası hâlâ yasak bölgedir.

Yalova İstanbul vilâyetine bağlanıp da turistik tesisler yapılmasına başlandığı vakit, İzmit Körfezi'nde kuş uçurmıyan Genelkurbay Başkanı:

- Pekâlâ pekâlâ. Bir gün Yalova'nın beş kilometre berisine bir top koyarım, meseleyi hallederim, demişti.

Bir top kondu mu, bilmem kaç kilometre etrafı yasak bölge olurdu. O tarihlerde Almanya'nın Fransız sınırlarındaki istihkâm kasabalarında Fransız artistlerine rastlamıştım ve yanlışlıkla beni arabası ile gezdiren konsolosumuz bilmediğinden, en ileri hatta tel örgülere kadar girmiştik. Geri dönmek ihtarından başka da ceza görmemiştik.

Montreux konferansında Boğazlar işi görüşüldüğü sırada Ankara'daki Fransız elçisi:

- Bir şeye yanmıyorum. Bu anlaşma imzalanır imzalanmaz Kilyos'ta denize girmemizi yasak edecekler, demişti.

Gerçekten de Karadeniz kıyılarında daha bir top yeri kazılmadan ilk iş, Kilyos'ta denize girmeyi değil, dolaşmayı bile yasak etmek olmuştu.

Geçen yaz Kilyos'un yeni güzel otelini gördükten sonra eğer yaşıyorsa o Fransız büyükelçisini bir iki banyo almak üzere davet ettirmeyi düşündümdü!

Bir Deli

Bir gün kendisine, vaktiyle tanımış olduğu pek güzel sesli bir hafızın İstanbul gazinolarının birinde şarkı ve gazel okuduğunu haber vermişlerdi:

- Demek iyileşmiş, dedi.

Hikâye şu idi: Bu, aynı zamanda pehlivanlık eden bir hafız. Gür ve dokunaklı bir sesi var. Sakarya harbi günlerindeyiz. Mustafa Kemal'e:

- Hafızı cepheye getirtsek. Ezan ve Kur'an okusa. Askerin maneviyatını kuvvetlendirir, demişler.

Haber yollamışlar. Biraz meczupça olan hafız Ankara'dan yola çıkıp cepheye doğrulmuş. O sırada casus çok. Büyük kısmı da hoca cinsinden halifeci. Cephe gerisi büyük titizlikle gelen gideni soruşturmakta. Bir yerde hafızı tutarlar ve nereye gittiğini sorarlar:

- Beni Mustafa Kemal Paşa çağırttı, tanıdığımdır, ona gidiyorum, deyince:

- Tamam! derler casusluğu itiraf ettirmek için sıkıştırırlar. Hapsederler, döverler. Cezbeli hafız karakoldan karakola büsbütün aklını şaşırır. Nihayet bir yerde minareye fırlayıp avaz avaz bir ezan tutturur. Cepheden haber alıp bırakılması için emir giderse de iş işten geçmiştir. Bizim hafızın zaten sallanan aklı büsbütün uçmuştur. Mustafa Kemal Paşa buna pek esef eder. Çünkü birkaç defa dinlediği sesine gerçekten hayran olmuştu.

İstanbul'da olduğu haberinden pek sevindi:

- Bir akşam getiriniz, dedi.

Hafız Dolmabahçe Sarayı'nın yemek salonu gibi kullanılan üst kat sofrasında pek neşeli, biraz oynakça olmakla beraber, sözü fikri yerinde idi. Bir hayli gazel ve şarkı okudu. İçe işliyen bir sesi vardı. Bir ara yanında bulunan bir hanımla biraz fazla ilgilenmiş. Biraz heyecanlı da görünmüş. Hanım ürkerek dışarı çıkmış. Yanına dönüp de göremeyince, birden ayağa fırladı, sofradan bir bıçak kaparak:

- Şimdi sizi bitirdim, dedi.

Şaşıran Atatürk:

- Otur hafız, diyordu.

Sesini duyunca onun üstüne doğru yürüdü. Sofrada Atatürk'ün pek kuvvetli ve çevik birkaç arkadaşı vardı. Koştular. O ân'ı hiç unutamam. Hemen hemen çıldırmış olan hafızın pençesi bereket Atatürk'ün ceketini yakalamıştı. Bütün sofra halkı, dışarıdan gelen neferler, uğraşa uğraşa bu pençeyi esvaptan güç ayırdılar. ''Ya boğazına sarılmış olsaydı?..'' diye hep sararmıştık. Hep o an meselesi idi.

Hafızı aşağı götürdüler. Hizmet katında bir karyolaya yatırmışlar. Gövdesini, ellerini ve ayaklarını bağlamışlar. Yine de zorla tutabilmişler. Krizin ne kadar sürdüğünü bilmiyorum. Atatürk tedavisi ve ailesi için ciddî yardımda bulundu, fakat bir daha adını bile anmadı idi. Atatürk'ün deli ve sarhoşla arası hoş değildi. Meclislerinde biraz dengesini kaybedenler oldu mu, hemen dağılınırdı.

Şeref

Atatürk şahsî şerefinin olduğu kadar, Türk şerefinin ihtiraslı düşkünü idi. Kibirli değildi: Neferleri ve hizmetçileri ile arkadaşça konuştuğunu hatırlarım. Fakat gururlu idi.

Bu gurur, Türk şerefini yabancılar karşısında korumak bahis konusu olduğu zaman eskiden ''ecnebi -girizlik'' dediğimiz Xénophobie derecesine varırdı. Garpçı idi. Ama, Tanzimatçılar gibi ''mukadder'' bir Batılı üstünlüğünü kabul etmezdi. Aşağılık duygusu altında ezilmezdi.

Onun Türk tarihi ile uğraşması, bilâkis, aydınları ve halkı bu aşağılık duygusundan kurtarmak için olmuştur.

Yabancı memleketlere veya milletlerarası konferanslara giden arkadaşlarına:

- Sesiniz benim sesimdir, unutmayınız, derdi.

Herkes de ona hesap vereceğini bilerek protokol ve itibar eşitliği üzerinde titiz davranırdı.

Şu hikâyeyi anlatmıştım: Rahmetli Fevzi Çakmak Yugoslavya manevralarına gitmişti. Fransız Genelkurmay Başkanı Gamlin de davetliler arasında idi. Yemekte sıra meselesi çıkınca Mareşal olduğu için Fevzi Çakmak'ın general olan Gamlin'den önce oturması lâzım geliyordu. Gamlin razı olmadı:

- O Mareşal ise de ben Fransız ordusunun Genelkurmay Başkanıyım, demişti.

Fevzi Çakmak eğer yeri verilmezse yemeğe gelmiyeceğini söylemesi üzerine güç durumda kalan Yugoslavlar ayakta bir ziyafet tertiplemişlerdi.

Fevzi Çakmak dönüşte vak'ayı Atatürk'e anlattı. Atatürk dedi ki:

- Biliyorsunuz, Alman ordusu Renani'yi işgal edeceği zaman Hitler kıt'a komutanlarına, eğer Fransızlar mukavemet ederlerse geri dönmeleri emrini vermişti. Fransa hükûmeti Gamlin'e mukavemet etmesini söyledi. Fakat Gamlin bunun için umumi seferberlik istedi. İç politika durumu umumî seferberliğe elverişli olmadığı için Fransa olupbittiye boyun eğmek zorunda kaldı. Gamlin biraz cesaret gösterseydi, Fransa Renani'yi kaybetmezdi. Sanat ve mesleğinde ve asıl vazifesinde bu kadar zaaf gösteren bu adam, sofra sırası meselesinde bakınız ne yapmış! Dikkat ediniz, bu adam Fransa'nın başına bir felâket getirecektir.

Nitekim Gamlin Hitler ordularının bir iki hafta içinde yıkıverdiği Fransız ordularının başında bulunuyordu.

İnönü İtalya'ya resmî bir seyahat yapacağı vakit Atatürk:

- Sen Türkiye'nin Başvekilisin. Mussolini de resmen İtalya'nın Başvekilidir. Arada hiçbir fark tanımıyacaksınız, demişti.

Yolda idik. İlk verilen programda Mussolini istasyona gelmiyordu. İnönü Roma'da yerleşince karşılıklı ziyaretler yapılacaktı. Türk heyeti eğer program değişmezse yarı yoldan memlekete dönüleceğini İtalyan protokolcülerine haber verdi. Trende bir telâştır, gitti.

Roma'ya vardığımız zaman İtalyan Başvekili Mussolini, sırtında jaket atayı ve başında silindir şapkası ile Türkiye Başvekilini bekliyordu.

Nutuk

Atatürk, kürsüde ve yazıda, hayli sert polemikçi idi. Mütarekede bir defa Fethi Bey'in (Okyar) çıkardığı Minber gazetesine hisseder olarak katıldığını kendisinden duymuştum. Kumandanlık sıfatı üstünde olduğu için imzası ile yazmamıştır. Fakat gazeteye bir hayli yazı telkin etmiş olsa gerektir.

Meclis ve sonra Devlet Reisliği sıfatı gündelik tartışmalara engel olduğunu için meşhur ''Nutuk'unu yazmıştır. Benim samimî düşüncem, hiç yazmaması idi. Bütün o vesikalar, tutanaklar dosyalarla kalacağı için tarihçiyi hükümlerinde daha serbest bırakmalı idi.

Ama "Nutuk" Atatürk'teki çalışma gücünün insan takatini bazan ne kadar aştığını gösterir. Yüzlerce, binlerce vesikayı eski köşkün üst katındaki küçük çalışma odasında kendisi ayırmış. Nutku çoğunca ayak üstü dolaşarak dikte etmiştir.

Uzun saatler süren diktelerden sonra yazanlar sekiz-on saatlik bir uykuya gittikleri zaman Atatürk bir banyo alır, giyinir, akşam davetlilerine o gün yazdıklarını okutmak üzere sofraya inerdi. Okuma ve o günkü yazılar üzerine konuşmalar da saatler sürerdi. Bu defa dinleme ve konuşmalardan yorulanlar uzun bir rahatlama için evlerine dönerler, Atatürk çok defa kısa bir uykudan sonra bir gün önceki çalışmalarına koyulurdu. Bu kadar sıkı çalışma haftalarca sürmüştür. Cümleler, kelimeler ve noktalar üzerinde titizce durduğunu unutmayınız.

"Nutuk"u dil inkılâbından önce yazıldığı için, Namık Kemal mektebi üslûbundadır. Atatürk'ü besliyen edebiyat o idi. Harbiye Okulu hapishanesinde bir gazel bile yazmıştır. Dilin Türkçeleşmesine inandıktan sonra bütün zevklerini ve âdetlerini fikirlerine feda ettiği gibi, o kadar sevdiği üslûbunu da içilmiş bir cigara gibi atıvermişti.

Yeni harfler alındıktan sonra eski yazı ile bir tek kelime bile yazmıyan iki kişi görmüşümdür: Atatürk ve İnönü! İnanışlarına öylesine bağlı idi.

Atatürk, bizim Harbiye'de yetişmiş olanlar gibi, ister istemez hafifçe kültürlü idi. Fakat ölünceye kadar okuyarak kendi kendini tamamlamıştır. Kitap okuyuşu da, "Nutuk"unu yazışı gibiydi: Başladı mı, eser kaç cilt olsa bitirirdi. ''Erişmek'' ihtirası ile yanar, bu yanış onda bütün tabiî insanlık zaaflarını silip süpürürdü. Metin kenarını işaretlemek âdeti olduğu gibi, kitapları nasıl dikkatle okumuş olduğunu bu renkli işaretlerden anlardık.

Yine bu işaretler Atatürk'ün pek iyi konuşamadığı Fransızcayı iyi anladığını gösterirdi. Karlsbat kaplıcalarında Fransızca olarak tuttuğu bir hatıra defteri vardı. Büyük bir ihtimâl ile bu defter onun Karlsbad'da hususî Fransızca dersi aldığını gösterir. Çoğu hissî notlar olmakla beraber, hoca düzeltmesinden geçmiş Fransızca romanları olduğu göze çarpıyordu.

Yabancılarla, fikirlerini pek iyi anlatmağa meraklı olduğundan, tercüme ettirerek görüşürdü. Kurmay subaylarımızın aksine Almancaya pek merak etmemişti. En toy gençliğinde bile bir yabancı eğitim kuklası olmaktan büyük gururla uzak kalmıştır. Yüzde yüz Türk subayı idi. Bununla beraber, büyük bir asker olduğundan, seçme yabancı komutanları hafife almazdı. Tarih dehâlarının hayranı idi. Peygamber Muhammed ve Padişah Fatih, kumanda vasıflarına hayran oldukları arasında idi.

Söylenmiyen

Sonradan Türkiye'de memuriyet de veren bir İngiliz, pek kibar hanımı ile Anadolu'da seyahate çıktı idi. İlk defa Konya'da bir otele inmişler. Hanım yıkanmak üzere tuvalete gitmiş. Ve içi bulanarak, âdeta sancılar içinde geri dönmüş. Adamcağız galiba İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'ya bir mektup yazarak: ''Aman Anadolu'nun tuvalet yerleri meselesini hallediniz!'' diyordu.

Atatürk'ün en küçük ev içi teferruatı ile uğraşmasının sebebi, yıllarca taşra hayatı iptidaîliğinin çilesini çekmekten, çok temiz olmasından ve milletinin şerefini kendisinin ki ile bir tuttuğu için, Tanzimat züppeliği aksine, vatandaşlarını kendine yetiştirmek ve ''onlardan utanmak'' yerine ''onlarla övünebilmek'' içindi. Anadolu'da en güç şeylerden biri sıhhî tesisler dediğimiz ev kısmını düzenleyebilmekti. Her yuva herkes için rahat olmalı idi.

Bir gün beraberce bir yolculuğa çıkmıştık. Vilâyet merkezlerinden birinde bir iki gün kalacaktık. Atatürk ve arkadaşlarını ağırlamak için idarî ve askerî makamlar ve ileri gelenler seferber olmuşlardı. Belediye binasında bir akşam ziyafeti, ondan sonra da orduevinde bir balo hazırlanmıştı. Belediye binasında kalabalığın büyük kısmı fraklı idi. Sofrada hiçbir eksik yoktu. Bir aralık ellerimi yıkamak için dışarı çıktım. Sıkılarak:

- Binada yıkanma yeri yoktur, dediler.

- Ya ne yapabilirim? diye sordum.

Bahçenin yolunu gösterdiler. Bahçe de seyirci halk ile doluydu. Daha da tuhafı bina cumhuriyet devrinde yapılmıştı. Dış ve iç şatafatı yerinde idi.:

- Ya Atatürk'ün bir ihtiyacı olursa? diye sordum.

- Onun için yer hazırladık, efendim, dediler. Ve bana bir paravana arkasında bir iskemle ile üstüne konmuş bir leğen gösterdiler.

- Ne yapayım, orduevine gideceğiz, gelirim, dedim.

Bir öğretmen geldi:

- Maatteessüf orada da yoktur, dedi.

Ama fraklar, son moda esvaplar, parlak pabuçlar, hepsi hepsi yerinde idi.

Yine bir vilâyet merkezindeki halkevinde Atatürk'ü misafir etmek için bir banyolu daire yapmışlardı. İstanbul'a doğru yol üstünde uğramıştık. Atatürk hiç olmazsa bir iki gece kalmağa niyetli idi. Hava sıcak olduğu için öğle yemeğinden önce bir duş yapmağa karar verdi. Banyoya gitmiş. Duşun altına girmiş. Musluğu açınca ne olsa beğenirsiniz, başından aşağı kurtlar böcekler dökülmeğe başlamış. Duşun altından çıkması ile odasına fırlaması bir olmuş.

Sorduk soruşturduk: Tabiî bir müteahhit bularak banyoyu mükemmel yaptırmışlar. İş su meselesine gelince:

- Orası kolay, demişler, yangın tulumbasını kasabanın içinden akan suyun başına getirmişler. Depoya oradan su basmışlar.

Bunlar ''en yüksek misafir'' için onun bilhassa meraklı olduğu hazırlıklardı. Artık geri kalanları düşününüz.

Bir çamlı tepede belediye bir gazino yapmıştı. Tuhafı bahçesine, sanki hoş bir şeymiş gibi, tıpkı Marmara Çiftliği köşkündeki havuzun eşini kazmışlardı. Tepede akar su vardı. ''Eeh... Yıkanma yerini elbette düşünmüşlerdir!'' dedik, sorduk, pis, murdar, susuz, yarı açık bir baraka gösterdiler. Söylendik. ''- Efendim belediye reisinin evinde de yoktur ki...'' cevabını verdiler.

Sıkılırız da ondan mıdır, düşünmek ayıp sayarız da bundan mıdır, her nedense memleket dertleri derken bunun başına o ağıza almak istemediğimiz ''şey''le Sakarya savaşı verir kadar uğraştı idi.

Eğitim

İlk Rusya'ya gittiğim zaman halk eğitim metodlarını yakından incelemiştim. Benim için inkılâp davamızın tek teminatı kız oğlan bütün Türk çocukları sivil ve lâyik ilkokul eğitiminden geçirmişti. ''Yeni Rusya'' kitabında bilhassa bu mesele üzerinde ısrar etmiştim. Kızılbaş - Sünnî ayrılığı mı? İlkokul meselesi. Doğu illerinde Kürtleşme tehlikesi mi? İlkokul meselesi. Yobazlık o, taassup o, hepsi o mesele idi. Bizim, bize benzemiyenlerden tek farkımız sivil eğitim görmekten ibaretti. Bu işi halledemeğimiz için de Tanzimat'tan beri yeni nesiller büyük kalabalığın üzerinde köpükler gibi görünüp sönüyorduk. İnkılâbın kaçıncı yılı idi. Hâlâ ilkokul seferberliğini ele almamıştık.

Recep Peker partinin umumî kâtibi olarak, başbakanın Roma seyahatinde bizimle beraberdi. O, ben ve Saffet Arıkan otelin holünde oturuyorduk. Recep Peker, bugünkü demokratların yaptığı üzere pek kısa zamanda rejimin neler yaptığını sayıp döküyordu:

- Bence hiçbir şey yapmamışızdır. Mademki halk o halk, bulduğu yerinde duran halk... dedim.

Pek iyi, fakat inatçı bir arkadaştı Peker! ''Senden beklemezdim bu inkârcılığı...'' diye tutturarak ray kilometrelerini, fabrika bacalarını, şehir süslerini yine saydı, döktü.

- Hepsi de Tanzimat'tan beri az çok yapılmıştır. Sultan Hamid Hicaz demir yolunu bir millî eser olarak başarmadı mı? Hereke ve Zeytinburnu fabrikaları onun değil midir? Ama onun devrinde isyanlar, İttihatçılar devrinde de olmuştur. Bizim devrimizde de olmaktadır. Halk yığınlarındaki mukavemeti bir türlü sökemiyoruz.

Recep bütün belâgati ile birbirine giren terkipleri ve izafetleri ile bana hücum etti. Sonra, âdeti olduğu üzere, "Falihçiğim gel barda bir şey içelim," dedi.

Gönlümü alacaktı. Barın uzun iskemlesine çıktı. Birer kadeh bir şey ısmarladık. Neş'e ile bana dönerek:

- Bilmezsin seni ne kadar severim. Zeytindağı'n yok mu, bayılmışımdır o eserdeki görüşlerine ve buluşlarına... diye iltifat etti.

Hiç bozmadan:

- Recep Bey ben Zeytindağı'nda o kadar beğendiğin görüşlerimi ve buluşlarımı 21 yaşında not etmiştim. On beş yıl daha olgunlaştıktan sonra gördüklerimi demin nasıl karşıladığını düşün.. dedim. Mustafa Kemal.. Mustafa Kemal... diyoruz. Yahut sen, Recep Bey... çocuklukta hiç okumasaydınız, yahut bir softa ocağına gitseydiniz, şimdi birer yobaz olmaz mıydınız? Memleket ne çekmezdi sizlerden?

Recep tahammüllü adamdı. İdealist ve şevkli idi. Fakat bizler bugün dahi inkılâplarımızın hemen arkasında bütün köylerde ilkokul temellerini atmamaklığımızın çilesi içinde değil miyiz?

31 Mart, yahut Menemen veya Şeyh Sait, veya 6-7 Eylül.. Hepsi bir! Aynı ruh!

Bozkurt

Fransa ile aramızda bir Bozkurt hâdisesi çıktı idi. Bin türlü tartışmadan sonra işi Lâhey mahkemesi kararı ile halletmekte mutabık kalmıştık. Adalet Bakanı rahmetli Mahmut Esat ve bir arkadaşı İsviçre'ye gittiler. Orada meşhur Fransız hukukçusu Fromageot ile buluşacaklar ve bir tahkimname hazırlıyacaklardı. Meselenin en nazik tarafı da bu tahkimname idi. Fromageot öyle şartlar ileri sürmüştü ki eğer tahkimname bu şartlar üzerinden yapılırsa, davayı kaybedeceğimize asla şüphe yoktu. Bizimkiler bir uzlaşma çaresi bulamamışlar. Dış Bakanlığı vasıtası ile Atatürk'e durumu anlatmışlardı. Geldikten sonra bize hikâye ettiğine göre Mahmut Esat tamamiyle ümitsiz, yatak odasına çekilmiş bekliyordu.

Bir tesadüf olarak Hâkimiyet-i Milliye gazetesine ait bir iş için Siirt Milletvekili Mahmut'la beraber Çankaya'ya gitmiştik. Rahmetli lider yemek salonundaki ocağın başında kitap okuyordu. Bizi dinlemeğe başladıktan biraz sonra Dış Bakanlığından geldiler. Mahmut Esat'ın şifresini kendisine verdiler. Sabırla, uzun uzun dinledi. Düşündü, taşındı. Fromageot'nun şartlarını âdeta tersine çeviren bir telgraf dikte etti. Sonuna da, eğer Fransızlar buna razı olmazlarsa Türk hey'etinin hemen geri dönmesine dair bir cümle ilâve etti.

Konuşmamızı bitirmiş, Mahmut'la beraber yola çıkmıştık:

- Canım, dedim, Paşamızın dehasına şüphe yok ama, hukukçu da değil a...

Atatürk'ü benden daha önce tanımış olan Mahmut:

- Öyledir o... dedi.

Ertesi gün tahkimnamenin Atatürk'ün diktesine göre yapılmasına Fromageot'nın razı olduğu haberi geldi. Meclis pek neşeli idi. Dayanamadım: Bir gün önce kendisinden ayrıldıktan sonra Mahmut'la aramızda geçen konuşmayı olduğu gibi anlattım. Güldü:

- Doğrudur, dedi, ben hukuk pek bilmezsem de, Bozkurt için Fransa'nın Türkiye ile bir mesele çıkarmıyacağını bilirim.

Tevekkeli politikayı imkânlar sanatı olarak tarif etmemişler. Atatürk vermeği de, almağı da bilirdi. Fakat daha çok ve daha iyi bildiği şey neyin alınabileceği ve neyin alınamıyacağını, etrafındakilerden ve bugünkülerden hiçbirine nasip olmıyan bir görüşle kestirebilmesi idi. Milleti ne boşuna hayale düşürür ve yorar, ne de yine boşuna onun menfaatlerinden en küçük fedakârlıkta bulunurdu.

Her ne ise, bir hayli zaman sonra soyadları kabul edildiği vakit Mahmut Esat adının sonunda kelimeyi görmüştük: Bozkurt

Soyadını kendisine Atatürk vermişti. Arkadaşlarını şereflendirmekte, cephe veya cephe gerisinde, kendi yaptıklarını sevdiklerine mal etmekte hiç hasis değildi.

Gaf

Rahmetli Nuri Conker davudî sesli, kelli felli, çok defa efendice zarifti. Atatürk'ün çocukluk ve asker ocağı arkadaşı olduğu için meclislerinde, hava elverişli olduğu zaman, lâubalîlik ve Atatürk'le şaka etmek de yalnız onun imtiyazı idi. Selânik gazinolarındaki masa sohbetlerinden beri hatıraları birbirlerini tamamlıyordu. Mustafa Kemal daha kolağası iken bir akşam:

- Fethi'yi büyükelçi, seni başvekil yapacağım, demiş.

Nuri Conker sormuş:

- A birader ya sen ne olacaksın?

- Fethi'yi büyükelçi ve seni başbakan yapabilecek makam sahibi!

Atatürk o makam sahibi olmuştu, hatta Fethi'yi büyükelçi de yapmıştı ama, Nuri Conker sadece so bet arkadaşı olarak kalmıştı. Sinirli zamanlarda bir hikâyesi, nüktesi veya şakası ile meclisin zehrini giderir. Atatürk'ün pek çok hatıralarını tazeler, rahmetliyi avuturdu.

Eski köşkünde iken bir akşam yine toplanmıştık. Birkaç hanım da vardı. Biri Atatürk'ün yakınlarından idi. Misafirlerine birer birer ne içmek istediklerini soruyor, garsona emir veriyordu. Sıra Saracoğlu Şükrü'ye geldi. Saracoğlu içkici değidi. Bazen uzun saatler bir kadehle avunur, fakat herkesle beraber onun da neşesi artardı. Nuri Conker'in aksine de hiç zarif değildi. Lâtife etmek istediği zaman biraz kabaya bile kaçardı:

- Ben şampanya isterim, dedi.

Misafirlerinin hoşnutluğunu pek kibarca her şeyin üstünde tutan Atatürk garsona:

- Beyefendiye şampanya getiriniz, dedi.

Nedense ev sahipliğini fazlaca üstüne alan hanım:

- Getirme, hatır için söylemiştir, kabilinden işaret etmiş. İçkiler geliyor, Saracoğlu:

- Şampanyamı isterim, diye tekrarlıyordu. Tatlı sohbetlerine başlamak için acele eden Atatürk:

- Canım beyefendinin şampanyasını getirseniz a... diye garsona biraz sertçe bağırdı.

Hanım yanında oturduğu Saracoğlu'ya, kimseye işittirmiyecek bir sesle,

- Eskiden beri hep şampanya mı içerdiniz? demesin mi...

Demesi bir şey değil, pek hassas olan Atatürk bunu duymasın mı?

Şükrü bir saracın oğlu idi. Atatürk de nihayet bir gümrükçünün! Kıpkırmızı kesildi:

- Hanımefendi siz bu centilmenlerle bir mecliste bulunmağa lâyık değilsiniz, dedi.

Bu sözden haklı olarak fazla alınan hanım kalktı ve çekildi.

Meclis buz gibi donmuştu. Atatürk yüzünü asmış, kimse ses çıkarmıyordu. Ölüm sessizliği denen şeydi bu. İşte o sırada, Nuri Conker'in şarkı okumak için boğazını hazırlıyormuş gibi, öksürdüğü işitildi. Hepimiz ona baktık. Pek ciddî:

- Lâ hayre fi hinne ve lâ büdde min hünne... dedi.

Atatürk başını kaldırdı:

- Nedir o? dedi.

- Yani efendim onlardan hayır yoktur, fakat lüzumludurlar. Hanımefendilerimiz için söylenmiştir de...

Hanımlar bile güldüler. Bulut dağılmıştı.

Fox

Foks Atatürk'ün son köpeğinin adıdır. Birkaç yıl eski ve yeni köşkte rahmetli lideri eğlendir idi. İnce ruhlu insanlar gibi Atatürk de hayvanları severdi. Kurban kestirmezdi. ''Ömrümde bir tavuğun boğazlandığını görmemişimdir,'' derdi.

Foks'u kendisine hediye etmişlerdi. Daha önce de pek sevdiği bir köpeği varmış ama, ona ben yetişemedim. Atatürk bu yenisine o kadar yüz verdi ki, bir müddet sonra hemen hemen terbiyesini kaybetti idi. Bilârdo oynarken masanın üstüne çıkar, bilyeleri yere yuvarlayıp oynar, Atatürk de bu şımarıklığa gülerdi. Bereket yalnız misafirleri ısırmazdı. Pek sert bir köpekti de!

Törenlerde Foks Atatürk'ün ayağı dibinde dururdu. Galiba Ülkü kadar onun da çıkmış resimleri vardır.

İki fıkrası hatırımdadır: Eski köşkte vilâyetlerimizden birine tayin olunan bir zat bir gün kendisini resmî ziyarete gelir. Çalışma odasından girer. Foks bir köşede yatmakta. Atatürk masasının başında, vali Bab-ı âli protokolünden gelme olduğu için, oda içinde bir müddet yürüdükten sonra, birdenbire yarı beline kadar eğilip ''yerden'' dedikleri Osmanlı selâmını verir. Cumhuriyet devri görenekleri içinde yetişen Foks bu anî hareketi görünce Atatürk'e bir fenalık yaptığını sanarak fırlayıp adamcağızı tam kaba etinden ısırır. Ne olduğunu ne yapacağını şaşıran vali de tam tersine yere düşer ve ayakları havaya kalkar.

Biz gülüyorduk ama Atatürk pek sıkılıyordu.

Benim bulunmadığım bir gece de mecliste konuşmalar olurken Foks, çok defa yaptığı gibi, masanın altına girer. Isırmadığını bildiğimizden ayaklarımız altında dolaşmasından huylanmazdık. O gece rahmetli Reşit Galip'in iskemlesi yanına gelir ve oynarken pantolonunun paçasını yırtar. Atatürk bundan da üzülerek, dostu Reşit Galip'e hemen kendi terzisinde şahsî hesabına bir esvap ısmarlamasını rica eder.

Bu vak'adan sonra eskice esvaplarını giyerek davete gelenler ve Foks masanın altına girdikçe paçalarını ona uzatanlar çok olmuştu. Fakat Foks ondan sonra bir türlü efendisini masrafa sokmadı idi.

Foks gitgide şımarıklığı artırdı. Doğrusu biz de sinirlenmeğe başlamıştık. Nihayet bir akşam geldiğimizde Atatürk'ün elini sarılı bulduk: Efendisini ısırmıştı. Köpeği alıp çiftliğe götürmüşler, kontrol altına almışlardı. Yakınları bir olarak ve sahibini ısıran köpekten artık hayır kalmadığına inandırarak öldürülmesi için müsaade alabilmişlerdi.

Çiftlik müdürü Foks'un derisini doldurtup müze camekânına koymuştu. Bir gün Atatürk gezmeğe gittikte müdür kendisini davet eder, derisi ot dolu, donuk cam gözlü köpeğini gösterir. Atatürk büyük bir gönül acısı ile başını çevirerek:

- Onu ben severdim. Böyle görmek istemem, kaldırınız onu... der.

Yanılmıyorsam, ertesi günü Foks'u çiftliğin bir köşesine gömmüşlerdi.

Metod

Atatürk'ün askerlikte ve inkılâpçılıkta başarı sırlarından birincisi tam zamanını beklemek, ikincisi fırsat kaçırmamaktı. İlk defa Erzurum'a gittiği vakit halka mukaddes saltanat ve hilâfet makamlarını yabancıların baskısı altından kurtarmağı başlıca hedefleri arasında göstermişti. İnkılâpçılık davalarından hiçbirini zafere kadar kimseye sezdirmemiştir.

Fakat Vahidettin bir düşman zırhlısı ile İstanbul'dan kaçınca padişahlığı kaldırmak için eline geçen bu fırsatı bir gün bile kaçırmadı. İzmir'de gazetecilerle görüştüğü sırada Hüseyin Cahit (Yalçın) neden Lâtin yazısını kabul ettirmeğe karar vermediğini sorunca, bu suali hiç de iyi karşılamadı idi. Lâtin yazısı aleyhtarlığı memlekette o kadar kuvvetli idi ki Meşrutiyet devrinde Kılıçoğlu Hakkı ile rahmetli Celâl Nuri'nin çıkardıkları ''Serbest Fikir'' dergisi bu yazı lehine bir makale yayınladığı için kapatılmıştı.

Günü gelince de hepimizi şaşırttı. Biz komisyonda beş yıl ile on beş yıl arasında bir mühlet düşünen iki gruba ayrılmıştık. İlk yıllarda her iki yazı birlikte öğretilecekti. Gazeteler yarım sütundan başlayarak yeni yazı kısmını yavaş yavaş artıracaklardı. Bu fikirleri anlattığı zaman:

- Bu iş ya üç ayda olur, ya hiç olmaz, dedi.

Sonra ilâve etti:

- Gazetelerde yarım sütun eski yazı kalsa bile herkes onu okur. Hele iç ve dış bir de buhran çıkarsa bizim teşebbüs de Enver'inkine döner.

Enver Paşa eski yazıda bir imlâ inkılâbı düşünmüştü. Harbiye Nezareti tezkerelerinde yeni imlâyı kullanıyor, ''Tanin'' gazetesinin bir köşesinde her gün örnekler çıkıyordu. Bu inkılâp bitişik harf sistemini kaldırmaktan ibarettir. Pek iptidaî bir ıslâhat teşebbüsü idi. Dünya Harbi çıkınca yüzüstü kaldı. Atatürk'ün ima ettiği bu idi.

Şapka meselesinde de en ileri düşünenler uzunca bir ''intibak'' mühleti düşünmüşlerdi. Önce serbest vatandaşlardan istiyenler giyecekler, eğer tecavüze uğrarlarsa polis bunları cezalandıracaktı. Gözler alıştıktan sonra memurlara sıra gelecekti. Atatürk Kastamonu ve İnebolu seyahatine çıktığı zaman biz böyle olacağını sanıyorduk: O seyahatten Ankara'ya şapkalı dönmüştü.

Zaman gelmiş midir, gelmemiş midir, bu hiçbir teşhis hatasına gelmez. Başarmış devrimcilerin deha sırrı bu teşhisi iyi koymaktır. Sonra da hemen yapmak, yolu dönülmez kılmaktır.

Atatürk'ün ne kadar beklediğini düşünmeyip de ne kadar çabuk yaptığını gören eski Afgan Kralı Amanullah Han Ankara'dan memlekete dönüşünde hemen harekete geçti ve bu yüzden tacını da tahtını da kaybetti idi. Bu memlekette daha önce başlık inkılâpları olmuştur: Rahmetli sadrazamlardan Tevfik Paşa sarık yerine fesin giyilmesi şapka giyilmesinden daha güç ve hâdiseli olduğunu söylemişti. Enver Paşa'nın asker başlığı güneşlikli idi. Atatürk, inkılâpçılıkta, Tanzimat'tan beri süregelen ilerleme savaşının miraslarından pek iyi faydalanmayı bilmişti.

Gerçekte Birinci Meclisin hâkim olduğu Anadolu devleti, İstanbul'daki Osmanlı devletinden çok daha geri idi. Okullarda resim derslerine bile tahammül etmiyor, sivil okul yerine medreseler açıyordu. Biz zaferden sonra Mustafa Kemal devam ettiği için bir Batı devleti olduk: Bir Asya devleti de olabilirdik.

Bir metodu da devrimlerini halk adına yapmak ve bilhassa ona benimsetmekti. Sanki halk istiyor da o halkın iradesine boyun eğiyordu. Yobazlar bu iradeyi baltalamak istiyen halk düşmanları idi. Sarayburnu'nda yeni yazı nutkunu halk kalabalığı arasında söylemiş, sanki halkın ''emirber''i olmuştu. Nitekim o zaman Büyükada Kulübüne gittiğimizde dans salonundan kendisini karşılamağa çıkan fraklı smokinli ve tuvaletli balo kalabalığına bakmış, bana dönerek:

- Çocuk, o işi burada yapamazdık, demişti.

Resim

Rahmetli Yunus Nadi nazına katlandıklarından, kızdığı zaman da sevdiklerinden idi. Bunun sebebi vardır: Kuvay-ı Milliye'nin daha ilk zamanlarında Nadi İstanbul'daki gazetesini ve rahatını bırakarak, birkaç düzine harfle Ankara'ya gelmişti. Baca isi ile mürekkep yapma usullerinin keşfedilmeğe uğraşıldığı o yokluk günlerinde gazete çıkarmak ne demek olduğu kolay tahmin olunabilir. Nadi'nin ''Yeni Gün''ü bağımsız olmakla beraber tam Mustafa Kemalci idi. Sakarya ve Başkomutanlık meselesi günlerinde pek iyi bir mücadele yapmıştı. Atatürk değerleri ve hizmetleri unutmaz, pek çok kusurları bu değerler ve hizmetler hatırasına bağışlardı.

Nadi neşeli şevkli, coşkun mizaçlı idi. Atatürk meclislerinde fazla keyiflenmişliğe vurarak içini dökerdi. Gözlerinin birini yummasından söze koyulmak üzere olduğunu hissederdik. Şarkı bile söylemeğe meraklı ise de sesi benimkini aratacak kadar fena idi. Bir akşam, eski köşkte, pek devrimci bir nutuk çekiyordu. Kendisince başkasının işitmesini istemediği tehlikeli şeyler söylüyordu. Bir aralık arkasına doğru bakıp döndü ve durdu: Dinliyen birini görmüştü. Atatürk gülerek:

- Çekinme... Ben'im o... dedi.

Nadi'nin arkasında Atatürk'ün cama dayalı bütün bir boy fotoğrafı duruyordu.

İlk zamanları, sabah trenine yetiştirmek için o saatlerden sonra otel odasında yazıya oturmasına şaşardım. Semizliğinin ve çoğunca durgun hâlinin hiç umdurmıyacağı kadar tetik ve çalışkandı.

İstanbul'da ''Cumhuriyet'' gazetesini çıkarıyordu. Bu gazete uzun müddet Atatürkçü tek gazete olarak kalmıştı. İstanbul'u muhalefet havası sardığı zamanlarda da hayli sürüm sarsıntıları geçirmişse de davaya bağlılığından hiç ayrılmamıştır.

Nadi samimî devrimci idi. Eski ''Malûmat'' mektebinden, hemen hemen Muallim Naci edebiyatından olmakla beraber, Meşrutiyet Türkçülüğünün dil prensiplerini benimsemiş, Osmanlıcasını Türkçeye doğru çözmüştü. Bu yalnız şekil bakımından Türkçe, üslûp ve lehçe bakımından Osmanlıca idi. Sonra ikinci fedakârlığa sıra geldi: Atatürk kendini seven yazarları, bir müddet, tamamıyla öz Türkçe denemelerine davet etmişti. Bu benim yazı ömrümün en sıkıntılı günleridir: Türkçeden başka hiçbir kelime kullanmamak, sonra da zevklerimden ayrılmamak!

Ben kolay ve çabuk yazarım. O zamanları dörtte bir sütunluk bir şey yazabilmek için bir iki saat uğraşırdım. Yemek masasını yazı masasına çevirmiştim: Etrafında döner, dururdum. Hem Atatürk'ün meclisinden, hem onun gazetesini emanet ettiği adam olmak gibi iki şerefli mesuliyetle sanat kaygılarım arasında ne yapacağımı şaşırırdım. Kendisi ise bizden fazlasını yapıyordu.

Nadi kolayını şöyle bulur: Yazılarını kendi üslubu ile yazar, sonra içeriye vererek Tarama dergisine göre öz Türkçeye çevirtirmiş. Bu yazıları hatırlarım. Asılları kendinin olmasına rağmen, üzerlerinden iki gün geçince, Nadi'nin de onları anlayamaz olduğuna şüphe bile etmem.

Soyadı

Soyadı Kanunu üzerine Atatürk'e bir merak geldi idi. Daha doğrusu onu bu meraka meclisine gelmiş olanlar düşürmüştür: Herkes soyadını ondan almak hevesinde idi. O da tutar, karşısındakinin hal tercümesini sorar, başından geçen vak'alardan birer harf veya hece seçer, sonra bunları karıştırıp soyadı olarak takardı. Böylece hayli garip isimler meydana gelmiştir. Ben bir sabah Tarama dergisini açmış, ilk sayfalarda en sevimli kelimeyi soyadı almaya karar vermiştim. "Atay" o sabahki seçmenin eseridir. Hemen gazetedeki yazılarıma da yeni imzamı koymağa başladım. Atatürk bir akşam serzeniş dahi etti:

- Sen kendine soyadı bulmayı bana bırakmadın, dedi.

- Her gün yazıyorum. Sizin bu işe ne kadar değer verdiğinizi bildiğimden bir gün bile geç kalmak istemedim, yollu cevap vermiştim.

İsmet Paşa'ya İnönü adını o vermiştir. Fevzi Paşa, aile geleneği olduğu için, "Çakmak" isminde ısrar etti. Atatürk hiç hoşlanmadı ama, rahmetliyi kırmadı:

- Tuhaf şey, soyadı üstünde "çakar almaz" gibi alaylar yapılmasından da çekinmiyor. Çakmak.. Çakmak... Bir komutan için hiç de hoş değil... demişti.

Kendi soyadı ona, biraz yardımla rahmetli Safvet Arıkan'ın armağanıdır. Safvet'in bulduğu "Türkata" idi. Meclis'te hayli tartışıldıktan sonra daha ahenkli ve manalı olan "Atatürk" şeklinde girdi.

Soyadı günlerinin lâtifçe bir hatırası vardır. Dil davası ile uğraşanlardan ve dış bakanlığı yüksekçe memurlarından Osman Grandi safça bir adamdı. İçi dışı bir, fakat içi de dışı da birbiri kadar düzdü. Grandi, Mussolini'nin dış bakanının adı idi. Bir akşam:

- Ne taşıyorsunuz beyefendi bu soyadını? diye sordu.

- Çok eskidir, tarihîdir, efendim... cevabını verdi.

- Ne imiş tarihi bakalım?

Yanında bulunan bir arkadaşı, gaf yapacağını bildiği için, eteğini çekmişti. Önce ona dönüp ve hiçbir târiz maksadiyle değil de, acaba söyleyecek bir şey mi var, gibilerden:

- Siz mi çektiniz eteğimi? diye zavallıyı iyice sıktıktan sonra izah etti!

- Efendim, dedi, cedlerimizden biri gemi ile Mısır'dan geliyormuş. Teknenin kaptanı imiş. Yolda büyük bir fırtına çıkmış: İmdat gelinceye kadar içindekiler hepsi boğulmuşlar, fakat ceddim grandi direğine çıktığı için kurtulmuş. Soyadımızın hikâyesi bu.

Atatürk:

- Ne? Ne? dedi, bütün gemisindekiler boğulduktan sonra yalnız kendi canını kurtaran kaptanın hatırası mı? Beyefendi yalnız bu sebeple onu bırakınız da bir Türkçe ad takınız, dedi.

Değiştirildi ve böylece dil toplantılarından İtalyan Dış Bakanının gölgesi silindi idi.

Saraylı

Anatole France'ın hususî hayatına dair okumuş olduğum kitapta hoşuma giden fıkralardan biri şu idi: "Ünlü Fransız edebiyatçısının sosyalist olduğunu işiten Rus ihtilâlcisi bir kız Paris'e gelir. Proleterya tanrılarını birer birer tanımak merakında olduğu için onun da adresini arar ve bulur. Bir sabah ziyaretine gider. Belki de bir çatı arasında bulacağını sanırken adresteki numarayı bir konak kapısının kenarında okuyunca şaşar. Bir defa geldiğinden kapıyı çalıp girer. Zengin bir hol, süslü ve yaldızlı eşya, antikalar ve biblolar ortasında üstadın yanına alınmasını bekleyerek bir müddet durur. Fakat hayalleri kırıla kırıla öyle bir ruh sıkıntısına uğrar ki konuşmak bile istemiyerek geri döner." Çok yıllar geçtiği için iyi hatırlayıp hatırlamadığımı kestiremem. Fakat hikâye aşağı yukarı böyle idi.

Ben de ilk Rusya'ya gidişimde ihtilâlcileri, Lenin'e ait fotoğraflarda gördüğümüz kırık dökük eşyalı 3x4 veya 4x4 hücrelerde yatıp kalkar biliyordum. Kremlin'in çalışma yeri olarak kullanıldığını sanırdım.

O vakit Türkiye'den gelen ziyaretçilere pek itibar ederlerdi. Bu gidişte Dış Bakanı Tevfik Rüştü Aras'la beraberdim. Davetlerin zenginliği, ziyafet salonlarındaki sofra ile işçi ve zekâ takımının giyiniş, yiyiş ve alışveriş kooperatifleri arasındaki başdöndürücü tezat hayallerimi hayli kırmakla beraber:

- Bunlar yabancılar içindir belki... diye düşünürdüm.

Bu seyahatte İstalin müstesna, öteki Bolşevik büyüklerini tanımıştım. Çoğunun içkiciliği dikkate çarpıyordu. Başbakan Rikof'un bizim elçilik davetinde ocak başında hastalandığını görmüştüm. Bir büyük komutanı da yaverleri koltuğuna girerek salondan çıkarmışlardı. Benim eski Rus romanlarından hatırımda kalan "soyucu" sınıf âlemleri, şimdi gördüğüm bu proleterya âlemlerinden pek farklı değildi.

"Yeni Rusya" kitabını yazmak üzere dış bakanından sonra bir müddet daha Moskova'da kalmıştım. Dönüşüme yakın kılavuzum geldi:

- Eğer kabul ederseniz bu akşam Başbakan Yardımcısı Bay Şmit'e davetliyiz, dedi.

- Uzak mıdır oturduğu yer?

- Hayır, onun Kremlin'de bir yeri vardır.

Kremlin... Daha o zamanlar bile, çünkü henüz büyük öldürüşmeler ve Viçinski mahkemeleri devrinden hayli öncedeyiz, Kremlin'in etrafında dolaşmak dahi tehlikeli idi. Ancak Ortaçağlarda kral ve derebeyi sarayları bu kadar sıkı ve sert ve sıra sıra emniyet kuşakları altına alınmış olabilirdi.

Akşam üstü resmi bir araba geldi, bizi oturduğumuz yerden aldı. Önce Kızıl Meydan kapısı karakolundan vesikamızı gösterip vize aldık. İki kızıl asker veya polis otomobilin iki kenarına sıçradılar. Bir başka kapıda bizi daha iç halka polisine devrettiler. Nihayet saraya gelebildik.

Meğer sarayın birçok kısımlarını pek konforlu apartmanlara bölmüşlerdi. Şimdi bekâr olduğu için ufaklarından birinde oturuyormuş: Bu ufak tip, şimdi Ayaspaşa veya Sürpagop'ta bin beş yüz, iki bin liraya kiralananlar çapında idi. Bundan başka parkerleri, sıhhî tesisleri, eşyası, hepsi lüks standartta idi. Benim hayallerimin hiçbir kanadı kalmadı ama, Anatole France'ı görmeğe giden saf ihtilâlci kız gibi tanrımı bulmaya gelmemiş olduğumdan bilâkis sevindim. Bir müddet sonra bir kadın ve erkek geldi. İkisi de opera sanatkârı imiş. Sonra bir genç balerin geldi. Ellerinde Rus folklor çalgıları ile bir iki kişi birkaç misafir daha geldiler.

Eski Çarlık Rusyası ziyafetlerinin hikâyesini okumuşsunuzdur. Önce bol bir meze sofrası, sonra yemek, sonra yine meze sofrası, yani sonu gelmiyen bir içki ve yemek sefahati! Bu da tıpkı öyle idi. Votka içiyor, tereyağı has ekmekle hayvar yiyor, sonra şarkılar dinlemek ve danslar görmek için salona dönüyorduk. Genç balerinle ben de bir iki defa dans etmiştim. Ömrümde bu kadar zengin bir hususî gece geçirdiğimi hatırlamıyorum. Rusça bilmediğim için aralarındaki pek şevk uyandırıcı konuşmalar hakkında bir fikir edinemedim.

Şmit sevimli bir adamdı. Bir aralık dövme demirden iki atletin boğuşmasını gösteren bir statüet getirdi: "Bu gecenin hatırası olarak hediyemi kabul ediniz," dedi.

Sabah vakti ayrıldık. Ben koltuğumda ağırca statüet, artistler sarhoş ve baş açık, hep beraber o in görünse hesap veren, cin geçse sıyğaya çekilen, yasak eski mabetlerden yasaklı sarayın muhafızları arasından güle oynaşa ayrılmıştık. Şurasını da unutmadan söylemeliyim ki apartmandan son çıkan bendim. Vestiyerde bir kadın şapkası unutulmuş olduğunu görmüştüm.

Bugün bunları yazarken kimseye bir fenalık etmeyeceğimi biliyorum. Ertesi gidişimde Rikof öldürülmüştü. Şmit'i sormakla kabalık ettiğimi hissettim. Çünkü Rusya'da adres sorulmaz. Belli başlılardan ise ya yine bir davette karşılaşırsınız, yahut tasfiye ölümünün sillesine uğramıştır.

Serbest Fırka

Atatürk Serbest Fırkayı niçin kurdu? Bu başka bir hikâyedir. Ben o zaman memleket dışında idim. Döndüğümde Atatürk'ü, İsmet İnönü'yü Yalova'da bulmuştum.

Atatürk hükûmet tenkitçilerine yeni partiye katılmalarını tavsiye ediyordu. Gerçi şair Mehmet Emin Bey hükûmeti ne yerer, ne de överdi. İlk akşam sofrada onu da görmüştüm. Atatürk:

- Beyefendi, biliyorsunuz, bir muhalefet partisi kurduk. Bu da bir vatan vazifesidir. Arkadaşları takviye buyurmak istemez misiniz? dedi.

Emin bey pek saf, yüreği temiz bir efendi idi. Hemen:

- Emredersiniz, dedi.

Atatürk'ün yeni partiden olan hemşiresi yan yan baktı:

- Bize hep böyle beyleri veriyorsunuz, (beni göstererek) şu arkadaşınızı verseniz a... dedi.

Atatürk:

- Bütün gazeteciler sizden. Bir tane de bana bırakınız, cevabını verdi.

Ben bir muhalefet partisinin hiç sırası olmadığı fikrinde idim. Konuşmalarım Atatürk'ün hoşuna gitmemiş olmalı ki bana ertesi günü yakınlarından biri ile haber yollayarak ihtiyatlı olmamı tavsiye etti:

- Doğrusu iki partili meclislere pek alışacağa benzemiyordum. Bugünden tezi yok. Ankara'ya gideceğim, dedim.

Giderken İsmet İnönü'yü gördüm. O da muhalefet gazeteleri ile mücadeleye girmemekliğimi söyledi.

Muhalefet partisi daha o zaman Yalova köylerine din tahriklerine başlamıştı. Devrimler ''terütâze'' idi. Sonunda Atatürk'ün bir çare bulacağından şüphe etmemekle beraber, serde gençlik de var, kendimi nasıl tutacağımı düşünüyordum.

Ankara'da ilk defa Bayındırlık Bakanı olan Recep Peker'i gördüm. Bana ilk suali şu idi:

- Mustafa Kemal, İsmet Paşa'yı mı tutacak, Fethi Bey'i mi?

Bütün Meclis de aynı tereddüt içinde idi. Ama hepsi Recep gibi değildi. Büyük çoğunluk, eğer ikinci ihtimali kuvvetli bulsa, hemen yeni partiye kayacak hâlde idi. İçin için bir kaynaşmadır, gidiyordu.

O vakit Yalova nasihatlerini unutarak Hâkimiyet-i Milliye'de ''Politika'' sütununu açtım ve devrinde hayli akisler bırakan polemiklere başladım.

Yeni parti ileri gelenleri Atatürk'ten beni susturmasını istemişlerdi. Yalnız bu yüzdendir ki yazılarıma devam edebildim. Atatürk şarta gelmezdi.

Bundan başka o sıra Atatürk'ün kulağına gelen en acı haber, en yakınlarından birinin Yalova köylerinde, kendi aleyhinde, din propagandası yapmış olması idi. (1) Yeni muhalefet ilk ocaklarını tekkelerde ve medresecilerle kuruyor, irticaın her türlüsüne serbestçe yaslanıyordu.

Merakı

Atatürk giyime, ev ve eşya düzen ve temizliğine pek meraklı idi. Askerler arasında sivil kıyafete iyi alışanların başında geldiğini sanıyorum. Evi de hiçbir zaman ''bekâr kokmamıştır.''

Arkadaşlarının, hatta uzaktan tanıdıklarının yeni yaptırdıkları evleri gezer, banyo ve sıhhî tesislere bilhassa dikkat ederdi. Bir dostuna misafir gittiği zaman da, eğer nazı geçerse, tenkitlerini esirgemezdi. Duvara asılı şeylerde en küçük iğriliği görür, kalkıp düzeltirdi.

İstasyon binalarına bile gittiği zaman:

- Banyosu nerede? diye soruşları, her gün yıkanma âdetini en mütevazı Türk yuvalarına kadar sokmak içindi. Banyo, evlerimizde Atatürk devrinden sonra ''harcıâlem'' olmuştur. Kendisi harpte ve siper hayatında bile evinde olduğu gibiydi.

Misafir gittiği evlerde ev sahibi ile konuşarak eşyanın yerlerini değiştirdiği olurdu. Yemek odası dar ve sıkıntılı bir odada ise, ve yemeğe kalacaksa, sofrayı salona taşımaktan üşenmezdi. Atatürk'ün misafirlikleri tesadüfî olmakla beraber ev sahiplerini rahatsız etmezdi: Kendi mutvağı, çok defa, gittiği evlere yardım ederdi.

Bir gün şimdiki Atatürk Bulvarında taşralı bir zenginin yaptırdığı bir buçuk katlı büyük köşkü geziyorduk. Tesadüf ev sahibini de orada bulmuştuk. Adamcağız bir gün Atatürk'ün kendisine de uğrayacağına ihtimal verdiği için mimarı hem yapının, hem döşemenin hoşa gider olmasında serbest bırakmış, hiçbir fedakârlığı esirgememişti. Salonu, yemek odasını, yatak odalarını dolaştık. Sonra aşağı kata indik. Bir odada muşamba örtülü kötü bir masa, aynı kötülükte bir iki dolap, duvar kenarlarında da yer minderleri vardı. Ev sahibi büyük bir saflıkla:

- Paşam efendim, biz çoluk çocuk burada yemek yer, otururuz, diyordu.

Fakat ne de olsa Cumhuriyet okullarında yetişen çocuğunun şimdi üst kata çıkmış olduğuna şüphe eder misiniz?

Dönemeç

Moskova'ya son gidişim 1932'dedir. Milletlerarası yazarlar kongresine katılmıştık.

Bu seyahatte, Komünist Partisinin ve hükûmetinin haberi var yok bilmiyorum, çünkü o zamanki Millî Savunma Bakanı Voroşilof ne yaptığını bilmez bir serseri olduğunu beni davet ederek söylemişti. Lehli aslından olduğunu iddia eden biri bana lüzumundan fazla sokuldu idi. Hâkimiyet-i Milliye Başyazarı ve Atatürk'ün yakınlarından olduğumu bildiği için bu sokuluşu manalı idi. Henüz pek açılmamakla beraber dilinin altında bir şeyler dönüp durmakta olduğunu seziyordum. O zamanki büyükelçimiz Hüseyin Ragıp'a bahsettim:

- Aman, dedi, bu sırada hâlleri bir tuhaf... Biraz daha deşmeğe bak, belki faydalı şeyler öğreniriz.

Beni komünist davasına çekmek, yahut herhangi bir işbirliği teklifinde bulunmak gibi hemen kat'î tavır takınılmak gereken bir konuşma olmadığı için temaslarına güçlük göstermedim. Nihayet bir gün:

- Büyük haber, dedi. İstalin'in pek yakınlarından iki arkadaş sizinle görüşecekler. İki memleket arası münasebetler için bu fırsatı nimet bilmelisiniz.

Sovyetler Birliği - Türkiye münasebetlerinde tam dönüm noktası tarihine rastladığı için teferrüatı ile aklımda tutmuşumdur. Otele benzer bir büyük binanın bir yatak dairesi salonuna benzer hususî bir odasında idik. Öğle yemeği vakti idi. Biri kısa sakallı, biri tıraşlı iki Rusça konuşan, sonra göğsünde büyük ihtilâl nişanlarından birinin rozeti bulunan ve Türkçe konuşan üçüncü adam... Hepsi birbirinden dikkatli ve beyaz ceketli dört garson da hizmet ediyordu. Bir garson bile çok olduğuna göre bunların kontrol polisleri olduğunu tahmin etmiştim. Sözü şöyle açtılar:

- Sizin partinizde sollar ve sağlar vardır. Biz bir gün sağların hâkim olmıyacağını bilemeyiz. Bunlara güvenemeyiz de!

- Bizim partide yalnız Mustafa Kemal vardır ve onunla beraber olanlar... yollu söze başlayarak. Mustafa Kemal'in Rusya ile Türkiye emniyetlerini bir tuttuğunu, hatta bir gün İsmet Paşa ile beraberken:

- Politikamız bir daha bu iki milleti karşı karşıya getirmemektedir! dediğini, pek samimî anlatmağa koyuldum. Anlattıklarımın hepsi doğru idi. Sovyetler Birliği bizden yüz çevirmedikçe, bizim Sovyetler Birliği'ni şüpheye düşürecek herhangi bir harekette bulunmamız veya harekete katılmamız ihtimali olmadığını bilirdim. Maksadım, eğer bunlar İstalin'in adamları ise onun kulağına en doğru haberlerin gitmesi idi. Şurası da var ki o zamana kadar Moskova'dan henüz dostluktan başka bir şey de görmemiştik.

Sözcü:

- Hayır, dedi meselâ Müşir Fevzi Paşa'ya Bakü'yü vaadetseler, ve bu taviz üzerinden aleyhimize bir ittifak arasalar Fevzi Paşa bunu reddetmez.

Bizde böyle bir ayrılışma olamıyacağına dair uzun boylu ve boşuna dil döktüm. Nihayet tarihi söz ağzından çıktı:

- Türkiye bir emperyalist harbinde bizim için ya sed ya sıçrama yeri vazifesi görür. Onu mu görür, bunu mu görür, sözler, şahıslar ve antlaşmalar bizi inandırmaz. Ancak rejim beraberliği ile emin olabiliriz.

Bu söze dikkat edin. O zamanlar peyk kuruluşları yoktu.

Derin bir iç kırıklığı ile İstanbul'a döndüm. Dil Kurultayı günlerinde idi. Dolmabahçe Sarayı'nda Atatürk'ü gördüm. Baştan başa hikâyeyi anlattım. Pek dikkatle dinledi. Sonra:

- İsmet Paşa rahatsız yatıyor, git kendisine de anlat, dedi.

İsmet Paşa aynı büyük dikkatle dinledikten sonra:

- Karahan bize elçi geliyor. Seni elçiliğe davet ettikleri zaman bütün bunlar olmamış gibi davranacaksın. Yazılarında eski dostluk edebiyatını değiştirmiyeceksin, dedi.

Doğrusu bizimkiler Sovyetler Birliği ile Türkiye'nin arası bozulmamak için, en çetin güçlüklere katlanmışlar, Moskova'nın kafasından Türkiye'yi peykleştirmeyi geçirmeksizin dost olarak tutmasına çalışmışlardır.

Fakat dönüş de 1932 Dil Kurultayı günlerine rastlayan esrarlı toplantıdaki dönüştür. İç tehlikelerinden kurtulduğuna ve büyük kuvvetler arasına yeniden katıldığına inanan Sovyetler Birliği, artık yeni politikasına sarılmıştı.

Savarona

Hele o ilk yıllar Ankarasında deniz onulmaz bir sıla nöbeti gibi sık sık teperdi. Ne kadar da gençmişiz: İkide bir İstanbul'a gelirdik. Yataklı ve yemekli vagon yoktu. Köprüler ve yol bozuk olduğundan seyahat yirmi dört saat sürerdi. Polatlı'da trenden iner, istasyon lokantasında öğle yemeğini yer, Eskişehir'de yine iner, akşam yemeğini yerdik. Kompartımanlar tahtakurulu idi. Alışık olmıyanlar uyuyamazdık. Ve sabaha doğru İzmit'te deniz havası alınca hepsini unuturduk.

Atatürk neden sonra yazları İstanbul'a gelmeğe karar vermişti. Başlıca zevklerinden biri çatana ile Boğaz gezileri yapmaktı. Yalıları sıyırarak geçerdik. Atatürk halk ile, kalabalık içinde yaşamak meraklısı idi. Halkın eğlendiğini görmekten zevklenirdi. Bazan, meselâ Kalamış koyunda, motörü kayıklar arasında durdurur, deniz seyrancıları ile haşır neşir olurdu. Henüz denize girmiyordu. Biraz yüzmeği sonradan öğrendi. Bir gün sormuştum:

- Paşam Selânik'te doğup büyüdünüz. Hiç denize girmez miydiniz?

- Aman çocuğum, o zaman soyunup denize girmek ne demekti, nasıl bakarlardı insana... demişti.

Atatürk'ün İstanbul bahtiyarlıklarından biri Florya'yı keşfetmesi olmuştur. Birkaç gidip gelmeden sonra plâjı canlandırmağa karar verdi. Deniz köşkü, alaturka deniz hamamı gibi bir şeydir. Atatürk denize o kadar ihtiraslı bağlanmıştır ki yıllarca yaz aylarını âdeta su içinde geçirirdi. Yüzme ve kürek idmanları yapardı. Burada da halktan ayrılmazdı. İlk projeye göre Atatürk köşkü kumsalın sonundaki bir tepecik üstüne yapılacak, aşağıda da bir banyo yeri hazırlanacaktı. Kalabalıktan uzaklaşmağı istemedi. Yine ilk projeye göre demir yolu geri alınacaktı:

- Canım, dedi Ankara'da dağ başında yaşıyorum. İstanbul'da saraya hapsoluyorum. Bırakın burada gelenleri gidenleri göreyim. Hiç olmazsa tren gürültüsü duyayım.

Son zamanlarında Şile'yi görmüş, pek sevmişti. Yaşasaydı orasını da canlandıracaktı.

Büyükçe tekne olarak emrinde Ertuğrul yatı vardı. Marmara için yapılmış olan bu yatla bir defa Karadeniz'e çıkmıştı. Sert bir havada yat az daha batıyordu. Memleket kıyılarını dolaşmak üzere İstanbul'dan uzaklaşınca denizyollarının bir yolcu gemisini seferden alıkoymak lâzım geliyordu. Atatürk sık sık halkı ve memleketi görmedikçe rahat edemezdi. Karayollarımız yoktu. Ya tren, ya gemi ile dolaşmak gerekiyordu. İşte Atatürk'e yeni bir yat alınmak fikri bu ihtiyaçtan doğmuştur.

Amerikalı bir milyoner kadının yaptırmış olduğu Savarona, galiba Amerika'ya sokulamadığı için pek ucuz alınmıştır. Bu yatı Hitler de kendisi için istemişti. Fakat ilk görüşmeye giden biz olduğumuz için Atatürk'e bıraktı.

Plânlarını görmüş ve yatı pek beğenmişti. Ne kadar yazık ki yat geldiği zaman Atatürk ölüm hastası idi. Pek sevdiği bu yatta çok zamanını yatakta geçirdi. Bir hazin sözü vardır: ''Bir çocuk oyuncağını bekler gibi bu yatı beklemiştim. Mezarım mı olacak bu tekne benim?''

Atatürk'ü ölüm yatağına Savarona'daki kamarasından bir koltuğun içinde ancak götürebildiler. Yat Dolmabahçe Sarayı önünde boynunu bükerek Atatürk'ü boşuna bekledi.

Saflık

- Dil işine dair yazınızı okudum, tebrik ederim, dedi.

Birkaç defa söylediğim üzere Atatürk mübalâğalı sayılabilecek kadar teşvikçi idi. Verdiğinin kendinden bir şey eksilttiği vehimine veya gururuna düşen hasis ruhlulardan değildi. Dış Bakanlığından olan yazar:

- Estağfurullah! dedikten sonra ilâve etti:

- Efendimiz daha iyi çalışacağım, daha çok yazacağım ama, rahat değilim. Ankara'da kiralar pahalı olduğundan iyi bir ev tutamıyorum. Hizmetçi kıt. Tabiî arabam yok. Bunlar olsa dil meselesinde daha ciddî hizmetlerimi görürdünüz.

Atatürk bize doğru gözlerini kırparak, ona:

- Ne yapmalı acaba? Bir çare düşünüyor musunuz? diye sordu.

- Var efendim, bir çaresi var. Beni şöyle işi gücü pek olmıyan bir yere elçi gönderseniz... Bina devletindir. Hizmetçi aylıklarını hükûmet verir. Resmî araba vardır. Artık kendimi dil meselesine vermekten başka kaygım kalmaz.

Hiç bozmadı:

- Pek isabetli düşünmüşsünüz. Hatırımıza gelmediğine esef ederim. (Garsona) Lütfen beyefendiye bir kalem kâğıt getirir misiniz?

- Kalemim vardır, efendim.

- O hâlde yalnız kâğıt!

Kâğıt geldi, Atatürk:

- Yazar mısınız? dedi ve dikte etti. Şöyle bir şey: ''Sayın Tevfik Rüştü Aras, sür'atle beyefendiyi bir elçiliğe tayin buyurunuz!''

- Çok teşekkür ederim. Fakat inanmaz ki...

- Niçin?

- Yazı benim. İmza da yok.

- Getiriniz imzalayım, dedi ve imzaladı.

İşin tuhafı, ertesi gün Dış Bakanı daha odasına girer girmez ilk ziyaretçisi bizim elçi adayı olması idi. İş geciktikçe Çankaya'da yaverlerin telefonunu açıyor ve Atatürk'ün o kadar kat'î emrinin hâlâ yerine getirilmediğinden şikâyet ediyordu.

O kıtlıkta eski yazarlarımızdan birini de Tirana'ya elçi yollamışlardı. Bir yaz tatilinde İstanbul'a gelmiş, saraya uğramış. Atatürk'e haber verdiklerinden, Arnavutluk ve Zogo hakkında bilgi edinmek için, akşam yemeğine davet etmişti. Atatürk'ün büyük derdi Zogo'nun cumhurreisi değil de kral olmak isteyişi idi. Fena halde kızıyordu.

Elçiye sordu:

- Sizin düşündüğünüz nedir? Cumhurreisi mi kalacaktır, yoksa kral mı olacaktır?

Biraz düşündü:

- Kral olamaz efendim, dedi.

- Niçin?

- Henüz krallığa liyakat kesbedememiştir efendim, cevabını vermesin mi?

Bu cevap bizim alaturka eski yazarın henüz liyakat kesbedemediği bir makama nasılsa çıkabilmiş olduğunu isbat etti.

Bir akşam dalgınca bakanlarından biri ile şu konuşmayı dinlemiştik:

- Paşa hazretleri...

- Ne demek paşa hazretleri? Paşa hazretleri yok. Paşalık yok. Bundan sonra bana paşa demeyiniz.

- Başüstüne Paşa Hazretleri!

Kara Haberci

Zekâsı kadar hafızasına şaşardık. Hiç dikkat etmez göründüğü konuşmalardan bile hiçbir şey unutmazdı. Aramızda on altı-on yedi yaş fark varken ve ben henüz otuz yaşlarında iken, bir akşam önce söylediklerimi ertesi akşam onun ağzından duymakla hatıramı tazelemiş olmazdım: Neler söylemiş olduğumu da öğrenirdim.

1922'deyiz. Bir konuşma sırasında:

- Paşam izin verir misiniz, sizi ilk defa nerede ve nasıl tanıdığımı anlatayım, dedim.

Tanımam da uzaktan uzağa idi.

- Evet efendim, dedi, (alaylı) müsaade buyurunuz da ben anlatayım: Hacı Adil Bey'le beraber Edirne'den Dimetoka'ya gelmiştiniz. Biz de valiyi karşılamağa çıkmıştık. Siz bir gazeteci idiniz. Arabasından beraber indiniz. Tekrar binileceği sırada hiç olmazsa Fethi'yi yanına alacağını ummuştuk. Enver'in korkusundan arabasına tekrar sizi çağırmıştı.

1936'dayız. Parlâmentolar arası konferanslardan birine gittim. İki buçuk ay kadar memleketten uzakta kaldım. Döndüğümde Atatürk Florya'da idi. Gündüz yaverler dairesine gittim ve rahmetli başyaver Celâl'e akşam kadar arkadaşlarla konuşacağımı, beni mümkün olduğu kadar geç haber vermesini rica ettim.

Bir aralık nöbetçi geldi, Atatürk'ün kendisini çağırdığını söyledi. Celâl gitti ve döndü, bana:

- Gider gitmez, bekliyenlerden kimse olup olmadığını sordu. Senin adını söyledim, hemen gelsin diye emretti, dedi.

Kalkıp gittim. Deniz köşkünün açık bir köşesinde İsmet İnönü ile beraber oturuyorlardı. Hemen sezindiğime göre ikisi de sinirli idi. Sebebini sonradan öğrendim: İnönü, Türk parası ile oynamaktan çekinirdi ve bazı maliyecilerin enflâsyoncu telkinlerine karşı iyice dayatırdı: Mesele yine bu idi.

Beni görünce:

- Yahu aylardan beri yoksun, gidip gördüklerini anlat, bakayım.

Rastgele konudan konuya sıçradık. Bir hayli zaman geçti. Davet listesinde bulunanlar gelmeye başladılar. Kalabalık artınca:

- Yemek salonuna geçelim, dedi.

Artık pek az da içmiyordu. Henüz ikinci veya üçüncü yudumda idik. Sonradan anlattıklarına göre üç akşam önce iki arkadaşı arasında hiç de hoş olmıyan bir hâdise geçmişti. Bahis tazelendi, Atatürk bir aralık bana dönerek:

- O akşam sen de burada idin. Nedir intibaın? diye sordu.

Damarlarımın içinde kan donması gibi bir şey hissettim. Atatürk hasta idi. En kuvvetli, en sağlam, en sarsılmaz melekelerinden biri olan hafızası çökmüştü. Henüz o gün geldiğimi hatırlattım. Elini alnından geçirdi, bir müddet düşündü:

- Evet öyle! dedi.

Maddî takati de gittikçe azalıyordu. Biz hiçbir yorgunluğa Atatürk kadar dayanamazdık. Hiçbirimiz onun kadar devamlı çalışamaz, onun kadar uykusuz kalamazdık.

Yemeklerden önce bir müddet bilârdo oynardı. Bu onun bir çeşit sporu idi. Holde kendisini seyrederdik. İyi oynardı. Rakiplerinin başında İsmet İnönü gelirdi. Kâzım Özalp, Safvet Arıkan, Nuri Conker gibi bir hayli oyuncusu da vardı. Bu spor bazan bir saatten fazla sürerdi. O yıl Ankara'ya döndükten sonra, akşamları yine yukarı kattan inince bilârdo odasına geçiyor, istakayı tebeşirliyor, bilyaları sıralıyor, fakat bir iki vuruştan sonra bırakarak sinirli olduğu ancak sezilen bir sesle:

- Sofraya geçelim, diyordu.

Sık sık asabiliğe kapıldığı görülüyordu. Hekimlerinin hâtıralarında sonradan okuduğumuza göre bütün bunlar vakitsiz ölümünün kara habercileri idi.

Gazi

Atatürk henüz ''Gazi Mustafa Kemal Paşa'' idi. Benden ona dair bir kitap için önsöz istemişlerdi. Kitap çıkmadığı için önsöz de bende kalmıştır. Onu bugün bu fıkraların son sözü olarak sizlere sunuyorum:

''Gazi'nin hal tercümesi, yeni Türk devletinin tarihi demektir. Tarihimizi bilmek için, Gazi'yi öğrenmeliyiz.

''Gazi, yaratıcı bir enerji kaynağı... Yeryüzünde kara topraktan, yeşil ottan, taştan ve tuzlu sudan başka ne varsa, hepsi böyle yaratıcıların eseri değil midir? Hava, su ve toprağın içindeki büyük kuvvet esrarlarını onlar sezip buldukları ve maddeleştirdikleri gibi, insanın kanı, kemiği ve siniri içindeki kuvvet esrarlarını yine onların gözleri görür, kafaları bulur, karar ve fiilleri hakikatleştirir. Onlarsız aradığımızı bulamazdık. İstediğimize ulaşamazdık. Yaptığımızı yapamazdık. Gazi'yi bilmek insanın insanlığına vücut veren yaratıcılardan birinin hayat ve eserini öğrenmek demektir.

''İnsanlık ağacı bir Gazi yemişini vermek için, nesillerce, sayısız yaprak çürütür. Pek azımız Gazi gibi doğarız. Herkes buharı, mikrobu ve elektriği keşfetmez: Fakat keşfetmiş olanların metotlarını öğrenmek, büyük buluşları ve yaradılışları tamamlamak ve faydalandırmak için lâzımdır. Gazi'nin eserlerini devam ettirecek olanlar, Gazi'nin başarma metotlarının neler olduğunu öğrenmelidirler.

''Bir hakikat nasıl karışık değilse, Gazi de sadedir. Uzaktan anlaşılması kolay görünür. Cazibe kanununun kendilerinden önce bulunmuş olmasına esef edenler az değildirler. Fakat ilk hayvanın yürümesinden de önce başlıyan düşmek, o kadar basit sırrını söylemek için asırlarca değil, devirlerce ve çağlarca Newton'un aklını beklemiştir.

''Büyük eserlerde tesadüfün rolü pek az olduğu gibi, artık büyük eser yapılması imkânsızlaşacak bir zaman da olmıyacaktır. Bizden sonra gelecek yaratıcılar henüz doğmadılar: Onların bütün şerefleri, şanları ve eserleri, her ne olacaksa, doğmuş ve doğacak olanlar için büyüklük fırsatları değil midir?

"Gazi yeni Türkiye'yi çocukluğundan beri kendi benliğinin dibinde yaratmağa başlamıştı. Öyle bir zekâ gibi, öyle bir düşünüş ve duyuş kabiliyeti gibi, onun sabrı ve enerjisi olmadıkça ona benzeyemeyiz.

''Bir fıkrasından, bir hikâyesinden, bir yazı veya nutkundan hemen anladığımızı sandığımız Gazi, aradıkça yeni bir sır verir. Yaklaşılan bir dağ gibi büyür. Asıl onu elimizle tuttuğumuz zamandır ki artık tamamını hiç göremeyiz.''

Bir kitap yazılırken Atatürk'ün nutku, Rauf Orbay'ın, Ali Fuad Cebesoy'un, Afet İnan'ın, Çerkez Ethem'in, Damar Arıkoğlu'nun hatıraları ve Tevfik Bıyıklı'nın yazıları gözden geçirilmiştir.

Çankaya
5 Cilt
Falih Rıfkı ATAY

Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.; Ekim 1999; Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır.

Dizgi - Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.

Baskı: Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. Şti.